69. Cannes Film Festivali: Tüm sezon konuşulacak otuz film

Bu yıl 11-22 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen 69. Cannes Film Festivali’nde yine onlarca film izleyici ve sektör karşısına çıktı, geriye yıl boyu konuşacağımız bir avuç önemli film kaldı.

Yazı: Melikşah Altuntaş

Gerek ticari, gerek sanatsal manada yılın belki de en önemli sinema olayı diyebiliriz Cannes Film Festivali için. Yönetmeninden yapımcısına, festivalcisinden dağıtımcısına, sinefilinden basınına kadar, tüm dünyadan binlerce sektör insanı ve film izleyicisi her yıl olduğu gibi bu yıl da mayıs ayının ortasını iple çekti ve nefis filmlerle dolu festival programına ve dünyanın en büyük film marketine on iki gün süresince misafir oldu.

Festival öncesi, yirmi bir filmden oluşan Ana Yarışma bölümündeki filmlerin açıklanmasından itibaren heyecan doruk noktasına ulaşmış ve merak dolu bekleyiş başlamıştı. Almodovar, Jarmusch, Loach gibi ustaların başını çektiği programı takip eden üç yan bölüm de dünyaca ünlü yönetmenlerin ilgiyle izlenecek son filmleriyle doluydu. Yarışma dışı gösterilen filmler, özel gösterimler ve programda yer almayan, ancak markette sektör profesyonellerinin karşısına çıkan onlarca yeni film de cabası.

Bu yazıda tüm filmlerden söz etmek elbette ki mümkün değil ancak festivali takip ettiğim sekiz gün boyunca gördüklerim arasından dikkat çekici filmlerden kısaca bahsetmek boynumun borcu.

i daniel blake 2

I, DANIEL BLAKE
Yön: Ken Loach
Ana Yarışma

Altın Palmiye’ye on üçüncü kez aday gösterilerek kırılması güç bir rekoru elinde bulunduran seksen yaşındaki Ken Loach, on yıl aradan sonra ikinci kez kazandığı büyük ödülle de bir başka rekoru egale etmiş oldu. George Miller’ın başkanlık ettiği ana jürinin favorisi olan film, prömiyerini gerçekleştirdikten sonra da hem seyirci tarafından uzun süre alkışlanmış, hem de eleştirmenlerden ortalamanın üzerinde eleştiriler almıştı. Açıkçası Loach sinemasına aşina seyirci için çok da şaşırtıcı bir seyir tecrübesi sunmayan film, İngiltere’deki sağlık sistemi açmazlarını, her zamanki gibi alt sınıfa mensup ana karakterleri üzerinden, bu kez epey melodram eğilimleri taşıyan bir öykü üzerinden anlatmayı seçmiş. Yeşilçam sinemasına epey aşina olan bizler için özellikle son yarım saatinde girdiği yolda çok sayıda klişe hamle barındıran senaryosu bir yana, epey gösterişsiz rejisiyle de neredeyse sıradan bir seyirlik sunan filmin, politik söylemi ve insancıl bakış açısıyla hemen herkesi kolayca etkisi altına alması şaşırtmasa da, kimseyi izlediğine pişman etmeyeceği de kesin.

Ödül Potansiyelleri: Altın Palmiye’yi kazanması zaten yeterince büyük bir başarı olsa da, filme yıl boyu doğru bir kampanya yapılması durumunda, Oscar dahil pek çok ödül listesinde rahatlıkla mücadele edebileceğini söylemek mümkün.

TONI ERDMANN
Yön: Maren Ade
Ana Yarışma

Cannes’da her gün büyük bir merakla beklenen Screen dergisinin eleştirmenler jürisinden, 4 üzerinden 3,8 ortalama alarak erişilmesi güç bir başarı yakalayan bu pek eğlenceli Alman komedisi, bir önce filmi Alle Anderen / Everyone Else ile kendine hayran bırakan kadın yönetmen Maren Ade’nin imzasını taşıyor. 142 dakikalık süresini hissettirmeyen bir senaryo kurgusu ve reji tercihi takip eden film, bir noktadan sonra izleyicisini iki ana karakterinin çekim alanına öyle bir dahil ediyor ki, her bölümü yirmi beş dakikadan oluşan HBO imzalı altı bölümlük bir mini dizi izliyormuş hissine kapılarak, Toni Erdmann’ın içinde akıp gidiyoruz. Başarılı bir iş kadını olan ve kendisinden epey uzak bir hayat süren kızının hayatına farklı bir kimlikle bomba gibi düşen ve kızının dünyasını tatlı tatlı trolleyen bir babanın merkezinde ilerleyen film, antolojik kimi komedi anlarıyla da Cannes’daki prömiyerinde salonu inleten kahkahalar ve ara alkışlarla tam bir şenlik havası yarattı.

Ödül Potansiyelleri: Ana jüriden şok edici bir biçimde eli boş dönen film, Cannes’da yalnızca FIPRESCI ödülüyle yetinmek durumunda kaldıysa da Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adaylığı dahil olmak üzere çok sayıda ödül ve adaylık kazanması kesin gibi.

POESIA SIN FIN (ENDLESS POETRY)
Yön: Alejandro Jodorowsky
Yönetmenlerin 15 Günü

Şilili seksen yedi yaşındaki usta yönetmen ve sanatçı Jodorowsky tıpkı Ken Loach gibi yaş aldıkça kariyerinin en başarılı hamlelerini sergilemeye devam eden birkaç istisnai isimden biri. Hatta Jodorowsky’nin bu yeni dönemi için, kariyerinin en iyi yılları olduğunu düşünenler de çoğunlukta. Açıkçası iki yıl önce izlediğimiz otobiyografik filmi The Dance of Reality ile seyircisini kendi çocukluğuna rengârenk bir dünya ve benzersiz bir görsel tasarımla taşıyan yönetmen için ben de aynı şeyi düşünüyorum. Bir önceki filmini takip eden bu son harikasında, bu kez çocukluk dönemi noktalayıp gençliğine adım atan bir Jodorowsky izliyoruz hikâyemizin kahramanı olarak. Usta yönetmenin kurduğu benzersiz dünya yine saat gibi tıkır tıkır işliyor ve bize de yeniden bu her anıyla büyüleyici beyazperde deneyimini doya doya yaşamak düşüyor. Kitle fonlaması yöntemiyle bütçelendirdiği filmini prömiyer günü gelip sunan ve yaşını hissettirmeyen coşkusuyla seyircisine şükranlarını sunan Jodorowsky’nin bu erişkinliğe adım epiği, bana göre bu yıl Cannes’da izlediğim filmlerin en iyisi.

Ödül Potansiyelleri: The Dance of Reality gibi görmezden gelinmediği takdirde çok sayıda ödül töreninde adının en az birkaç kez zikredilmesi epey olası filmin. Özellikle sanat ve Christopher Doyle imzalı nefis görüntü yönetimi birkaç ödül hak ediyor.

SIERANEVADA
Yön: Cristi Puiu
Ana Yarışma

Bu yıl resmen Rumen Yeni Dalgası rüzgârları esen Ana Yarışma’nın 175 dakikalık bu nefis aile taşlaması, The Death of Mr. Lazarescu ve Aurora filmleriyle daha önce Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün tozunu attırmış Cristi Puiu’nun belki de kariyerinin en iyi işi. Babalarının kırkı nedeniyle bir araya gelen orta yaşlarının başındaki kardeşleri, anneleri, teyzeleri ve kuzenleri küçük bir apartman dairesinde toplayan ve uzun süresini hiç de hissettirmeyen hareketli ve ekonomik rejisiyle Puiu, anlattığı yarı-otobiyografik öyküyle seyircisini etkilemeyi ve kendi hayatı ve ailesi üzerine düşündürmeyi başarıyor. Yarışmanın en sevilen filmlerinden biri olmasına rağmen jüriden eli boş ayrılan bu nefis dramedi, Romanya sinemasının son dönemki yükselişini destekleyen, ilgi çekici işlerinden ve bu yıl Cannes’dan kalan en değerli filmlerden.

Ödül Potansiyelleri: Hem kendi ülkesinde, hem de gerekli ilgi gösterildiği takdirde dünya çapında ilgi görmesi olası bu filmin tek dezavantajı uzun süresi olabilir, ki o da Puiu sevenlerin alışık olmadığı bir şey değil-.

juste le fin du monde3

JUSTE LA FIN DU MONDE (IT’S ONLY THE END OF THE WORLD)
Yön: Xavier Dolan
Ana Yarışma

On dokuz yaşında çektiği ilk filmi I Killed My Mother ile Altın Kamera kazanan, sonraki filmleriyle de Belirli Bir Bakış ve Ana Yarışma’da cirit atan ve yirmi beş yaşında çektiği Mommy ile Godard’la Jüri Özel Ödülü kucaklayan Kanadalı Xavier Dolan’ın bu altıncı filmi, yine seyirciyi ikiye bölen ve yuhalanırken ödüllendirilen bir sinema olayına dönüştü. Nathalie Baye, Vincent Cassell, Marion Cotillard ve Lea Seydoux gibi Fransız sinemasının en ünlü isimlerinden birkaçını başrole taşıyan Dolan, içine üç dört tane video klip sıkıştırdığı, popüler şarkıların ses bandında bir an bile susmadığı ve oyunculukların en abartılı tonlarda ve en uçlarda gezindiği filminde, on beş yıl sonra baba evine dönerek tüm ailesiyle vedalaşmaya çalışan, ölümün pençesinde bir genç adamın hikâyesini anlatıyor. Melodramın dozunu tutturamayan ve ilk taslağı çekilmiş gibi duran ham senaryosunun zayıflığından mustarip film, basın gösteriminde yuhalanmış ve genel olarak da festivalin bu yılki en zayıf filmleri arasına kaldırılmıştı ki, Jüri Büyük Ödülü’nü kucaklayıverdi. Seveninden çok abartıyla göklere çıkarılmasından yakınan, nefret edenleri bol olan Dolan’ın büyüsü devam ediyor olmalı ki, kendisinin ilk İngilizce filmi olacak yedinci eserine Natalie Portman, Jessica Chastain, Kit Harington, Kathy Bates, Susan Sarandon, Nicolas Hoult ve Adele gibi isimler şimdiden doluşmuş durumda.

Ödül Potansiyelleri: Film beklenenin aksine ciddiye alınmış ve ödüllendirilmiş olduğundan, izlerken kikirdeyen ve izlediği oyuncular adına utanan kalabalıklara rağmen özellikle oyuncu kadrosuna yıl boyu ödüller çıkarabilir gibi.

NERUDA
Yön: Pablo Larrain
Yönetmenlerin 15 Günü

En son geçtiğimiz yıl kendisine Berlin Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülü kazandıran El Club’ünü izlediğimiz Şili sinemasının yeni dönem ustalarından Pablo Larrain’in merakla beklenen ve bir şekilde Ana Yarışma’da değil, Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde seyirci karşısına çıkan son filmi, yönetmenin No’dan sonra bir kez daha Meksikalı Gael Garcia Bernal’i başrole taşıyan, kendine özgü bir mizaha sahip, çılgın bir alegori. Pablo Neruda’nın tüm yaşamı boyunca peşine takılan ve Neruda’nın bizzat kendisi tarafından yaratılmış hayali bir dedektif karakteriyle girdiği köşe kapmaca oyununu merkeze alan film, Larrain’in son filmlerinde karşımıza çıkan pembe, mavi, mor renk paletiyle âdeta uzun bir Instagram videosunu andırıyor. Açıkçası Larrain’in bu ısrarla insanı izlediği kurgunun dışına iten renk seçimiyle ne yapmaya çalıştığını anlamlandırabilmek güç. Kimi zaman eski solculuk kutsaması mı taşlaması mı yaptığı belirsizleşen hikâyesiyle ne anlatmaya çalıştığı konusunda kafası karışık görünen film, yer yer düşüş yaşasa da bir şekilde izleniyor.

Ödül Potansiyelleri: Larrain’in önceki filmleri gibi hit olması pek olası görünmeyen bu son filmi, Bernal’in karikatür performansındansa Neruda’ya hayat veren Luis Gnecco’ya yarayacağa benziyor.

PATERSON
Yön: Jim Jarmusch
Ana Yarışma

Yarışmada beklentinin en yüksek olduğu birkaç filmden biri elbette ki Amerikan bağımsız sinemasının ustalarından Jarmusch’un son filmiydi. Başrolünde son dönemin popüler yıldızlarından Adam Driver’ın yer aldığı ve amatör bir şair olan New Jerseyli bir otobüs şoförünün sıradan bir haftasına odaklanan film adını, hem kahramanı, hem de kahramanının yaşadığı New Jersey’nin bir bölgesinden alıyor. Henüz ilk sahnelerinden itibaren izleyicisini Paterson’ın ruhuna ortak eden ve bu durağan, yaprak kımıldamayan rutinin bir parçası haline getiren film, ilerledikçe zeminde oluşan çatlaklarla daha renkli ve derinlikli bir hal alıyor. Azılı hayranları tarafından bağırlara basılması kuvvetle muhtemel bir Jarmusch filmiyle daha karşı karşıya olsak da, yönetmeninOnly Lovers Left Alive ile başladığı nostalji duygusunu bu filminde de tatmak, ustanın ufaktan söylenmeye başlayan ihtiyar tadı vermeye başladığını söylemeyi bir nebze mümkün kılıyor. Bununla birlikte Jarmusch’un sinemasından beklediğimiz olgunluktan da nasibini almış bir film olduğu kesin Paterson’ın.

Ödül Potansiyelleri: Ana yarışmada eleştirmenlerin göklere çıkardığı ancak jüriden hiçbir ödül kazanamayan filmlerden olsa da, Jarmusch’a ve Driver’a yıl boyu irili ufaklı ödül ve adaylıklar kazandıracak gibi görünüyor.

album2

ALBÜM
Yön: Mehmet Can Mertoğlu
Eleştirmenler Haftası

Yokuş ve Fer gibi kısa filmleriyle çok sayıda ödül ve bolca övgü toplayan yirmi altı yaşındaki Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmi Albüm, aynı zamanda bu yıl Cannes’da resmi programa seçilen tek yerli film olma özelliğini taşıyor. Evlat edinme süreci devam ederken, sahte bir hamilelik yaratıp, bu süreci de fotoğraflarla belgeleyen orta-direk çiftin başından geçenleri takip ettiğimiz film, Türkiye sinemasında eşine az rastlanır reji tercihleriyle, yerli sinema için taptaze bir soluk vaat ediyor. Mertoğlu’nun seçtiği anlatım dili, epey yakın durduğu Rumen Yeni Dalgası’nın etkilerini taşımakla beraber, Avusturyalı usta Ulrich Seidl’ın özellikle son dönem filmlerinde dikkat çeken mizah unsuruna benzer bir tat da yakalıyor. Bununla birlikte, tüm bu referanslardan bağımsız değerlendirildiğinde, yarattığı absürt mizansenler ve Yeni Türkiye’nin kodlarını deşifre eden cesur diliyle son derece özgün ve yaratıcı bir film olduğunu söylemek mümkün Albüm’ün. Eleştirmenler Haftası bölümünden kazandığı France 4 Visionary Award da bu savın altını çizer nitelikte… İzleyicisinin sinir sistemini bozmaya oynayan uzun ve oyunbaz plan sekanslar, başroldeki Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç’ın genel mizansene hizmet eden doğal performanslarıyla birleşince, izleyicinin seyrini zorlayabilecek unsurlar yerini gönüllü bir röntgenleme haline bırakıyor ve bir sonraki filmini şimdiden merak ettiğimiz genç bir sinemacının varlığına dair umut  tohumları ekiyor.

Ödül Potansiyelleri: Türkiye-Fransa-Romanya ortak yapımı filmin bu üç ülkenin de ödül listelerine de rahatlıkla girebileceği bilgisi bir yana, Albüm’ün Cannes’ı takip eden festivallerin de yarışmalı bölümlerinde şansı yüksek.

AMERICAN HONEY
Yön: Andrea Arnold
Ana Yarışma

Ödüllü kısa filmlerinin ardından, pek sevilen ve övgülere boğulan Red Road, Fish TankWuthering Heights gibi filmlerle karşımıza çıkan Andrea Arnold’a, Cannes’da üçüncü kez Jüri Özel Ödülü getiren son filmi, romantik ve macera dolu bir yol filmi. Arnold’ın yine aşk yaşadığı 4:3 görüntü formatıyla çektiği bu bol şamatalı gençliğe erme hikâyesi, Güney Amerika’da genç yaşına rağmen altında ezildiği yorucu sorumluluklardan sıyrılıp, tesadüfen çekim alanına girdiği bir grup gencin peşine düşerek beklenmedik bir maceraya atılan on sekiz yaşındaki Star’ı takip ediyor. Amerika kırsalındaki üst, orta ve alt sınıfa mensup evleri gezerek dergi aboneliği satan bir ekibin iki buçuk saati aşkın hikâyesi etrafında gezinen film, Cannes’da genel olarak olumlu eleştiriler almayıp, sırtını fazlaca video klip estetiğine dayamakla, yeni ya da yaratıcı olmamakla suçlansa da, Arnold’ın tutarlı ve hedefine odaklı reji marifetleri muazzam bir görüntü yönetimi ve muazzam ses bandıyla American Honey, seyir zevki yüksek bir gençlik filmi.

Ödül Potansiyelleri: Harmony Korine’in Spring Breakers’ına benzetilen filmin en iddialı olduğu adaylıklar Independent Spirit ödüllerinden çıkacak gibi görünüyor.

Yazının tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:50’ye ulaşabilirsiniz.