Aklımdakiler: Murat Meriç ve “Hayat Dudaklarda Mey” kitabı

Türkiye popüler müzik tarihinin yetkin ismi Murat Meriç, kurduğu rakı sofrasında yer açıldığını öğrendiğimiz zaman işi gücü bırakıp koştuğumuz o özel dostlar gibi, insanı müptela eden muhabbetkâr bir dille bizleri çilingir sofralarının ses alemine davet ediyor ve iki cilde yayılan Hayat Dudaklarda Mey kitabında anason kokan tam 213 şarkının hikâyesini okuyucularıyla paylaşıyor.

Hazırlayan: Yetkin Nural – İllüstrasyon: Sadi Güran

Müziği; tarihi, bağlamı, bağlantıları ve “az bilinenleriyle” ele alarak araştıran, dinleyen ve dinleten Murat Meriç’in 2019’un son deminde yayınlanan kitabı Hayat Dudaklarda Mey, uzun süren bir geceye yayılmış, müziğin ve onu icra eden müzisyenlerin ise onur konuğu olduğu bir çilingir sofrasında geçiyor. Rock, pop, arabesk, halk müziği ve alaturka olmak üzere beş ana türe ait 213 şarkının; çoğumuzun bilmediği, merakı bolca gıdıklayan öyküleriyle akıp giden bu kitaba samimiyeti aşikâr bir sevgi ve özenli bir araştırmanın ortaya koyduğu bir ansiklopedi demek daha doğru olur aslında. Meriç’in kendisinin de bir “eğlence kültürü ansiklopedisi” olarak tanımladığı Hayat Dudaklarda Mey, öykülerini sunduğu şarkılar bütünüyle hem toplumsal belleğimizde yer etmiş Erkin Koray, Müzeyyen Senar, Sezen Aksu, Müslüm Gürses, Zeki Müren gibi nice efsane isme saygı duruşunda bulunuyor, hem de memleketin dönemden döneme geçirdiği değişimlerin de izini sürüyor ve bu değişimlerin Türkiye’nin eğlence kültürünün değişmeyen sabiti çilingir sofrası üzerindeki yansımalarından bahsediyor. 

Daha önce Rakı Ansiklopedisi ve Rakı Gastronomisi gibi bu kültürün mirasını korumaya yönelik kitaplar yayınlayan Overteam Yayınları’nın bir alt kuruluşu olan Anason İşleri Kitapları tarafından Mey/Diageo desteğiyle basılan Hayat Dudaklarda Mey’de yer alan, Meriç’in derlediği hikâyelerle daha yakından tanıdığımız şarkıların yer aldığı bir Spotify listesi olduğunu da eklemeden geçmeyelim. Zira böyle bir kitap için harika bir eşlikçi… Aynı şekilde, kitapta yer alan QR kodlarla öyküsünü okuduğunuz şarkıyı anında dinlemek de olası. Daha ne olsun? Ee bir kadeh de rakı, üç beş meze ve sohbetkâr dost olsun tabii ya… 

Nesiller ilerledikçe unutulma riskiyle karşı karşıya olan pek çok ismi, şarkıyı ve öykülerini söze dökerek değerli bir kültürel arkeolojiyi de ortaya koyan Hayat Dudaklarda Mey, yayınlanmasının ardından geçen birkaç ay içerisinde şimdiden uzun ömürlü bir yayın olacağının ve zamanla pek çok kişisel kütüphanede hak ettiği yeri alacağının sinyallerini veriyor. Ve özenli emeğin ortaya koyduğu her iş gibi, insanda büyülü bir merak ve öğrenme açlığı uyandırıyor. Aklımdakiler serisine hayatında mutlaka Murat Meriç’le bir çilingir sofrasına oturmuş eş, dost ve ahbabından gelen sorularla devam ediyoruz. 

Ceylan Ertem:

Grup Yorum, Tülay German, Selda abla, Moğollar, Yeni Türkü, Sezen Aksu, Bulutsuzluk Özlemi ve Zülfü Livaneli gibi; yaşadıkları ve çalıp-söyledikleri dönemin politik gidişatına sessiz kalmamış, birçok muhalif şarkı-türkü üretmiş ve yorumlamış isimlere kendini yakın hissettiğini biliyorum. (En azından daha gençken:)) Bir röportajında, memleketin muhalif müziğinin şu yıllarda Türk rap müziği olduğunu söylemişsin. Halâ aynı görüşte misin? Ve sence neden yeni alternatif pop ve rock türlerinde üreten müzisyenler bunca savaşlar, ölümler, haksızlıklar, vicdansızlıklar, iklim krizleri, hayvan ve kadın kâtilleri… haberlerine duyarsız kalıyorlar şarkı sözlerinde, albüm konseptlerinde? Ya da duyarsız değiller de ben mi yetersiz gibi okuyorum? Ne dersin Murat’cım? 

Aslında saydığın isimlere yakınlığım hâlâ sürüyor, zaman zaman kimilerine kızsam da şarkıları hep yanımda. Bu anlamda sorudaki “gençken” kelimesine şerh koyuyorum ya da onu “hep genciz be Ceylanım” diyerek günümüze taşıyorum. Bu noktada, genç kuşağın kendini ifade yolu olarak benimsediği rap bahsini önemsediğimi söylemeliyim. Şu anda söz söyleyenlerin başında onlar geliyor. “Korkusuzca” diyemiyorum çünkü korku ikliminden paylarını aldılar. “Susamam” ve sonrasında yaşananlar (ya da aslında yaşanamayanlar) bunu bize gösterdi. Aga B’den Saian’a, Ezhel’den Tahribad-ı İsyan’a sözlerini sakınmadan söyleyen pek çok isim var. İyi ki var. Bahsettiğin röportajın yapıldığı dönemde bir hareketlilik göze çarpıyor, dikkat çekiyordu. Sözlerim, ona istinaden. Bugün bu hattı hâlâ dikkatle ve merakla takip ediyorum ama bir yandan da dikkat çektiğin duyarsızlık canımı sıkıyor. En ses çıkartılması gereken dönemde sessiz kalanları anlayamıyorum. Bağırmaları, slogan atmaları gerekmiyor; küçücük bir paylaşım bile çok etkili olabilecekken olanları yok saymak, galiba çağımıza özgü bir hastalık. Tam da bunun için tek cümle kuranların bile çabası çok değerli. Tam da bunun için “Hırpalandı Mayıs” kitabın en özel şarkılarından biri. Bana bu soruyu sorduğun için söylemiyorum bunu, en başından beri böyle, biliyorsun…

Dilan Bozyel:

Sevgili dostum Muratım Meriçim, seninle Diyarbakır sokaklarını arşınladığımız güne dönerek, doğunun tılsımı kulaklarına konsun tekrar ve lütfen anlat bana; kulağına ilk konan Doğu ezgili müzik/şarkı hangisiydi ve ne zamandı? Ve sence doğulu notalar çilingir soframızda hep en acılı mezelerle mi tat veriyor?

Cânım Dilan, bir Cevat Çapan kitabının başlığı gibi hatırlıyorum Diyarbakır günlerini: “Ne Güzel Yolculuktu Aklımdan Çıkmaz”. Uçakta dönerken yaşadığımız korku hariç değil. Doğunun tılsımı (biraz da alaturkadan geldiği için) hep kulaklarımda aslında. Yine de beni etkileyen ilk “yabancı” şarkının Ciwan Haco’nun yorumladığı “Gûlek” olduğunu söyleyebilirim. Açık söyleyeyim: Varlığını bildiğim ama [Egeli olmamdan mütevellit] duymadığım bir dil, kalbimi çizmişti ve “Sî û sê Gule” albümüne çölde bir vaha gibi sarılmıştım. Sonrası hızlı geldi: Araştırdım, pek çok şeye ulaştım, Koma Denge Azadi’den Aynur’a, Şıvan Perwer’den Nizaettin Ariç’e zıpladım; her birini ayrı sevdim. Sadece Kürtçe değil, Ermenice ve Arapça şarkıları da kattım bu yıllarda dinlediklerim arasına. Sonrasını zaten biliyorsun, görüyorsun; birlikte yaşıyoruz.

Sorunun ikinci kısmı cevabı içinde barındırıyor aslında: Doğulu notaları çilingire taşıdığında, biraz da açtığı muhabbetin kıvamından, ciddi bir acı tat siniyor ortama. Yaşanan onca acının işlendiği notalar, ne kadar neşeli olurlarsa olsunlar, bizi her zaman düşünmeye sevk edecek. Bunu seviyorum. Yine de bu acıları di’li geçmiş zamanda konuşmayı tercih ederim ama yazık ki yaşananlar buna izin vermiyor. 

Doruk Yurdesin:

Kitapta yer alan şarkıların aşağı yukarı tamamını hayatında ilk kez nerede duyduğunu hatırlıyorsundur diye tahmin ediyorum. Bunların epey bir kısmı da henüz bir mey sofrasına katılım gösteremeyeceğin yaşlardan olsa gerek. O dönemlerden getirdiklerini ve yıllar içerisinde aralarına katılan şarkıları ele alırken yaklaşımında bir farklılık olduğunu düşünüyor musun?

Çok tuhaf ama sahiden çoğunu hatırlıyorum ve bu hoşuma gidiyor. Haklısın, bilhassa alaturka şarkılar ve türküler, sofraya dahil olmadığım zamanlarımdan ama şu da var elbette: Benim oturmadığım çilingirlerden bana kalan şarkı sayısı azımsanır gibi değil. Babamın, dedemin, eniştemin sofralarından ya da teyzemin, dayımın pikabından kulağıma çalınanlar bunlar… Bunun için de yaklaşımda çok farklılık yok. Varsa da benim değişimimle alakalı bir farklılık olabilir bu. Artık şarkıları dinlerken onlara daha büyük bir merakla yaklaşıyorum çünkü her biri benim için bir hazine sandığı. Kimi boş çıkıyor, kimi gereğinden fazla dolu. Kimi zaman büyük hayal kırıklıkları yaşıyorum ama bunlar merakımı azaltmıyor. Şunu ekleyeyim asıl: Şarkıları dinlerken bir kısmını olası çilingirler için ayırıyorum. Liste günden güne büyüyor, farklı kollara yayılarak dallanıyor, budaklanıyor. Bu konuda sınırsızlığımı anlatmaya gerek yok muhtemelen: Kadim çilingir arkadaşlarımdan biri olarak iyi bilirsin.

Kitaba ismini veren dizeyi bize hediye eden şarkı, “Yaşamak Ne Güzel Şey”. Yine de kitapta buna yer vermemişsin. Onun hikâyesini dinleyebilir miyiz?

Özel bir hikâyesi yok aslında. Başta “İki Yabancı”nın olması gereken yerde, Ajda Pekkan yorumuyla bu şarkı vardı; sonrasında (anlatırsam uzun süreceği için buraya almayacağım bir sebeple) yerini, yukarıda andığım şarkıya verdi. Talihsizlik, söylediğin şarkıyı kitabın hiçbir yerinde anmıyor oluşum. Bu tamamen benim unutkanlığım. Kitap ikinci baskıyı yaparsa elbette bir yere sıkıştırırım ama o güne dek burada yazmış olayım: Hayat Dudaklarda Mey, adını, sözlerini Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı “Yaşamak Ne Güzel Şey” adlı şarkıdan alıyor. Ben şarkıyı Nilüfer’den dinledim, sevdim ama asıl yorumlayan, kitlelere mal eden, Ajda Pekkan. Hepsine müteşekkirim.

Fatima Çelik:

Hayat Dudaklarda Mey; Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Neşat Ertaş ve Tanju Okan’dan Gaye Su Akyol ve Ceylan Ertem’e memleketin anason kokan şarkılarının hikâyelerini anlatıyor. Bu geniş skalayı düşündüğümüzde Türkiye’de müzik ile anason arasındaki ilişki nasıl değişti?

Aslında galiba her zaman aynıydı bu ilişki. En basitinden, ticari bir ilişki değil bu; hiçbir zaman öyle olmadı. Şöyle açayım bu cümleyi: İnsanlar, çok satsın diye anason kokan (ya da adlı adınca söyleyeyim: içinde rakı geçen) şarkılar yapmadı. En azından kitaba aldığım isimler için bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Türler arasında bir dönüşümden söz edebiliriz en fazla… O da memleketin, eğlence hayatının dönüşümüyle alakalı. Gençliğimden hatırlıyorum, rock barlarda gençler rakı içmezdi; dahası, içilmesi teklif dahi edilmezdi. Biraz da rakının adabıyla alakalı bir durum bu. Ben de öyle bir yerde elimde rakı kadehiyle ayakta sallanmak istemem ama isteyene de “hayır” demek olmaz. Bir dönem deniyordu, artık denmiyor. Rock dinleyenler eskiden beri rakı içiyordu ya da rakı içenler muhakkak rock dinliyordu ama bunların buluşması yakın dönemde gerçekleşti. Sözün özü, sevgili Fatima, müzik ile anason arasındaki ilişki hep aynıydı ama kimi yakınlaşmalar artık daha gözle görünür oldu. Şöyle de diyebiliriz: Gizli aşk artık su yüzüne çıktı, saklanmıyor. [Bir not: Ben örneği rock üzerinden verdim, sen (ve bu söyleşiyi okuyan arkadaşım) bunu aklından geçen her türe uyarlayabilirsin.]   

Gaye Su Akyol:

Sevgili dostum bu iki ciltlik nefis eser ve örtülerinden arındırıp tarihe geçirdiğin musiki dolu yüzlerce hikâye için teşekkürler. Sorum şöyle: Kitapta yer verdiğin müzisyenlerden oluşan 10 kişilik bir rakı sofrası kuracaksın. Nerede, kimlerle, hangi tarihte gerçekleşir bu tarihi olay? Dönen muhabbetler ne olsun istersin? Sayende biraz hayal kuralım, şerefe!

Ne güzel şeyler söylemişsin sevgili Gaye. Kitaba katkın elbette unutulmaz. İyi ki… Sevmiş olman, ayrıca güzel.

Böylesi bir masayı, 70’li yılların son deminde, doğum günüme tekabül eden bir [aslında 1] Mart gününde kurmayı istersem çok mu bencillik etmiş olurum? Yaşımı başımı aldığımı, o günlerde hep birlikte yaşadığımızı hayal edeyim ve masanın  ortasına Müzeyyen Senar’ı oturtayım. Karşısına Safiye Ayla otursun. Tülay German, yanına Dario Moreno’yu alsın, gelsin. Yanlarına da Tanju Okan ilişsin. Barış Manço ve Cem Karaca’yı masanın iki başına yerleştirelim. Gerektiğinde oradan muhabbete girerler. Muhabbet demişken, bir de Nükhet Duru olsa, ne güzel olur! Yakın dönemden Hayko Cepkin ve Kaan Tangöze’yi oraya götürmezsek olmaz. Muhabbeti zenginleştirirler.

Bir şey itiraf edeyim mi: Çok istediğim hâlde Zeki Müren’in o masada olmasını istemem ben ama bu masayı Zeki Müren’in sahne aldığı bir gazinoda kurmayı çok isterim. Nesrin Sipahi de sahnede olsun bence: Zeki Müren’e inat, “Endülüs’te Raks”ı söylesin! Hatta dur, gazino kadrosunu da şekillendirelim… Takdimciler Altan Erbulak ve Orhan Boran: Erbulak Batı müziği solistlerini sunarken Boran, alaturkacıların öncesinde sahne değişimlerinde bize şahane hikâyeler anlatsın. Halk müziği kadrosunda Ümit Tokcan, arabeskte Hakkı Bulut ne güzel olur. Ah, bir de Melike Demirağ! O gece orada “İstanbul’da Olmak” söylemezse olmaz. “Türkçe sözlü hafif Batı müziği”nde assolistimiz elbette Seyyal Taner! Aralarda Yaşar Güvenir piyanosunun başına geçerek bize tangolar çalsın, açılışı gitarıyla Güney Marlen yapsın. Bir de sen ol ama sahnede, sonradan yanımıza gelmek koşuluyla…

Gözlemci olarak da Gökhan Akçura ve Derya Bengi’yi isterim: Bu masayı sonrasında şiir gibi yazacak insanlar, onlar.

Ne demiştin? On kişi mi? Bak, daha Ahmet Kaya’yı oturtmadık masaya, ne yapacağız?

Gökhan Akçura:

Murat senin yazarlığın kadar DJ’liğin de ünlü. Dikkat ettim, bu tür gecelerde hep 45’lik çalıyorsun. 45’lik koleksiyonunu bize biraz anlatır mısın? Nasıl başladın toplamaya? Hangi türler ağırlıklı? Nasıl buluyorsun? Nasıl koruyorsun? Bir soru daha: Peki, Hayat Dudaklarda Mey kitabında hikâyelerini anlattığın 213 şarkının kaçının 45’liği var sende?

Azizim, senin için üşenmedim saydım: 213 şarkının 67 tanesinin 45’liği var arşivimde. Rakamın azlığına bakma, diğerleri 45’lik üzerine basılmayan şarkılar. 33’lükler ve senin uzmanlık alanın olan 78’liklere girersem rakam büyüyor. Şöyle kapatayım bu bahsi: 45’lik olarak yayımlanmış şarkılar arasında sadece iki tanesinin plağı yok elimde: 5 Adım’dan “Gözleri Kara Dilber” ve Melih Faruk Serdar Saygun’dan “Gurbet Acısı”. Bir gün bunları da bulursam kitaptaki plakları tamamlamış olacağım.

45’lik koleksiyonum özel. Çok kişinin aksine en sevdiğim format. Kendimi bildim bileli alıyorum –ki başlangıcı, 45’liklerin yayımlandığı çocukluk yıllarıma tekabül ediyor. İlk aldığım (ya da aldırdığım) plak bir İlhan İrem 45’liği: “Sen Bilirsin / Ayrılık Akşamı (Konuşamıyorum)”. Plak 1978 yılında yayımlandığına göre arşivime girdiğinde en az altı yaşında olmalıyım. Arşivimin ilk plağı ve hâlâ bende. Başlangıç vuruşu bu. Sonrasında tek tük plaklar aldım ama 1988 yılında Ankara’ya gidene kadar ciddi bir “toplama” hâli yok. O yıldan sonra artarak çoğaldı. Başlarda ekseriyetle Türkçe sözlü pop ve rock topladım, sonra alaturka ve halk müziğine kaydım. Şimdi tür ayrımı olmadan bana enteresan gelen şeyleri topluyorum. 80’li yıllarda büyümüş olduğum için o yılların şarkılarını çok seviyorum: Modern Talking’den Falco’ya, U2’dan Suzanne Vega’ya uzanan ciddi bir koleksiyona sahibim. Bunlar dışında asıl merakım (biliyorsun ki) belgesel plaklar. “Konuşmalı” her türlü plağı topluyorum. Bu anlamda da memleketin en ciddi koleksiyonlarından birine sahibim sanırım. Bir şey daha: Arşivimdeki plakların büyük bölümü (sinir bozucu olduğu için) dinlenemez, katlanılamaz şeyler ama itiraf edeyim bunları ve bunlardan yola çıkarak tarih yazmayı çok seviyorum –ki bu durumu en iyi sen anlarsın, bir de Murat Ertel!

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak 
Bant Mag. No:69’a ulaşabilirsiniz.