70. Cannes Film Festivali’nde ödülleri kazananlar ve hakkındaki yorumlarımız 

Festival sürecini gün gün takip edip, yarışmadaki tüm filmleri gördükten sonra, Pedro Almodovar başkanlığındaki jürinin son derece hakkaniyetli bir dağılımda bulunduğunu söylemek mümkün.

Yazı: Melikşah Altuntaş

Özellikle Coen Kardeşler’in başkanlık ettiği 2015 jürisinden çıkan Deephan ve geçen yıl George Miller başkanlığındaki jüriden çıkan I, Daniel Blake’in tartışmalı Altın Palmiye ödüllerinin ardından, Ruben Östlund’un hınzır ve marifetli taşlaması The Square’in festivalin büyük ödülünü kazanması ve yılın öne çıkan hemen her yarışma filminin birer kategoride ödül sahibi olması, jürinin kararlarının tutarlı olduğunun göstergesiydi. Good Time ve Okja gibi açık ara epey iyi filmlerin de ödül listesinde görünebilir olmasını dilerdik elbette ama yalnızca 7 ödül dağıtma yetkisi olan jüriden çok şey istemek olurdu herhalde bu da. Ödülleri kazanan filmler ve hakkındaki yorumlarımız ise şöyle:

altin palmiye

ALTIN PALMİYE:
The Square

Bir önceki filmi Force Majeure ile akılları baştan alan İsveçli genç dahi Ruben Östlund, son filmi The Square’de yine yapmış yapacağını! Uzun zamandır beyaz perdeye yansıyan en eğlenceli komedilerden bir olmasının yanı sıra, günümüz modern sanat atmosferi, sosyal medya çılgınlığı ve pr dünyası hakkında da ilk akla gelen esprilerden uzak, keskin tespitleriyle kendine hayran bırakıyor. Yarışmanın en özgün ve parlak filmi olan The Square, İsveç’te bir modern sanat müzesi küratörü etrafında gezinen bir öykü anlatıyor. Tek bir ana hikaye takip etmektense, yer yer bir skeç filmini andıran bölümler ve yan hikayelerle biçimlenen The Square, tam da bu nedenle niyet ettiği taşlamanın hakkını sonuna kadar veriyor.

İnsanoğlunun kibir, korku ve endişe duyguları ile çifte standart eğilimlerinin röntgenini çeken Östlund, toplumsal kabullerin yarattığı bazı açmazları da benzersiz mizansenlerle önümüze getiriyor. Hemen her sahnede bir ya da birkaç zeka yüklü detayla seyircisine kıyak geçip duran yönetmenin, gerçek hayattaki YouTube bağımlılığı, filme de pek çok konuda yardımcı olmuş. Yalnızca diyaloglar ve durumlar üzerinden değil, güçlü görsel fikirlerle de desteklenen çok sayıda sahne, kahkahalarla güldürürken, Östlund’un görsel hafızasının da nasıl muazzam bir çöplükten besleniyor olduğunu gözler önüne seriyor. Özellikle ödül töreni yemeğindeki “goril performansı” sahnesi sinema tarihine geçecek kadar güçlü. The Square‘in yalnız Cannes’ın değil, yılın da en iyi filmlerinden biri olduğunu söylemek güç değil.

juri buyuk odulu

JÜRİ BÜYÜK ÖDÜLÜ:
BPM (Beats Per Minutes)

Yarışmadaki Fransız yapımlarından Robin Campillo imzalı BPM, 90’lı yıllarda gey aktivist grup ACT UP Paris’in toplumsal farkındalık yaratma ve sağlık sektöründeki mücadelesini konu alan etkili bir dram. İlk yarısında örgütün mücadele hareketi ve eylemlerinin iç yüzünü anlatan, grubun kendi iç dinamiği ve tartışma retoriğini gözler önüne seren BPM, bu grup içinden iki sevgilinin özeline yöneldiği ikinci yarısında mağrur ve güçlü bir birlikteliğe odaklanıyor. Parçalı kurgusu ve hareketli anlatımıyla uzun süresini hissettirmeyen BPM, kimi güçlü sinemasal anlarının dışında, yer yer bir mini dizi estetiği ve anlatısı seyrediyor.

Özellikle hikayeye herhangi bir ivme kazandırmayan, birbirine benzer toplantı ve eylem sahneleri bir noktadan sonra ‘karakterlerimizin yeni maceraları’ hissiyatına sahip bir durağanlık içinde. Burada Campillo’nun bariz bir odak probleminden söz etmek mümkün. Grubun röntgenini çekmekle bireysel hikayelere odaklanmak konusunda kararsız kalmış görünen anlatı, pek çok yaratıcı fırsatı da böylece kaçırıyor. Tüm bunlara rağmen son derece güçlü bir duygusu var BPM‘in ve özellikle son 20 dakikasındaki sahicilik ve karakterlerinin karşılaştıkları bir trajediye tepki veriş biçimiyle film, dokunaklı ve sarsıcı bir finale kavuşuyor.

juri ozel odulu

JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ:
Loveless

Zehirli bir tohumdan verimli bir ağaç çıkar mı? Andrey Zvyagintsev’in son filmi Loveless, birbirlerinin yüzüne baktıklarında yalnızca kişisel pişmanlıklar gören, boşanma sürecindeki sevgisiz ve öfkeli bir anne babanın, mutsuz evlatlarının bir anda ortadan kaybolmasının hikayesi. Evin içindeki varlığını görünmez gibi sürdüren, hor görülen, sevgisiz büyüyen bir çocuğun kaybolmasının ardından, alternatif ailelerin de devreye girmesiyle dallanıp budaklanıyor LovelessThe Return, Banishment, Elena ve Leviathan gibi nitelikli festival hitlerinin ardından Rus sinemasının en yetenekli yönetmenlerinden Andrey Zvyagintsev, bir kez daha güçlü sinemasal dilini, etkili bir hikaye üzerinden işlemeyi başarıyor.

Yönetmenin alameti farikası olan nefis plan ve çerçevelerin henüz ilk saniyesinden itibaren yine yerli yerinde olduğu Loveless, kimi zaman klişe tespitlerle izleyicisinde dejavu etkisi yaratsa da bu, filmin etkisinden çok şey götürmüyor. Ele aldığı hikaye ve ona yaklaşım biçimi göz önünde bulundurulduğunda, süresini (130 dakika) pek de ekonomik kullandığını söyleyemeyeceğimiz Loveless‘ın Zvyagintsev’in en iyi filmi olmadığı açık. Ancak yönetmenin olgun sineması ve güçlü anlatım dili ile jüriyi etkilemesi kaçınılmazdı.

en iyi yonetmen

EN İYİ YÖNETMEN:
Sofia Coppola, The Beguiled

Anlattığı her hikaye ve her filme kendince bir incelik kazandıran, Amerikan bağımsız sinemasının en güçlü yönetmenlerinden Sofia Coppola’nın, Clint Eastwood’un aynı adlı -neredeyse maço- filmini feminist rüzgarlar estirerek yeniden uyarladığı The Beguiled, hedefini 12’den vuruyor. 1864’te iç savaşın kavurduğu Amerika kırsalında bir kız okuluna yaralı şekilde gelen bir ‘düşman’ askerle karışan olayları merkez alan The Beguiled, Coppola’nın yaydığı cinsel tansiyondan beslenen ilk yarısında, izleyicisini yarattığı atmosferin bir parçası haline getiriyor.

Bir grup kadın kahramanın tüm film boyunca kapalı bir evin içinde karşımıza çıkmasıyla Virgin Suicides‘ı, nostalji hissinin uzağındaki dönem atmosferiyle Marie Antoinette‘i anımsatan The Beguiled‘de, Yorgos Lanthimos’un The Killing of A Sacred Deer‘ında da karşılıklı izlediğimiz Nicole Kidman ve Colin Farrell’a, Coppola’nın gediklilerinden Kirsten Dunst ile yönetmenin Somewhere’inde henüz 11 yaşındayken döktürmüş olan Elle Fanning eşlik ediyor.

Coppola’nın 35 mm. tercihinin de son derece yerli yerinde olduğu bu düşük bütçeli gerilim / kara komedi, kısacık süresi içerisinde çok şey başarıyor. Özellikle ikinci yarısında karakterleri arasında kurduğu örtük yarış ve final bölümündeki oyuncaklı planla izleyicisine bolca kahkaha da attıran The Beguiled, başka bir yönetmenin elinde tam da işlemeyecek bir dram / gerilimi, kendi ciddiyetsizliğinden beslenen bir dünya kurarak, güçlü kadın zaferine dönüştürüyor.

Coppola’nın çoğunlukla kısacık planlar, bol kesme ve dinamik bir anlatıyla önümüze getirdiği film, Cannes’ın son günlerinde genellikle zayıf filmler izlemeye alışık kitleler üzerinde kafa açıcı bir etki yarattı ve kadın hikayeleri anlatma uzmanı Almodovar’ın başkanlığındaki jüriden de ödül ihtimalini belirgin hale getirdi. Coppola’nın bir kez daha işbirliği yaptığı Phoenix’e teslim ettiği müzikler de tek kelimeyle muazzam. 

en iyi kadin oyuncu

EN İYİ KADIN OYUNCU:
Diane Kruger, In The Fade

En son The Edge of Heaven‘la katıldığı Cannes Film Festivali’nden En İyi Senaryo ödülüyle dönen Fatih Akın, 10 yıl sonra Ana Yarışma’da sıkı bir polisiye dramla karşımıza çıkıyor. Diane Kruger’ın baştan sona çok iyi bir performansla canlandırdığı Katja Şekerci’nin kocası ve çocuğunun bir bombalama olayında ölmesi sonucu içine düştüğü iç tüketen adalet girdabına odaklanan Akın, ele aldığı hikayeyi hiçbir anında ajite etmeden soğuk ve mesafeli bir tavırla anlatıyor. Başkasının elinde salya sümük bir melodrama dönüşebileceği gibi, daha uçuk bir intikam filmine de evrilebilecek In The Fade’den metanetli ve puslu bir seyirlik çıkaran Akın’ın en büyük başarısı da baştan sona uzaklaşmadığı bu tavrının tutarlı bir anlatıma kavuşması.

Aile, adalet ve deniz adlarını taşıyan üç bölümden oluşan epizodik bir anlatım takip eden Akın, filmine gayet sıkı bir biçimde başlıyor. Tıpkı giriş sahnesinde olduğu gibi film boyunca da aralara giren pek çok (telefon kamerasıyla çekilmiş gibi duran) karakterlere ait anı videolarıyla, hikaye örgüsünü destekleyen Akın, “adalet” başlıklı bölümdeki bazı klişe senaryo hamleleri ve karikatür karakterlerle, alışılageldik bir hukuk dizisi hissiyatı uyandırmaktan kurtulamıyor. Filmin de en zayıf noktası olarak bu orta kısmı işaret etmek mümkün.

Çözüm bölümünde yeniden toparlansa da film,ortadaki bu mahkeme sahnelerinde epey kan kaybediyor. Bununla beraber karakterine gösterdiği özenin de etkisiyle finalde, baştan itibaren tutturduğu mesafeli anlatımı, makul bir finale ulaştırıyor Akın… Theatre Lumiere’deki ilk gösteriminde uzun uzun alkışlanan ve başka bir jüri olsa yönetmen ödülü ihtimali dahi yüksek olan In The Fade‘in tek ödül kozu Diane Kruger da ödüle ulaşmayı başardı.

en iyi erkek oyuncu

EN İYİ ERKEK OYUNCU:
Joaquin Phoenix, You Were Never Really Here

Ramsay’nin savaştan döndükten sonra bir daha kendini toparlayamamış, çocukluk travmaları tüm benliğini sarmış ve resmi olarak suçla savaştığı dönemde şahit olduğu cansız bedenleri zihninden kazıyamamış bir çeşit özel dedektif olan Joe’yu merkez alan filmi, beyaz perdede şahit olduğumuz en benzersiz kurgu işlerinden birini karşımıza getiriyor.

Günümüzde lineer akan öykü, Joe’nun geçmişinden gelen karanlık manzaralar ve sayıklamalarla yerli yerine oturuyor ve Ramsay karakteri hakkında uzun bir biyografi anlatmak yerine, izleyicinin hayal gücüne güvenen, adeta “Nasıl bir şey olduğunu tahmin edersiniz” diyen bir an şahitliği yaratıyor. Gördüğümüz kısacık planlarla topladığımız veriler, finale kadar Joe’ya dair tüm boşlukları tamamlamamıza ve sert, mesafeli ve geçişsiz karakterinin içyüzünü aydınlatmamıza neden oluyor.

Her zamanki gibi eşsiz bir performansla Joaquin Phoenix’in baştan sona bir anda bile kopmadığı şahane karakterini tüm hasarlarıyla kusursuz bir biçimde bedene getirdiği film, hikayede bir çeşit kurtarıcı rolü verilmiş olan Joe’yu kahramanlaştırmaktan da özellikle kaçınıyor. Kurtarıcısı olduğu ‘mağdure’nin kendi başının çaresine bakabilir hali ve aslında iki yaralı ruhun birbiriyle kalması hali, filmi öykü anlamında epey parlak bir alana ulaştırıyor.

Sinopsisinden oyuncu seçimine kadar Martin Scorsese’nin Taxi Driver’ını anımsatan filmde Joe’nun Travis Bickle’la, Nina’nın ise Jodie Foster’ın karakteriyle çok sayıda benzerşik taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak Psycho‘dan Drive‘a pek çok referans içeren filmde Ramsay’nin her hamlesi gibi bu göndermeler de incelikle kurulmuş büyük bir tasarının parçası.

en iyi senaryo

EN İYİ SENARYO:
Yorgos Lanthimos, The Killing of A Sacred Deer & Lynne Ramsay, You Were Never Really Here

Netflix olaylarını saymazsak, festivalin en patırtı koparan filminin Yorgos Lanthimos imzalı The Killing of the Sacred Deer olduğunu söyleyebiliriz. Dogtooth, Alps ve The Lobster‘ın ardından tüm gözlerin üzerine dikilip bir sonraki işi merakla beklenen Yorgos Lanthimos’un katıksız hayranları kadar, kendisinden zerre haz etmeyenlerin sayısı da bir hayli fazla. İşte bu yılki yarışma filminin de bittikten sonra bir kısım izleyici tarafından yuhalanması tam da bu yüzden. İnsanların hakkında coşkulu tepkiler verdiği filmlerin yönetmenleri her zaman ilgi çekici olmuştur. Lanthimos da seveni ve sevmeyeni için son derece ilginç bir yönetmen.

Yeni filmini de The Lobster sonrasında büyük sükse yaptığı Amerika’da çeken yönetmen Colin Farrell ve Nicole Kidman’ı başrole taşıyor ve bu doktor karı kocasının iki çocuğu ile yaşadığı monoton ve sönük yaşam, Farrell’ın karakterinin ölen bir hastasının oğlunun resme dahil olmasıyla, tansiyonu gittikçe artan bir manyaklık şölenine dönüşüyor. Baştan sona filme eşlik eden sinir bozucu yaylılardan oluşan müzikler ve tekinsizlikten tekinsizlik beğenen sayısız mizansen, Lanthimos’un karanlık aile tablosunun tonunu belirliyor.

Filmin üçte ikisini kaplayan neredeyse balık gözü ayarındaki geniş açı planlarla, merkeze aldığı aile üyelerini, dev bir yüzeyde küçücük kılarak içinde bulundukları acizliğin altını çizen yönetmenin kendine özgü planları, başarılı bir kurgu ile karşımıza geliyor. Ne var ki aynı başarı, filmin senaryo kurgusunda kendini tam anlamıyla gösteremiyor ve film özellikle finale giden son 40 dakika içerisinde ciddi bir tempo problemi yaşıyor. Lanthimos’un ilk yarıda kenarlarını sıkı sıkıya bağladığı gerilim yüklü kabusu, ikinci yarıda hava kaçırmaya ve finalde patladığındaki etkisinden azaltmaya başlıyor.

Kişisel olarak, Lanthimos’un üzerinde, Amerika’da film yapmak ve muhtemelen artık daha geniş kitleleri memnun etmek zorunda olmaktan kaynaklandığını sandığım bir endişe hissettim. Sanki kendi özgün evreni ile “Nicole Kidman filmi seyircileri”nin beklentileri arasında sıkışmış yer yer Lanthimos. Filmdeki sarkmalar ya da yarattığı etkinin altında kalan bazı büyük sahneler, işte bu nedenle sıkıntı çıkarıyor. Ne olursa olsun tümüyle özgün, şaşırtıcı ve yaratıcı bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtlıyor Yorgos Lanthimos TKOTSD‘da. Sevmeyenlerin elinde bir koz olabilecek bir film ama sevenleri için yine tatlı bir şölen hissi var.

diger oduller

Diğer Ödüller 

 70. YIL ÖZEL ÖDÜLÜ: Nicole Kidman, The Beguiled & The Killing of A Sacred Deer

ALTIN KAMERA: Jeune Femme

EN İYİ KISA FİLM: A Gentle Night

KISA FİLM – Mansiyon: Katto