3 soruda Gökhan Gökseven ve “Choose Your Own Adventure” sergisi

Gökhan Gökseven’in x-ist’teki ikinci kişisel sergisi, izleyiciyi alternatif hikâyeler yaratmaya davet eden, farklı katmanlar barındıran bir anlatı dünyası sunuyor. Sergi, 1980’lerde Edward Packard tarafından yaratılan ve Türkiye’de “Macera Tüneli” olarak bilinen, okuyucunun olayların akışını ve sonunu kendi seçimleriyle şekillendirdiği kitap serilerinden ilham alıyor. 1 Mart’a dek ziyarete açık olan sergiye ilişkin detaylar burada

Gökhan Gökseven; korkunun bilinmezlik duygusuyla kurduğu paralellikten yola çıkarak, izleyiciyi kendi hikâyesini yaratmaya teşvik eden sergisi Choose Your Own Adventure hakkında 3 soruluk anketimizi yanıtladı.


Sergiye ilham veren “Macera Tüneli” kitaplarıyla ilk tanışmanı nasıl hatırlıyorsun? Choose Your Own Adventure için hazırlanırken bu kitaplardan yeniden dönüp kurcaladıkların oldu mu? 

Kitaplardan birini 90’ların ortalarında (1996 olması lazım) bir yaz günü Kuşadası’nda bir gazete bayiinden aldığımı hatırlıyorum. Beni ilk cezbeden tarafı okuduğum metne bir oyunmuşcasına yaklaşabilmeme izin vermesiydi. Hatta bir keresinde hikâyede yanlış bir seçim yapmıştım ve hikâyenin ana karakteri, hikâyenin neredeyse en başında ölmüştü. Önceki sayfalara dönüp başka bir seçim yapmam gerekmişti. 

Sergi için kitaplara geri dönmedim, bugünün gözüyle o kitaplara tekrar göz gezdirmek sanırım o dönemin üzerimde olan etkisine istemediğim bir etki edebilir. Zaten serginin teması sadece kitapların üzerine olmaktan ziyade o kitapların dönemine ait zihnimde çağrışan duygular ve estetik üzerine. Tahmin ediyorum ki aynı yıllarda çocukluklarını geçirmiş olanlar için de belli duyguları uyandıracak bir dönemin sembolüydü “Macera Tüneli” kitapları.

Biri işlerindeki mekânlarda gezinecek olsa nasıl sesler duyardı? Burada biriyle karşılaşsa, bu nasıl biri / kim olurdu? Ne söylerdi?

Bu o kadar subjektif bir şey ki… Galiba bunu pek dikte etmek istemem. Sanırım resim medyumunun güçlerinden biri de sinemada tamamlayıcı etkisi olan ses ve müziğin kendisinde eksik olması ve bundan dolayı izleyene daha içsel, daha subjektif bir tecrübe sunması. Ama benim için durum nasıl olurdu? Şu an gözümü kapattığımda aklıma ilk gelen, mekânların faunalarına ait seslerin (kuşlar, dalgalar ve rüzgâr) domine ettiği ama alttan alta gelen tüplü televizyonların beyaz gürültüleri ile iç içe geçmiş çizgi film jeneriklerinin kısık sesli uğultuları. Ve her şeyin düzeleceğini söyleyen gülümseyen birisi.

İşlerin üzerinde çalışırken odaklanmana ya da ilham almana destek olan ritüel, rutin ya da metotların var mı? 

Genelde günün tamamına yaydığım bir iş rutinim var; günün ilk yarısı biraz çalışıyorum. Gün ortasında biraz günü yaşamaya çalışıyorum. Akşam tekrar geri dönüyorum. Günün ilk iki kısmı yer değiştirse de akşam pek yer değiştirmiyor. Çalışırken podcast dinliyorum. Evde birilerinin sesi olması odağımı artırıyor. Ayrıca elimi fırçaya aldığım andan bıraktığım âna kadar olan süreleri not tutuyorum. Bu da günün sonunda fiziksel olarak ne kadar süre iş başında olduğumun bilgisini veriyor bana, ki belli bir denge üzerinde gitsin her şey.