93. Akademi Ödülleri: Oscar yarışında uluslararası yapımlar

“İki santimlik altyazı engelini aşarsanız, çok fazla muhteşem filmle tanışacaksınız.” 2020’nin en güzel gününü hatırlıyor musunuz? Yılın geri kalanında yaşadıklarımız düşünülürse, yanıtın birçokları için yılın ilk üç ayından olacağını tahmin etmek zor değil. Sinemayı ve ödül sezonunu yakından takip edenler içinse yanıt bariz; 92. Akademi Ödülleri’nin sahiplerini bulduğu 9 Şubat 2020 gecesi. O gecenin başında umut dolu olanlarımız Akademi Ödülleri ve dünya sineması açısından tarih yazılacak bir geceye tanık olacaklarını içten içe biliyor, yine de Akademi Ödülleri’nin kötü şöhretli yakın geçmişi fazla beklentilere kapılmamıza engel oluyordu. Fakat o gece, birkaç hafta öncesindeki Altın Küre ödül töreninde En İyi Yabancı Dilde Film ödülünü kabul ederken “İki santimlik altyazı engelini aşarsanız, çok fazla muhteşem filmle tanışacaksınız.” diyen Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho, bir ilki başararak Parasite filmiyle yalnızca En İyi Uluslararası Film Oscar ödülünün değil, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Yönetmen ve En İyi Film Oscar ödüllerinin de sahibi olacaktı. 9 Şubat 2020 gecesi, 92 yıllık tarihe sahip Akademi Ödülleri’nde ilk kez İngilizce dışındaki bir film, büyük ödüle layık görüldü. Parasite, $52.8 milyon doları aşan gişe hasılatıyla ABD’de tüm zamanların en çok gişe yapan dördüncü İngilizce-olmayan filmi oldu.

Yazı: Emre Eminoğlu

Parasite’in tarih yazdığı gecenin ardından, bu yıl gözler her zamankinden daha çok Oscar’ın En İyi Uluslararası Film kategorisinin üzerinde. İki yıl öncesine kadar En İyi Yabancı Dilde Film adını taşıyan ve 1956’dan bu yana her yıl, dileyen ülkelerin kendi seçtikleri bir yöntemle belirlediği bir film ile başvuruda bulunduğu bu kategorinin kuralları oldukça basit: her ülke, o ülkenin yapımcısı ya da ortak yapımcısı olduğu, mevcut diyaloğunun çoğunluğu İngilizce dışındaki bir dilde olan ve Akademi tarafından belirlenen tarih aralığında bir hafta boyunca gösterime girmiş bir filmi seçiyor, belirlenen tarihe kadar resmî başvurusunu tamamlıyor. Başvuruda bulunan ülkelerin sayısı, her yıl yeni bir rekor kırmaya devam ediyor – son iki yıldır bu sayı 93. 2006 yılından beri Akademi, adayların açıklanmasından yaklaşık bir ay önce, bir kısa liste yayımlayarak, film sayısını oy kullanacak üyelerin izleme yükünü hafifletecek bir sayıya indiriyor.  Kısa listedeki, normal şartlarda 10 olan film sayısı, içinde bulunduğumuz yılın kural bozan olağanüstü koşulları nedeniyle bu yıla özel olarak 15’e yükseltildi.

Türkiye’nin adayı: 7. Koğuştaki Mucize

İlk başvurusunu 1964’te Metin Erksan’ın Susuz Yaz filmiyle yapan ve 2005 yılından beri düzenli olarak Oscar adayını seçen Türkiye’nin seçimi; Sanatsal Etkinlikler Komisyonu’na bağlı çalışan, meslek birlikleri ve farklı kurumların temsilcilerinden oluşan on altı kişilik Sinema Meslek Birlikleri Güç Birliği tarafından yapılıyor. Henüz Oscar adaylığı elde edemeyen, 2008 yılında Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filmiyle kısa listeye kalan Türkiye’nin bu yılki adayı, Mehmet Ada Öztekin imzalı 7. Koğuştaki Mucize olarak belirlenmişti. Bir Güney Kore sineması örneğinden uyarlanan, 1980’lerde küçük bir kızın ölümü sonrasında haksız yere suçlanıp idam cezasına çarptırılan bir mahkumun trajedisini konu alan film, Türkiye’de 2019’un en çok gişe yapan yapımıydı. Sadece Türkiye’de değil, ABD dâhil birçok ülkede Netflix üzerinden erişilebilme avantajına sahip olsa da, 7. Koğuştaki Mucize kısa listeye kalamadı.

Erken elenenler

9 Şubat’ta yayımlanan En İyi Uluslararası Film kısa listesindeki on beş film arasında, yılın öne çıkan uluslararası yapımlarının birçoğu bulunsa da, bazı filmler varlıklarıyla değil yokluklarıyla dikkat çekiyor.

Polonya’dan Never Gonna Snow Again (yön. Małgorzata Szumowska & Michał Englert), Doğu Avrupa göçmeni bir masör olan Zhenia’yı; kentin banliyölerinde, varlıklı ve gösteriş meraklısı ailelerin yaşadığı, birbirinin kopyası villaların bulunduğu, duvarlarla çevrili bir siteye sokuyor. O kapı kapı dolaşarak farklı evlere girdikçe ve zengin kadınları ve zengin erkekleri parmakları altına alıp hayatlarını değiştirmeyi vadettikçe, biz de kapalı kapılar ardında yaşananlara, sırlara ve kaçamaklara, absürt ve mistik olaylara, hüzün ve yalnızlığa tanık oluyoruz. Banliyö yaşamının kaçınılmaz yalnızlığı ve depresifliğini kendine has bir mizah anlayışıyla sunan ve (fazla) dolaylı yoldan iklim krizine de göndermelerde bulunan film, başrol oyuncusu Alec Utgoff’un performansıyla dikkat çekici.

Yunanistan’dan Apples (yön. Christos Nikou), Lanthimos ve Tsengari gibi çağdaş Yunan sinemasının tuhaf dalgasını başlatan isimlerin izinden giden bir film olarak, bir hafıza kaybı salgınının etkisine soktuğu dünyanın içinde kendi kurallarını koyuyor. Bu gerçeklikte hastaneler, üzerinde kimliği ya da belli bir süre içinde kendisini arayan herhangi bir yakını bulunmayan hastalarını, hayata yeniden kazandırılabileceklerini kanıtlamaları için bir programa tabi tutuyor ve onlara belirli görevler vermeye başlıyor. Bunlardan biri olan Aris’in hikâyesi, bizi hafıza, kimlik ve yas üzerine bir yolculuğa çıkarıyor.

Lesotho, tarihte ilk kez Oscar adayı belirleyerek Akademi’ye başvuruda bulunan üç ülkeden biriydi. Ve seçimi, Sudan’ın hüzünlü büyüme hikâyesi You Will Die at 20 ile dokuz yaşındaki işitme engelli bir çocuğun ayrımcılığa karşı mücadelesini konu alan Surinam filmi Wiren’den çok daha iddialıydı. This Is Not a Burial, It’s A Resurrection (yön. Lemohang Jeremiah Mosese), en az başlığı kadar şiirsel olmakla kalmıyor; canlı renkleri, büyüleyici görüntüleri, yenilikçi müzikleriyle de dikkat çekiyor. Afrika büyülü gerçekliğini ve masal anlatıcılığını kullanarak bir yas hikâyesini, bir toprak koruma mücadelesi ve yerinden edilme isyanıyla harmanlıyor; hem ölüme hem de düzene cesurca meydan okuyor.

Hindistan’dan Jallikattu (yön. Lijo Jose Pellissery), geri planda kalmasına rağmen izleme fırsatı bulan herkesi büyüleyen bir sinema diliyle, “keşke sinemada izleyebilseydim” dedirten o sinema deneyimlerinden. Hindistan’daki bir köyün ahalisinin, kaçan bir boğanın peşinden kaosa sürüklendiği film, insan doğasındaki şiddet, açgözlülük ve rekabet tutkusunu bir çılgınlığa dönüştürüyor. Henüz ilk saniyelerindeki görüntü ve seslerle yetkinliğinin ve özgünlüğünün sinyallerini veriyor. İnsanlar doğaya meydan okumaya çabalarken, adım adım birbirlerini ve kendilerini yok ediyorlar – bize de izlemek düşüyor.

Slovakya’dan The Auschwitz Report (yön. Peter Bebjak), düşünür George Santayana’nın “Geçmişi unutanlar, onu yeniden yaşamaya mahkûmdurlar.” sözünü alıntılayarak başlayan; bu zamana kadar II. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında yaşananları konu alan onlarca, yüzlerce yapımı izleyip geçmişten ders çıkarabilmemizi sağlayan kişilerden ikisi ve onların hazırladığı raporla ilgili. İlk yarısında bize Auschwitz toplama kampında yaşananları tüm korkunçluğuyla, zaman zaman psikolojik olarak zorlayıcı sahnelerle anlatan film, ikinci yarısında iki kişinin kamptan kaçış hikâyesine dönüşüyor. Kampta yaşananları belgeleyen sayfalarca dökümanı insanî yardım kuruluşlarına ulaştırmayı başaran bu iki adamın oynadığı rolün altını çizmek için etkisini yitirmeyi göze alarak finalinde didaktikleşse de, Akademi’nin Holocaust filmlerine olan zaafı düşünüldüğünde kısa listeye kalamamış olması şaşırtıcı.

Kısa listeden uzak ihtimaller

Son on yıl içinde Asghar Farhadi filmleriyle iki kez Oscar’a uzanan İran sineması, ilk adaylığını 1998’de, Majid Majidi imzalı Children of Heaven ile elde etmişti. Majidi’nin yeni filmi Sun Children da Venedik Film Festivali’ndeki prömiyerinin ardından ülkenin bu yılki Oscar adayı seçildi. Film, sokak çocuklarına ve çocuk işçilere ücretsiz eğitim veren ve bağışlarla ayakta kalmaya çalışan Güneş Okulu’nda geçiyor. Hayatta kalmak için birden fazla işte çalışmak zorunda olan on iki yaşındaki Ali ve üç arkadaşı, bir çete tarafından, yalnızca okulun bodrumundan kazılacak bir tünelle ulaşılabilecek bir hazineyi ele geçirmekle görevlendiriliyor ve istemeyerek de olsa okula yazılıyorlar. Ali ve arkadaşlarının eğitim ve suç arasında bölünen yeni yaşamları sırasında geçirdiği dönüşüm; idealist bir öğretmenin, toplumsal trajedilerin, Venedik’te ödüllendirilen genç başrol oyuncusu Roohollah Zamani’nin performansının ve Majidi’nin göz yaşı döktürmeye and içmiş kamerasının da etkisiyle güçlü ama popülist bir filme dönüşüyor. 1990’larda ödüle dahi uzanabilecek film, Farhadi’nin sinemasına alışmış Akademi için çok da olası bir seçim değil.

Avrupa sinemasının önemli isimlerinden, Avrupa Film Akademisi’ne de başkanlık eden Agnieszka Holland’ın Çekya’da çektiği yeni filmi Charlatan, ülke tarihinin tozlu sayfaları arasında kalmış, adı pek de duyulmamış bir kahramanın hikâyesini anlatıyor. II. Dünya Savaşı öncesinde ünlenen şifacı Jan Mikolasek’in biyografisinde yönetmenlik ve senaryo; Mikolasek’in gerçek hikâyesinin ve çalışma tekniğinin ilgi çekiciliğinin gölgesinde kalıyor. Zira Mikolasek, hem Nazi işgalcileri hem de komünist rejim tarafından istenmeyen ilan edilmesine ve gazete manşetlerine “şarlatan” olarak taşınmasına rağmen gizliden gizliye devlet yönetiminin en üstlerinin dahi yardımına muhtaç olduğu bir alternatif tıp ilahı. Farklı yaşlardaki Mikolasek’i gerçek hayatta baba-oğul olan Ivan ve Josef Trojan’ın canlandırdığı Charlatan, kuir twist’iyle şaşırtmasına rağmen, dönemi iyi yansıtan sıradan bir biyografi olmanın ötesine geçemiyor.

Şili’nin En İyi Belgesel Film kısa listesine de girmeyi başaran filmi The Mole Agent (yön. Maite Alberdi), bir yaşlı bakım evine köstebek olarak sokulan ve kurum hakkındaki iddiaların gerçekliğini araştırmak üzere orada yaşamaya başlayan bir adamın dedektifliğe soyunma hikâyesi. Yaşlı adam bir yandan teknolojiye ve gizli kameralara karşı mücadele verirken, bir yandan da bakım evinde yaşamaya ve orada dostluklar kurmaya başladıkça kendi hislerini, yalnızlığını ve yaşamını sorgulamaya başlıyor. Gizli görevi, göz önünde olma ve ilgi görmenin cazibesiyle çelişiyor. Polisiye olarak başlayıp dokunaklı bir duygu seline evrilen bu iyi kotarılmış belgesel, başka bir uluslararası belgesel yapımın da iddialı olduğu bu yılda, her iki kategoride de kısa listeye kalmakla yetinecek.

Kısa listedeki iki Nordik filmden biri olan Norveç yapımı Hope (yön. Maria Sødahl), ölüme soğukkanlı bir şekilde yaklaşan Nordik aile dramlarına bir yenisini ekliyor. Ölümcül bir teşhisle sarsılan sanatçı Anja, bir anda geçmişini, eşi Tomas’la olan ilişkisini, evliliği ve bu konuda aldıkları kararları, anneliğini, çocuklarının geleceğini, sanatını, başarılarını, gerçekleştiremediği hayallerini ve dostluklarını sorgulamaya başlıyor. Hızlı kararlar almak hem kendi sağlığı hem de çocuklarının psikolojisi yararına olacakken tüm ülkenin Noel tatilinde olması işini zorlaştırıyor, ihtiyacı olan desteği arttırıyor ve sadece onun değil, izleyicinin de sinirlerini geriyor. Andrea Bræin Hovig’in performansıyla etkisi artan, ona Stellan Skarsgård’ın eşlik ettiği Hope, ortalamanın üzerinde bir aile dramı olmasına rağmen, dışarıdan bir gözle bakıldığında imkanlarının yeterince farkında olmayan, her anlamda ayrıcalıklı bir insanın ölümle sınanması hakkında.

Kısa listedeki en büyük sürprizlerden biri, Kuzey Afrika’dan oldu: Tunus yapımı The Man Who Sold His Skin (yön. Kaouther Ben Hania), Suriye’de bir yanlış anlaşılma sonucu hapse girme tehlikesiyle karşılaşan ve Lübnan’a kaçan Sam’in sınırları aşan yolculuğunu konu alıyor. Suriyeli bir göçmen olarak eğitimine ve donanımına rağmen, sadece pasaportu nedeniyle hayata tutunmakta zorlanan Sam’in yolları bir sanat galerisinde dünyaca ünlü bir sanatçıyla kesişiyor. Sam, bedenini bu sanatçıya satıyor ve vücudunda taşıdığı dövmeyle, onun milyon dolarlık ‘canlı’ eserine dönüşüyor. Tahrir Meydanı’nda yaşananları aktaran The Square belgeseli ve sanat piyasasını tiye alan Altın Palmiyeli İsveç filmi The Square’in karışımı olduğu yönündeki bir yorum, filmi anlatabilecek en iyi cümle belki de. ‘Derisini satan adamın’ sırtında taşıdığı dev Schengen vizesiyle bir sanat eserine dönüşmesi, bir insan bedeninin müzelerde sergilenip müzayedelerde satılması ya da bir bedenin sanat eseri olarak sigortalanması, bir sanat eserinin insan hayatından daha değerli olduğu düzenin ironisini sorguluyor. Mizah anlayışı sayesinde keyifle izlenen film, ne yazık ki bir noktadan sonra kendisinin parodisine dönüşüyor, meselesine hiçbir katkısı olmayan bir aşk hikâyesiyle kendisini bulandırıyor. Diğer yandan adaylığının uzak bir ihtimalden ibaret olmasının sebebi bu eksikleri değil, yeterince pazarlanmış ya da görünür olmaması.

Güney Kore’nin tarihi zaferiyle sonuçlanan yılın ertesinde, kısa listede Güneydoğu Asya’yı iki film temsil ediyor. Her ikisi de iki saati aşkın süreleriyle, olay örgüleriyle ve karmaşık ilişkileriyle dikkat çeken melodramlar olan Hong Kong’un Better Days (yön. Derek Tsang) ve Tayvan’ın A Sun (yön. Chung Mong-hong) filmleri, on beş filmlik seçkinin en zayıf halkalarından. Better Days, eğitim sistemine ve okullardaki zorbalığa yoğunlaşır, fakat türlerarası geçişleriyle konudan sıkça saparken; bir trajedinin ardından her bireyi ayrı bir şekilde sarsılan bir aileye odaklanan A Sun, aile ilişkileri, suç, onur, aşk, yas gibi birçok farklı konuya değinmeye ve her karakterine eşit zaman ayırmaya çalışırken uzadıkça uzuyor. Yine de tüm bu uzak ihtimaller arasında sürpriz yapabilecek bir film varsa, bunun uzun süredir Netflix kataloğunda yer alarak birçok kişiye ulaşabilmiş A Sun olduğunu söylemek mümkün.

Sürprizlere hazır olun

2018’de Roma ile ödüle uzanan Meksika ve Netflix iş birliği, bir kez daha, I’m No Longer Here (yön. Fernando Frías de la Parra) ile devam ediyor. Ülkesinde En İyi Film dâhil 10 dalda ödül kazanan filmin hikâyesi Meksika’nın Monterrey şehri ve New York arasında gidip geliyor. Günlerini yavaşlatılmış cumbia müziği eşliğindeki sokak danslarıyla geçiren gençlerden oluşan sokak çetelerinden birinin yetenekli ve tutkulu üyesi Ulises, yerel kartelle ters düşünce, hayatını kurtarmak için tek çareyi kaçak olarak ABD’ye gitmekte buluyor ve New York’ta yasa dışı bir yaşam sürdürmeye başlıyor. Dans tutkusunun daima fiziksel olarak ya da his olarak fon oluşturduğu bu büyüme hikâyesi, hem toplumsal karmaşanın ve sokak çetelerinin gölgesindeki Meksika sokaklarında hem de yasa dışı bir göçmen olarak insana kendisini değersiz hissettiren ABD’nin sokaklarında var olmanın zorluklarını ve duygusal ikilemlerini konu alıyor.

Tarih, politika, şiddet, komünizm ve siyah-beyaz görüntüler… Tüm bunlar birçokları için sıkıcı, hatta izlemesi acı verici bir filmin reçetesi olsa da, günümüz Rus sinemasının en heyecan verici yönetmenlerinden Andrei Konchalovsky’nin filmi, bir istisnaya dönüşmeyi başarıyor. Yönetmenin Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne uzanmasını sağlayan Dear Comrades!, iyi yazılmış, güzel görüntülerle bezenmiş bir hikâye anlatıyor bu malzemelerle. 1962 yılında Sovyetler Birliği sınırlarındaki Novocherkassk’ta Komünist Parti tarafından kıyamet gününe dönüştürülen bir günü konu alan film, yaşanan katliamı kendi ideolojisinin kurbanına dönüşen bir anne üzerinden izliyor. Yuliya Vysotskaya’nın performansı ve filmin siyah-beyaz sinematografisi, bu şeytani eylemin kâğıt üzerinde sıkıcı gözüken kronolojisini gerçek bir sinema deneyimine dönüştürüyor. İyi bir film olmasından öte, Rusya’nın en büyük avantajı, ABD’de Parasite’ın ödül sezonu başarısında imzası olan dağıtım şirketi NEON’un elinde olması.

NEON’un elindeki ikinci film ise sezonun resmîleşen ilk aday adaylarından biri. Fildişi Sahilleri yapımı Night of the Kings (yön. Philippe Lacôte), Toronto Film Festivali’ndeki gösteriminin ardından yılın en heyecan verici uluslararası filmlerinden biri ilân edilmiş, günümüz Afrika sinemasının en önemli yapımlarından olduğu söylenmiş ve anında NEON tarafından satın alınmıştı. Film, Fildişi Sahilleri’nde ormanın ortasında adeta bir şehir gibi yükselen ve otoriteler tarafından da kabul edilmiş bir düzenle, mahkumlar tarafından yönetilen hapishane La Maca’da geçiyor. Gecenin renkleri ve hapishanenin karanlığı, filmin ışık kullanımı ve kompozisyonlarıyla yılın en göz alıcı işlerinden birine dönüşüyor. Hapishaneye yeni getirilen genç ve ürkek bir mahkum, kendi otoritesini korumak isteyen hapishane ağası tarafından, bu tuhaf mekanın kültüründe bir ‘seçilmiş kişi’ gibi beklenen hikâye anlatıcısı (Roman) ilan ediliyor ve tüm mahkumlar onun anlatacaklarını dinlemek için etrafına toplanıyor. Afrika masal anlatıcılığından, mitlerinden ve sanatlarından beslenen yapısıyla, filmin kendisi de izleyici için bir “Roman” oluyor. Hapishane filmlerinin güç savaşlarını alışıldık şiddetle olduğu kadar alışılmadık bir şekilde sözlerle, hikâye anlatımıyla ve danslarla da yansıtan The Night of the Kings yılın aday olmayı hak eden filmlerinden biri. Bu, tarihteki ilk başvurusuyla 1976’da Oscar’a uzanmış Fildişi Sahilleri’nin üçüncü başvurusu.

Olası Oscar adaylarıyla tanışın

Bosna-Hersek, 2001’de No Man’s Land ile uzandığı Oscar ödülünün ardından ilk kez bu kadar iddialı. TRT’nin de ortak yapımcıları arasında bulunduğu Quo Vadis, Aida?; 1990’larda Balkanlar’ı kan gölüne çeviren, yarattığı travmaların ve trajedilerin izleri halen ülkenin genç neslinde dahi sürmekte olan savaşın kalbine götürüyor izleyicisini ve Srebrenica katliamının orta yerine bırakıyor. Birleşmiş Milletler’in tarafsızlıktan çok görmezden gelme denilebilecek bir işlevsizlikte olduğu, hayatını kurtarmak için kamplarına sığınan binlerce sivili göz göre göre düşmanın eline teslim ettiği sürecin kronolojisini işliyor. Film, tüm bunları Jasna Djuricic’in canlandırdığı, Birleşmiş Milletler’de çevirmen olarak görev yapan Aida’nın gözlerinden izletiyor. Bir yandan işini yapmanın, bir yandan binlerce insanın sorumluluğunu üzerinde hisseden Aida, yeri gelip insani duyguları altında eziliyor, yeri gelip ailesinin hayatını kurtarmak için bencilce davranıyor. Bosna-Hersek sinemasının en önemli yönetmenlerinden Jasmila Zbanic, ağlatmaya ya da duyguları dikte etmeye çalışmadan, soğukkanlı bir şekilde olayları aktarıyor ve izleyicisine tanık oldukları karşısında kendi tepkilerini verme fırsatını çok görmüyor. Britanya Film Akademisi’nden En İyi Yabancı Dilde Film kategorisine ek olarak aldığı sürpriz En İyi Yönetmen adaylığıyla film, son dönemeçte yarışın en güçlü yapımlarından birine dönüştü.

Romanya’nın adayı bir belgesel: Collective (yön. Alexander Nanau), adını 2015 yılında çıkan yangında 64 kişinin hayatını kaybettiği, Bükreş’teki bir gece kulübünden alıyor. Birçok ihmalin etkisi olduğu kesin bu yangında ölenlerin yarısından fazlasının günler, hatta haftalar sonra hastanelerde tedavi görenler olması ise belgeselin asıl meselesine dönüşüyor. Collective, bir grup gazetecinin bu konuyu araştırmasıyla başlıyor. Ve sonra sağlık bakanlığı ve hastane yönetimlerinin yıllardır normalleştirdiği düzenin nasıl yüz binlerce insanın hayatıyla oynadığını, ülkenin ve sağlık sistemin her köşesine sinmiş yozlaşmışlığın tüm çabalara ve ortaya çıkarılan skandallara rağmen nasıl da kökünün kazınamadığını gösteriyor, öfkelendiriyor. Muhtemelen En İyi Belgesel Film kategorisindeki Oscar ödülünün sahibi olacak Collective’in En İyi Uluslararası Film kategorisindeki yeri de sağlam gözüküyor.

Kısa listede Latin Amerika’yı temsil eden üç film arasında şansı en yüksek olan, yerel mitler, toplumsal dinamikler ve siyasi meseleleri başarılı bir şekilde, türlerarası bir filmde harmanlayan Guatemala menşeli La Llorona. Jayro Bustamente’nin toplumsal gerilimden beslenen korku filmi, adını ve temasını Latin Amerika kültüründeki geleneksel hayalet hikâyesi, “Ağlayan Kadın” La Llorona mitinden ödünç alıyor. Yerli nüfusun soykırımıyla suçlanan bir general, sokaktaki protestocular tarafından köşkünde sıkışıp kaldığında ve çalışanları tarafından terk edildiğinde, onu geçmişiyle yüzleştiren, köşkte dolaşan bir hayaletin sureti oluyor. Yarattığı masalsı gerilim, didaktiklikten uzak mahkeme sahneleri ve toplumsal olayları hikâyesine yedirmekteki başarısıyla La Llorona, Oscar yarışında deneyimi olmayan dağıtımcısı Shudder’ın yüzünü Altın Küre ve Critics’ Choice adaylıklarıyla güldürdü ve muhtemelen Oscar beşlisinde de kendisine yer bulacak.

Gizli yaşanan ilişkilerin, sırları açığa çıkarsa birbirlerini kaybetmekten korkan çiftlerin ve toplumsal baskı nedeniyle diken üstünde yaşanan tutkulu aşkların hikâyelerini genellikle büyüme hikâyelerinde, ana karakteri cinselliğini yeni yeni keşfeden gençler olan filmlerde görmeye alışık olsak da, Fransa’nın adayı Two of Us bu diken üstündeki tutkulu aşk hikâyesini yaşını almış bir çifte teslim ediyor. Madeleine ve “karşı komşusu” Nina’nın ilişkisi, Madeleine’in ailesinden itinayla saklanıyor. Madeleine’in eşinin ölümünden yıllar önce alevlenmiş bu tutkulu aşk, onun ölümünün ardından da Madeleine’in çocuklarından saklanmış ve saklanmaya devam ediyor. İki kadın arasındaki aşkın büyüklüğünden ve hayatî öneminden, yıllardır komşu dairelerde değil, aynı yatakta uyuduklarından habersizler. Tüm bunlar, Madeleine hastalanıp, hareket edemez ve konuşamaz hale gelince, hiçbir somut kanıtı olmayan ilişkilerinin bir anda yok oluşuna neden oluyor. Hastalığın ayrılığa, ayrılığın hasta kalmaya neden olduğu bu kısır döngü, Two of Us’ı yılın en iyi aşk filmlerinden biri yapıyor, izleyeni çaresiz bırakıyor. Filippo Meneghetti’nin ilk uzun metrajlı filmi, hem Altın Küre hem de Critics’ Choice adaylıkları elde etti.

Danimarka, yönetmen Thomas Vinterberg ve oyuncu Mads Mikkelsen’in iş birliği Another Round ile, tarihteki dördüncü Oscar ödülüne doğru koşuyor. Film, bir kasabada öğretmenlik yapan Martin ve üç arkadaşının, doğruluğunu kendileri üzerinde denemeye karar verdiği bir teoriyle ilgili. İnsanların kanlarında birkaç promil alkol eksikliğiyle doğduğunu öne süren bu teoriyi test etmek için, güne bu eksikliği kapayarak başlamaya ve tüm günü bu şekilde sürdürmeye karar veriyorlar. Hipotezlerine göre bu tamamlanış sonucunda yaşamlarını monotonluktan kurtarabilecek, daha dobra, daha cesur, daha girişken insanlar olabilecek ve daha iyi kararlar verebilecekler. Akademik başlayan bu deney, kurallar esnedikçe, olaylar kişiselleştikçe ve etkileri etrafındakiler tarafından hissedildikçe bir çıkmaza sürükleniyor. Yönetmenin birçok film gibi Another Round da bir komün filmi; Vinterberg, bireysel eksiklerin ve hataların komün olarak tecrübe edildiği, izleyicisini de düşündürerek bu komünün parçası yaptığı filmiyle soruyor: eksik olan kanımızdaki birkaç promil mi, yoksa başka bir şey mi?

Diğer kategorilerde uluslararası yapımlar

En İyi Uluslararası Film kategorisindeki durumu inceledikten sonra, diğer kategorilerdeki Oscar adayları arasında yer alma ihtimali olan birkaç filmden daha söz edelim.

En İyi Özgün Müzik ve En İyi Özgün Şarkı kısa listelerinde karşımıza çıkan Netflix yapımı The Life Ahead, İtalya’nın resmî seçimi olsaydı, muhtemelen adaylar arasında göreceğimiz bir yapımdı. Romain Gary’nin, namıdiğer Émile Ajar’ın Onca Yoksulluk Varken romanını günümüz Güney İtalya’sına taşıyan film; ülkesinin Oscar adayı seçilmemiş olsa da, Altın Küre Ödülleri ve Critics’ Choice Ödülleri’nde En İyi Yabancı Dilde Film adayları arasına girmeyi başardı. Filmin Gabriel Yared imzalı müzikleri uzak ihtimaller arasında yer alsa da, En İyi Özgün Şarkı kategorisindeki iddiası büyük: 11 Oscar adaylığını henüz ödüle dönüştürememiş, Armageddon ile özdeşleşmiş “I Don’t Wanna Miss a Thing” de dâhil birçok film şarkısına imza atmış efsanevi şarkı yazarı Diane Warren’ın imzasını taşıyan ve İtalyan yıldız Laura Pausini tarafından seslendirilen “Io sí (Seen)” şarkısı, bu kategoride yılın muhtemelen galibi. Filmin Oscar iddiası bununla da kalmıyor; başrol oyuncusu Sophia Loren’i tam 55 yıl sonra yeniden Oscar adayları arasında görme ihtimalimiz bir hayli yüksek.

En İyi Belgesel Film kısa listesinde, Romanya’nın adayı Collective ve Şili’nin adayı The Mole Agent’ın yanı sıra, İtalya’nın kısa listeye kalamamış adayı Notturno da yer alıyor. Ünlü belgesel sinemacı Gianfranco Rosi yeni filminde kamerasını, farklı Orta Doğu ülkelerinde hayatta kalmaya ya da hayata yeniden başlamaya çalışan insanların yaşamlarına çeviriyor. Üç film arasında Collective’in adaylığına kesin gözüyle bakılıyor, hatta ödüle uzanacağı öngörülüyor.

En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı kısa listesinde İtalya’dan Pinocchio, aday listesinde görme ihtimalimizin yüksek olduğu yapımlardan. Matteo Garrone’nin, Carlo Collodi’nin defalarca sinemaya uyarlanan klasik çocuk romanını yeniden yorumladığı filmin makyajdaki başarısı ve karakterlerini görsel efektlerdense makyajı kullanarak uğrattığı dönüşüm özellikle konuşuluyor. Geçtiğimiz yıllarda bu kategoride uluslararası yapımların sıklıkla yer aldığı düşünülürse, Pinocchio’nun adaylığı kaçınılmaz. Hatta bu başarısı nedeniyle yeterince izlenmesi, En İyi Prodüksiyon Tasarımı kategorisine de sızmasını sağlayabilir.

En İyi Özgün Müzik kısa listesindeki sürprizlerden biri Letonya’nın adayı Blizzard of Souls’un Lolita Ritmanis imzalı müzikleri oldu. Filmin adaylık şansı düşük olsa da, bu sürprizin ABD’de HBO Max platformunda yer alan filmin daha geniş kitlelere ulaşmasını sağladığı kesin.

Son yıllarda En İyi Animasyon Film kategorisindeki adayların da en az birinin İngilizce dışında bir dilde olduğunu görüyoruz. Disney+ ve Netflix platformlarında yayımlanan animasyonların çok daha göz önünde olduğu bir yıl, bu trendin bozulacağını öngörmek mümkün. Fakat ihtimaller yok değil; Netflix kataloğuna eklenen, Hindistan yapımı Bombay Rose, Avrupa Film Ödülleri ve Annie adayları arasında adı geçen Fransa yapımı Calamity ve Japonya yapımı Ride Your Wave ile, yine Japonya’dan Gorô Miyazaki’nin babasının hayranlarını hayal kırıklığına uğrattığı, HBO Max’te yayımlanan dijital anime Earwig and the Witch adı anılması gerekenlerden.