79. Venedik Film Festivali izlenimleri: Bölüm 2

79. Venedik Film Festivali’nde merakla beklenen prömiyerler birbiri ardına gerçekleşiyor. Noah Baumbach’ın White Noise’u ile açılan yarışmada yeni Iñárritu, Guadagnino, Gavras filmleri de izleyici karşısına çıktı.

Melikşah Altuntaş’ın White Noise’a dair değerlendirmesini ise buradan okumak mümkün.

Bardo, falsa crónica de unas cuantas verdades / Bardo (or False Chronicle of a Handful of Truths)

Ana Yarışma

Yönetmen: Alejandro G. Iñárritu

Amores Perros gibi bir başyapıtla çıkageldiğinde dünya sinemasının yeni ve heyecan verici yönetmenlerinden birine dönüşen Iñárritu, son on yılda Oscar akademisinin gözde filmlerinden Birdman ve The Revenant’a peş peşe imza attığından beri yeni bir uzun metrajlı filmle karşımıza çıkmıyordu. Dev bir Netflix bütçesiyle kotardığı son filmi Bardo ile yedi yıllık sessizliğini bozan Inarritu, Fellini’nin ’la açtığı yoldan ilerleyen ve hayat üzerine büyük cümleler kuran yarı otobiyografik filmlerle kendi ’larını çeken yönetmenler arasında yerini alıyor. Sorun şu ki Bardo bu gelenekte, Cuaron’un Roma’sı ya da Jodorowsky’nin The Dance of Reality ve Endless Poetry’si gibi yönetmenlerinin kendi geçmişleriyle büyük bir ustalık içinde hesaplaştığı başyapıtlardansa, Sorrentino’nun The Hand of God’ı gibi daha az derinlikli bir mızmızlanma izleğine yakın duruyor.

Üç saatlik süresi boyunca kahramanı Silverio’nun günümüzden geçmişe, kişisel geçmişinden Meksika tarihine, oradan insanlık tarihine ve yeniden Silverio’nun bugününe gitgelli bir senaryo kurgusu takip eden film, insanoğlunun varoluşundan beri karşılaştığı hemen her kavram ve duruma dair bir sahneyle çeşitleniyor ancak bunların hiçbirine dair çarpıcı bir tespit ya da kayda değer bir cümle kurma gayretine girmiyor. Iñárritu’nun her zamankinden de fazla gösterişçi rejisi bu epik kara komediyi, olduğundan daha derinlikli bir hâle getirmektense, izleyicisini dev bir lunaparkın içinde, aynı anda tüm oyuncaklara binmek isteyen ama bunun yerine her birine ondan önce binenleri izlemek zorunda bırakılan bir çocuk şahitliğine terk ediyor.

Üç saat boyunca ağzımız açık şekilde dev figürasyonlu, bol CGI’lı sahnelere bakıp, finalde de yarım yamalak bir “erkek adamlık destanı” izlemiş şekilde koltuktan kalkıp sıradan hayatlarımıza dönüş yapıyoruz. Bardo’nun hedefini en vuramadığı kısım da sanırım izleyicisini bu “Ben ne izledim böyle!” şeklindeki bir etkilenme hâlinden ziyade, birbiri ardına dizilmiş bir yığın 4K YouTube videosu izlemiş olma tecrübesiyle salondan uğurluyor olması.

Tár

Ana Yarışma

Yönetmen: Todd Field

İlk filmi In The Bedroom ile ne kadar başarılı bir yönetmen olduğunu kanıtladıktan sonra Little Children ile de bu başarıyı katlayan Todd Field’i 16 yıl sonra yeniden bir filmin yönetmen koltuğunda görmenin mutluluğunu yaşadığımız Tár, şimdilik yarışmanın en parlak filmlerinden. Başroldeki Cate Blanchett’ın doğadaki tüm oyunculuk ödüllerini almaya yemin etmiş performansıyla ağızları açık bırakan ve iki buçuk saati aşkın süresini de pek hissettirmeyen film, besteci ve orkestra şefi Lydia Tár adlı bir kibir dağının, uzun yıllar boyunca gücünü kötüye kullanmayı seçmiş pek çok benzeri gibi kaçınılmaz şekilde günümüz dünyasının politik hassasiyetleriyle nasıl bir savaşın merkezine düşeceğine dair ibretlik hikâyesini anlatıyor.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, filmin yegane yumuşak karnının bu ibret verme gayretine kimi zaman fazla yaklaşması olduğunu ve uzadıkça uzayan son 15 dakikasında da çeşitli senaryo zafiyetleriyle gücünü zayıflattığını düşünüyorum. Fakat bunun dışında Tár hakkında olumsuz cümle kurabilmek bir hayli güç, zira karşımızda eril dünyanın tüm geleneklerine bağlı, değişime defanslı ve sosyal hassasiyetlerin, insanları duygusuz robotlara çevirdiğini düşünen bir zorbanın son derece gerçekçi hikâyesi duruyor.

Field, bir hayli cesur şekilde izleyicisini filmin içine almama pahasına adeta bir sahte belgeseli andıran ilk yarım saati boyunca bize Lydia Tár’ın New York Times röportajını ve The Julliard School’da konuk hocalık yaptığı bir dersi (olağanüstü şekilde kurulmuş bir plan sekansla) uzun uzun izletiyor. Ardından baş karakterimiz Berlin’deki ayrıcaklı hayatına ve Berlin Filarmoni’nin başındaki görevine dönüyor ve filmin ana aksı buradan itibaren akmaya başlıyor.

Baştan sona Tár’sız tek bir sahne bile olmayan bu uzun öykü içerisinde, kariyerlerinin zirvesindeki insanların elde ettiği güç, otorite ve para zehirlenmesine ve bu zehrin karşısında ne zekânın ne de yeteneğin durabildiğine dair geniş bir anlatı var. Aslında bu anlatı, günümüz dünyasında nefes alıp veren herkes için o kadar tanıdık, Tár gibi karakterler hayatımızın en kilit noktalarında o kadar başımıza bela şekilde hayatlarını sürdürüyor ki; tüm dünyanın sırtından atamadığı bu kamburun, zamanın ruhuyla kusulup atılması ihtimali bile meselenin karşı tarafında duranları keyiflendirmeye yetiyor.

Todd Field’in hem senaryo hem de rejide didaktizmden bir hayli kaçınan, kahramanına mesafelenmeyi yalnızca metinle değil, geniş açı lenslerle de ihmal etmeyen tavrı Tár’ı enfes bir seyir tecrübesine dönüştüyor. Almanya’dan Nina Hoss, Fransa’dan Naomi Merlant ve ABD’den Mark Strong gibi başarılı oyuncuların varlığı bir yana Cate Blanchett’ın bu filmle kazanacağı üçüncü Oscar heykelciğini elinde tutarak neler anlatacağını da şimdiden çok merak ediyorum. Zira Blanchett’ın buradaki performansı kariyerinin açık ara en güçlü işi ve yıl boyunca hiçbir ödül komitesinin buna kayıtsız kalabileceğini sanmıyorum.

Bones and All

Ana Yarışma

Yönetmen: Luca Guadagnino

Call Me By Your Name ile kariyerinin zirvesini gördükten sonra nefis Suspiria uyarlaması ve HBO’nun gelmiş geçmiş en özgün dizilerinden We Are Who We Are’a imza atan Luca Guadagnino, yoluna vites küçültmeden devam ediyor ve trajik bir öteki hikâyesi anlattığı Bones and All ile bu yılki Venedik yarışmasının en dikkate değer filmlerinden birine imza atıyor.

Yamyamlık güdüleri nedeniyle hayatı boyunca herkesten ve her şeyden farklı bir çeşit canavar olarak yaşamaya mahkum edilmiş bir genç kadının kendi özünü bulup serbest bırakmayı öğrenmesi şeklinde kabaca tanımlanabilecek bir hikâye anlatan film; Terrence Malick’in Badlands’inden Ali Abbasi’nin Border’ına, Oliver Stone imzalı Natural Born Killers’tan François Ozon’un Criminal Lovers’ına kadar sinema tarihinin çok sayıdaki suç ve öze dönüş filmine benzer bir his yaratıyor ve her birinden farklı bir sinemasal dille özgün bir anlatıya dönüşmeyi beceriyor. 

Birbirini bulup, farklılıklarını sahiplenmeyi öğrenen azınlık ya da komünlerin makus kaderleriyle imtihanları ekseninde dolanan pek çok hikâyede ne oluyorsa Bones and All’da da onlar oluyor ancak Guadagnino’nun gözündeki incelik nedeniyle film, son derece özel bir seyirliğe de dönüşüyor. Şahit olduğumuz trajedinin etkisini hem büyüleyici görüntüleri hem de nefis ses bandıyla katlıyor Guadagnino. Başroldeki Taylor Russell’ın etkili oyununa Timothée Chalamet başarıyla eşlik ediyor ve yan rollerde karşımıza çıkan Mark Rylance, Michael Stuhlberg, Chlöe Sevigny, Andre Holland ve David Gordon Green gibi isimler de filmin gücünü artıran eşlikleriyle Bones and All’un seyir zevkine çeşitli artılar ekliyor.

Athena

Ana Yarışma

Yönetmen: Romain Gavras

Usta yönetmen Costa Gavras’ın kendi gibi yönetmen oğlu Romain Gavras, yalnızca yaşayan en iyi birkaç video klip yönetmeninden biri değil, aynı zamanda her yeni işiyle heyecan yaratan bir sinemacı olduğunun ispatı gibi son filmi Athena ile Venedik yarışmasının belki de en etkileyici yönetmenlik işiyle karşımıza çıkıyor. Filmini, dahice bir koreografi ve akıl almaz bir matematikle akıp giden 10 dakikalık bir plan sekansla açarak, şovunu daha en baştan yapan Gavras; Paris’te polis kurşunuyla hayatını yitirmiş Cezayirli küçük bir çocuğun üç abisinin ekseninde nefes kesen bir çatışma filmine imza attığı Athena’yı, bıçağın kemiğe dayandığı bir hukuksuzluğun karşısına isyan bayrağını diken dev bir protesto gösterisi gibi tasarlamış.

Kendi azınlıklarını yaratıp onları da her fırsatta dikenli sopasıyla dürten devletlerin ömrü boyunca muhatap olmak durumunda kalacakları bir isyanın, sinema tarihinde daha önce benzerlerini de gördüğümüz bir hikâye etrafında şekillenmiş bir örneğini takip eden senaryosu, düzenin tüm taraflarının benzer şekilde ezildiğinin ve her birinin devletin süregelişi için bu savaşı vermeye mahkum oluşunu da fısıldayarak risk alıyor. Polis şiddetine dair böyle bir anlatının tartışmaya açık bir finalle noktalanması da Gavras’ın bu noktada aldığı en büyük riske tekabül ediyor. Hem bu çarpıcı yaklaşımı hem de yalnızca aksiyon türündeki yetkinliğiyle değil, kamera ve sesle beyaz perdede ne türde büyüler yaratılabileceğine dair de akıl almaz bir sinema deneyimi Athena. 2020’lerin La Haine’i olmakla kalmayıp içinde bulunduğumuz sinema yılını da yakacak filmlerden.

Un couple / A Couple

Ana Yarışma

Yönetmen: Frederick Wiseman

90’lı yaşlarının ortalarına doğru ilerleyen usta yönetmen Wiseman’a yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri, kendisinin birbiri ardına çektiği enfes belgesellerden sonra, karantina sürecinde mahsur kaldığı bir evin bahçesinde ve yakınındaki ormanda tek bir oyuncuyla çektiği bu 63 dakikalık işi, festivalin ana yarışmasının merkezine koyup izleyicileri Wiseman’ın sinemasına dair bu denli şüpheye düşürmekti herhalde.

Edebiyat tarihinin en büyük ustalarından Lev Tolstoy’un eşi Sophia üzerine okuyup izlediğimiz şeylerin hiçbirinden daha yetkin olmadığı gibi geveze ve boğucu üslubuyla hikâyeye dair ilgimizi de çok kısa sürede boşa çıkaran A Couple, çeşitli doğa manzaraları arasında Sophia’yı oynayan Nathalie Boutefeu’nun kameraya bakıp dert yanmasından ibaret.

İzlediğimiz bu işi Venedik’te Altın Aslan için yarışan bir filmden çok, Sophia Tolstoy’un evinin bahçesindeki bir evlilik vlog’u olarak tanımlamak filmden sonra zihnimi dinlendirmemde bana yardımcı olan yegane şeydi ne yazık ki.

Blue Jean

Venice Days

Yönetmen: Georgia Oakley

Festivalin geleneksel yan bölümlerinden Venice Days’in açılışını yapan Blue Jean, 80’li yılların muhafazakâr bir İngiliz kasabasındaki lezbiyen bir beden eğitimi öğretmeninin, cinsel kimliği ile okul ve özel hayatındaki zorlu varoluş hikâyesini izliyoruz. Oakley’nin güçlü rejisi, başroldeki Rosy McEwen’ın nefis performansı ve dokunaklı bazı anlarıyla, yılın kalburüstü işlerinden biri ile karşı karşıyayız.

NajsreЌniot čovek na svetot / The Happiest Man in the World

Orrizonti

Yönetmen: Teona Strugar Mitevska

Birkaç yıl önce Berlinale Ana Yarışma’daki filmi God Exist, Her Name is Petrunya ile güçlü bir çıkış yapan Mitevska, bir partner bulma etkinliği sırasında karşı karşıya gelen 40’lı yaşlarındaki bir kadın ile adamın geçmiş bağlantıları üzerinden acılı bir Bosna – Sırp Savaşı travmasına odaklandığı filmiyle bu yılki Orrizonti’nin şimdilik en iyi işini ortaya koyuyor.

Yazı: Melikşah Altuntaş