Yaratıcıları Brit Marling ve Zal Batmanglij ile A Murder at the End of the World üzerine

Röportaj: Burcu Teker

İkinci sezonunun ardından olay örgüsü tamamlanamadan yayından kaldırıldığı için hayranlarınca açlık grevleri, protestolar düzenlenen bilim kurgu gizem serisi The OA’in yaratıcıları Brit Marling ve Zal Batmanglij, dört yıl süren uzun bir bekleyişin ardından yeni projeleri A Murder at the End of the World ile döndü. Hem de Z kuşağından, amatör bir kadın dedektif öyküsüyle…

Yazar ve oyuncu Brit Marling’i ilk kez yönetmen koltuğuna oturtan yedi bölümlük mini dizi; erkek egemen bilişim sektöründe parlayan bir kadın olmakla “mücadele ettiği” yetmezmiş gibi bir de dedektifliğe soyunmaya itilen Darby (Emma Corrin) ve etrafında olup biten açıklanması zor olaylara odaklanıyor. “Teknoloji kralı” milyarder Andy Ronson’ın (Clive Owen), İzlanda’nın zorlu doğasında Ex-Machina stili fütüristik bir inzivaya davet ettiği bir grup yaratıcı ve üstün başarılı insanın yaşadıkları üzerinden kadına yönelik güç istismarını, iklim krizini, yapay zekâyı tartışıyor.

Seri, 14 Kasım itibarıyla Disney+ kataloğunda yerini aldı. Projenin ardındaki zihinler Brit Marling ve Zal Batmanglij ile bir Zoom seansında buluştuk ve aralarındaki dinamiği, yeni işleri üzerinden “whodunnit” türünün evrilişini, sinemada kadın bakışının etkilerini konuştuk.

“Kendimizi bahçıvanlar olarak görüyoruz; hikâyeler ise patlak veren bitkiler.” -Zal Batmanglij

Üniversiteden süregelen dostluğunuzu film endüstrisinde profesyonel bir ortaklığa dönüştürdünüz. Bunun avantajlarını ve dezavantajlarını merak ediyorum. Farklı fikirlere sahip olduğunuz zamanlar oldu mu? Bu durumla nasıl başa çıkıyorsunuz? Bu konuda denge ve ortak yaklaşımı nasıl sağladınız?

Zal Batmanglij: Kendi adıma konuşacağım; bugüne dek hiç ama hiç dezavantaj yaşamadık. Bu birlikteliğin yalnızca avantajları oldu. Ha, günün birinde olur da bir anlaşmazlığa düşersek de cevap baştan belli: Brit her zaman haklı!

Aslına bakarsan, biz pek fikir ayrılığına düşmüyoruz çünkü ikimiz de yaratımımızı hep egolarımızın önüne koymaya çalışıyoruz. Bir hikâyeyle gerçek manada iç içe geçtiğinde, iş bir çeşit monarşiye dönüşüyor. Biz yalnızca hizmet ediyoruz. Böylece kendi egolarımız da paralel biçimde yüceltilmiş oluyor. Tıpkı birbirimize sözünü etmeye dört yıl önce başladığımız A Murder at the End of the World gibi. Bu da öyle bir hikâyeydi.

Aramızda sıkça kullandığımız bir metafor var: Bahçecilik. Kendimizi bahçıvanlar olarak görüyoruz; hikâyeler ise patlak veren bitkiler. Örneğin Darby Hart, ektiğimiz minicik bir tohumdu yalnızca ve bu kadar hızlı büyüyeceğini düşünmemiştik. O kadar hızlı büyüdü ki işimiz şuna dönüştü: “Tamam, bu bitki cidden büyümeye başladı; en fazla güneş ışığını alabilmesi için neler yapabiliriz? Ne çok fazla, ne çok az; doğru miktarda suyu nasıl ayarlarız?” Biz bu bahçecilik işinde Brit ile omuz omuzayız. Tek odak noktamız bitki; kimin doğru kimin yanlış olduğuyla ilgilenmiyoruz.

Brit Marling: Çok doğru. Henüz çocuk yaşta, iş birliği hakkında pek de fikrimiz yokken, birbirimize nasıl alan açacağımızı ve birbirimizi nasıl teşvik edeceğimizi öğrenmeye başlamıştık. Bu işte neredeyse 20 yıldır birlikteyiz ve şunu söyleyebilirim ki ilişkinin yürümesini sağlayan unsurlardan biri de başrole hikâyeleri koymak. Bu konu hakkında şöyle düşünüyorum: Hikâyeler bir nevi boşlukta mevcut hâldeler ve biz yazarlar da uydu antenleri gibiyiz. Yani yapılan sadece orada hâlihazırda duran sinyali almaya çalışmak. Tabiri caizse hepimiz aynı buluttan çekiyoruz. Sırf bu sebeple kimi zaman dünyanın birçok yerinde, aynı anda, benzer hikâye ya da icatlar ortaya çıkabiliyor. Hikâye anlatıcıları olarak bizim işimiz ,sinyalleri daha iyi alabilmek için çanağımızı temiz tutmak, tetikte ve alıcı kalmak. Bence ikimiz de bunu karşılıklı olarak yapabildik ve birbirimizin açık kalmasına yardımcı olduk.

A Murder at the End of the World radikal bir “whodunnit”(polisiye) olarak betimleniyor. Genç ve güçlü Darby karakterinin, yasa dışı işlerden ters köşe yaparak, geçmişinden aşina olduğu dedektifliğe evrildiği bir gizemi takip ediyoruz temelde. Bunu modern bir Agatha Christie yorumu olarak tanımlayabilir miyiz?

Brit Marling: Elbette Agatha Christie’den, romanlarındaki o güçlü “Bunu kim yaptı?” duygusundan, farklı karakterlerin bir araya gelişinden ve olay örgüsünden ilham aldığımızı söyleyebilirim. Whodunnit ilk olarak I. ve II.Dünya Savaşı arasındaki dönemde popülerlik kazandı. Çünkü o dönem gerçekten de herkesin etrafta olan bitenlere şaşkınlıkla baktığı ve “Bunu kim yaptı?”, “Bu noktaya nasıl geldik?”, “Suçlu kim?” gibi soruları sorduğu bir dönemdi. O dönemde bu soru İngilizlerin yurdundan çokça yükseliyordu çünkü orası bir tür güç merkeziydi. Tüm para, servet, çevrilen dolaplar, siyasi entrikalar orada dönüyordu. Bunu modernize etmek, günümüze getirmek için hem Darby Hart’ı amatör bir hafiye, suçu çözmek için kendi kendini yetkilendirmiş genç bir kadın olarak tasarlamak hem de mekânı İngiltere atmosferinden münzevi bir milyarderin çeşitli aydın konuklarını bir araya toplayacağı, dünyanın en uç noktalarından birinde bir teknoloji inzivasına çevirmek gerekiyordu.

Yapımlarınızda çoğunlukla yer bulan “kendi derdinde boğulurken, problem çözücü olmayı es geçmeyen kadın kahramanlar”da senin bakış açının etkisini gördüğümüzü söylemek doğru olur mu Brit? Darby gibi; 20’lerinde, savunmasız, kırılgan fakat zeki, yetkin bir kadın başrol… 

Brit Marling: “Özel dedektif” ifadesini derinlemesine düşündüğünde, aslında takip ettiğimiz özel bir çift gözü temsil ettiğini görürsün. Dedektif rolleri de birinci tekil şahıs bakış açısında olur genelde ve dedektifin gözleri, izleyicinin gözleri hâline gelir; sen onların gözünden bakarsın. Genç bir kadını o kişi yapma, seyirciye dünyayı Darby’nin perspektifinden görmeyi ve bundan heyecan duymayı öğretme fikri gerçekten heyecan vericiydi. Ancak aynı zamanda zorlayıcıydı da. Bu türü ele almak, tüm akışı inandırıcı hissettirecek şekilde işlemek ve genç bir kadını güçlü bir dedektif olarak ortaya koymaktı amaç; ciddi görünen fakat özünde alaycı, Nancy Drew gibi bir dedektif değil. Bu arada Nancy Drew’i çocukken çok severdim fakat kimse inandırıcı ya da gerçeklere dayalı bir temeli olduğunu düşünmüyor. Dolayısıyla bizim mücadelemiz; Darby’ye bu ağırlığı ve gerçekliği verebildiğimiz, onun müthiş bir dedektif olduğunu hissedeceğiniz ve bu inzivada kendinden yaşça büyük, çok daha fazla güce, servete sahip insanlarla karşılaştığında, onlarla gerçek anlamda başa çıkabileceği bir hikâye anlatmaktı. Bunu kurgulamak zordu; sanırım yazım sürecinin bu kadar uzun sürmesinin nedeni de buydu. 

Bir de olağanüstü görüntü yönetmenimiz vardı tabii: Charlotte Bruus Christensen. Arkada bizzat kamerayı yöneten, objektifi kelimenin tam anlamıyla omuzuna alıp görüntü yakalamaya çalışan inanılmaz bir kadın olması; Darby’yi canlandıran Emma Corrin ile kurduğu bağ gerçekten de hayli kuvvetli, dokunaklı bir deneyimdi. Sanırım dediğin gibi, seyirciyi bir cinayet gizeminin içine hayran bakışıyla sokmayı başardık ki bence bu nadir görülen bir şey.

“Bu konuşmayı bir odada karşılıklı yapıyor olsaydık, birbirimizi ve samimiyetimizi çok daha farklı bir düzeyde hissederdik. Aramızda ekran olduğunda bu samimiyet yitiriliyor.” -Brit Marling

“Algoritmanın yapacağı sanat; içerilerden gelen, ihtiyacımız olan türden bir sanat değil.” repliği geçiyor bir diyalogda. İnsanlar teknolojiyi kurtarıcı olarak görmeye çoktan hazır; siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Zal Batmanglij: Haklısın, insanlar teknolojiye bir kurtarıcı, bir mesih gibi davranıyor. Şahsen ben, teknolojinin biraz nötr olduğunu düşünüyorum. Bu, onu programlayan ve kullanan insanların ne istediği, ne beklediğiyle ilgili. Teknolojiye tarafsız bir gözle bakmadığımız, onu bir kurtarıcı gibi gördüğümüz için başımız belaya giriyor. Hâlbuki kötü şeyler kadar iyi şeylere de neden olabilir. En üzücü yanı da bu aslında: Aklına gelebilecek her konuda birbirimize olan güveni yavaşça ortadan kaldırması. Dün gece bir film noir izliyordum örneğin; bir akşam postası çıktı, gazete satan çocuklar “Ekstra! Ekstra! Son çıkan haberleri okuyun!” diye bağırdığında insanlar etraflarına toplandı. Düşündüm ki Twitter’dan çok önce insanlar haberleri, yalnızca bir manşeti okumak için bile bir araya geliyordu. Biz bundan ne kadar da uzaklaştık. Belki bundan uzakta kalmaya devam edeceğiz ya da tamamen farklı bir varoluş biçimine evrileceğiz, belki de eski hâlimize döneceğiz; kim bilir…

Yapay zekâ artık bilim kurgu olmaktan çıktı. Dizideki kullanımının konuya ne tür yeni bakış açıları getireceğini umuyorsunuz? Bu konuda yeterli genel farkındalık var mı sizce?

Brit Marling: Hepimiz için asıl imtihan, teknolojiyi kimin yarattığı ve ne istediği. Şu anda karşılaşılan zorlukların bir kısmı da genellikle ne istendiği sorusuna verilen yanıtın “herkesi geçip pazara girmek”, “pazardan en büyük payı kapmak” olması ve ilk önce kâr elde etmenin amaçlanması. Bu, işlerin doğru düzgün düşünülmeden veya test edilmeksizin, olması gerekenden çok daha hızlı biçimde gerçekleşmesine yol açıyor. Octavia Butler‘ın bilim kurgularını hiç okudun mu bilmiyorum ama onun aklı baştan alan, çarpıcı bir zekâsı vardı. Hangi teknolojinin neden ve niçin yaratıldığının arkasındaki felsefeyi o yönlendiriyordu. Heyecan vericiydi. 

Şu anda üçümüzün teknoloji sayesinde konuşabiliyor olması beni endişelendiriyor örneğin; yüz yüze buluşup tanışmayı çok isterdim, bizzat görüşmediğimiz için çok şey kaybediyoruz. Bu konuşmayı bir odada karşılıklı yapıyor olsaydık, birbirimizi ve samimiyetimizi çok daha farklı bir düzeyde hissederdik. Aramızda ekran olduğunda bu samimiyet yitiriliyor. Gerçi yine de çok uzakta olduğun için bu görüşme hiç gerçekleşememiş de olabilirdi. Bu bakımdan bu tür bir al-ver dengesi kesin hüküm vermeyi karmaşık hâle getiriyor. 

Esasında Darby’nin temsil ettiği nokta da bu. Darby ve Bill birbirlerini internet sayesinde buluyorlar. Aralarında muazzam bir gönül ilişkisi, bir aşk gelişiyor. İlginçtir ki birbirlerine bağlanmalarının bir sebebi de internet ortamında ortak bir amaç vesilesiyle tanışmış iki yabancı olmaları. Zira gerçek hayatta ilk kez karşılaştıklarında ikisi de aslında birbirleri hakkında düşündükleri kadar çok şey bilmediklerini fark ediyorlar. Tüm flörtleşmelerini bir ekran üzerinden yaşamışlardı çünkü. Bu da beraberinde kopmayı getiriyor. Dolayısıyla evet, bence dizi baştan sona ne kazandığımız ve ne kaybettiğimizle bağlantılı sorularla boğuşuyor.

Çalışmalarınız özgün anlatımı ve düşündürücü içeriğiyle dikkat çekiyor. Merak ediyorum, henüz keşfetme fırsatı yakalayamadığınız proje türleri veya mekânlar var mı? İstanbul’da geçen mistik bir proje belki?

Zal Batmanglij: İstanbul’da film çekmeyi çok isteriz! Kesinlikle çok isteriz! Bu muhteşem olurdu.

Brit Marling: Katılıyorum, bu bir rüyâ olurdu. İstanbul’da geçen metafizik bir gerilim filmi fikri olsa olsa bir rüya olabilir. Belki bir dahaki sefere bunu kaleme alırız!

Zal Batmanglij: Varım diyorum!