Hatıraları eşelerken bugünde kalmak: Alejandro Zambra

Yazı: Deniz Dursun

Ne zaman kendimle aram bozulsa gittiğim bir yer var: Alejandro Zambra. Okumaya küstüğüm, elimin kalem tutmaz olduğu, pek de yaratıcı ve üretken hissedemediğim dönemlerim bazen biraz şiddetli geçer. Sonra gözüm bir Zambra kitabına takılır -ya da bile isteye o kitabı bulurum- ve olaylar gelişir. Yazının özü bu kadar basit. Onun cümleleri gibi tıpkı. Bence ben lafı dolandırmamayı biraz da ondan öğrendim. Aklımda da en çok “ben yazar olmayı seçmedim, sadece diğer konularda çok başarısızdım” lafı kaldı. Ya da onun gibi bir şey.

Zambra’nın yazdıklarının kişide his uyandıran tarafı her şeyden önce dilinin sadeliği belki de. Şiirsel sadeliği. Ortaya ağdalı laflar fırlatmadan ve kendini o kadar da ciddiye almadan, kişinin zihnine ve kalbine bir şey yapıyor olması. Bu bana başta biraz tuhaf gelmişti. Sonra edebiyatın benim için karşılığının tam da bu olduğunu anladım. Öğüt vermeyen, iddiasız, sakin, gerçek ve samimi bir şey işte. Kimi farkları belirginleştirirken kuvvetli ortaklıklar da kurduran bir şey. 

Zambra sadece öykülerinde ya da romanlarında değil, denemelerinde de bunu yapıyor. Okumamak’ta dost meclislerinde belki de öylesine konuştuğumuz konuları, çok etkili bir basitlikle “gerçek bir mesele” gibi ele alırken, “aa evet ya” dedirtiyor, “sesli kitaplara bir de bu açıdan bakılabilir…” Dedirtmediği bir şey de var: “Bundan bize ne şimdi?” 

Evet, “Roberto Bolaño’nun futbolla ilgili öyküsü Buba’yı pek sevmem” dediğinde “eee, bundan bize ne” demiyor, aksine -hayatınızda hiç Roberto Bolaño okumamış olsanız da- gerekçesini merak ediyor ve okumaya devam ettikçe meseleyi alıp götürdüğü bağlamlara şaşıveriyorsunuz.

Yazan biri olarak Zambra’dan ayrıca etkilenmemenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Zira kendisi aynı zamanda yazma eylemine de kafa yoran biri. Yazı yazdığınız aletin -defter, daktilo veya bilgisayar, neyse artık o- yazdığınız şeyin içeriğini de biçimini de etkilediğini söylediğinde ona hak vermeye mecbursunuz. Haklı çünkü.

“Okumak yüzünü kapatmaktır, yazmaksa yüzünü göstermek.”

Bu, Eve Dönmenin Yollarında geçen bir cümle. Zambra hatıraların peşinden koşarken bugünü öyle bir yazıyor; zaten burnumuzun dibinde olanı, günceli, gündeliği lezzetli bir yalınlıkla ve sığ bir nostaljiye kaçmadan öyle bir anlatıyor ki ben de onun yüzünü görür gibi oluyorum her okuyuşumda.

Alejandro Zambra Şili’de Pinochet diktatörlüğünde büyümüş. Çocukluğunun geçtiği bu atmosfer, hem aile ve arkadaşlarıyla hem de ülkesiyle kurduğu ilişkilere yansıyan bir gerçeklik olarak, pek çok kitabında rastladığımız ortak temalardan biri. Bugününü geçmişinin üzerine inşa ettiğini bilen herkes gibi, Zambra da bu gerçeğe sırtını dönmüyor ve açık yüreklilikle otobiyografik izlerin olduğu kurmacalar yazıyor.

“İyi haber, okulun hemen açılamayacak olmasıydı. Eski binalarda önemli hasarlar meydana gelmişti, görenler enkaza döndüğünü söylüyordu. Okulun zarar görmüş hâlini tahayyül etmekte zorlanıyor ama yine de bir üzüntü duymuyordum. Sadece merak ediyordum. Özellikle de bahçenin ucundaki, teneffüslerde oyun oynadığımız boş alan ve ortaokuldakiler yazı kazıdığı duvar aklıma geliyordu. Bütün o yazıların paramparça olduğunu, yerdeki küllerin içine dağıldığını düşünüyordum -komik yazılar, Colo-Colo’nun lehine ya da aleyhine veya Pinochet’nin lehine ya da aleyhine yazılmış cümleler. Bu cümlelerden özellikle biri beni çok eğlendirirdi: Pinochet çük sever.” (Eve Dönmenin Yolları)

Şili ve Türkiye, sosyo-politik bağlamları ve kültürleri açısından birbirine benziyor. Bu, Zambra’yı anlamayı kolaylaştırıyor; aynı zamanda coğrafya üzerinden birtakım ortaklıklar kurmayı da sağlıyor. Deprem ülkesi Şili, futbol ülkesi Şili, diktatörlük ülkesi Şili… Sarılalım!

Zambra’nın dönüp dolaşıp kurcaladığı konulardan biri de ikili ilişkiler. Sevgililer, evlenenler, boşananlar, bir araya gelip ayrılamayacaklar, ayrılmak istese de yapamayanlar, istemese de ayrılanlar… Aşk girdaplarının içinde gezinirken bir yanda da yazar ya da şair olanlar veya olamayanlar, bir gün olabilecek olanlar ya da hiçbir zaman olamayacaklar… Benzer temalar etrafında dolansa da “yine mi aynı şeyi anlatıyor” dedirtmeyişi beni ayrıca etkiliyor. Gerçi kendisi “evet, hep aynı şeyleri anlatıyorum” diyebilecek kadar da maskesiz ve net.

Hataların büyüsü

Sorunsuz bir hayat hayal edilir fakat pek ilgi çekmez. Kafası karışmayan, başarısız olmamış, yenilgiyi tatmayan, kaybolmuş hissetmeyen, lineer bir zamanda mekanik hareketlerle ilerleyen kişilerden o kadar da etkilenmeyiz. Zambra’nın karakterleriyle özdeşleşmemizin bir sebebi de bu. Her karakter yaptıkları ve yapamadıklarıyla, seçimlerinin tümüyle o kadar bizden ki hatalarına rağmen onları kucaklıyoruz. Bize bizi hatırlatıyorlar. Ellerini uzatıp omzumuza koyuyorlar. 

Bonzainin merkezindeki çift, Emilia ve Julio, uyumadan önce birbirlerine kitap okuyup duruyor. Daha ilk sayfalarında kızın ölüp oğlanın ölmediği bilgisiyle içine daldığımız bu hikâyeyi, hem hayata hem de ilişkilere dair zihnimizi yoklayanlarla takip ediyoruz. Ben yaşarken tarif etmeyi beceremediğimiz duygular ve durumlar hakkında konuşmaktan çok sıkıldım. Zambra’nın bunlar hakkında hiç konuşmadan aslında tam da bunlar hakkında konuşmasını bu yüzden seviyorum.

“Julio’nun Emilia’ya söylediği ilk yalan Marcel Proust’u okumuş olduğuydu. Okuduğu şeylerle ilgili yalan söyleme âdeti yoktu, ama her ikisinin de bir şeyin başladığını ve bu şeyin gittiği yere kadar gideceğini, önemli bir şey olacağını anladığı o gece, o ikinci gece, Julio yapmacık bir sesle ve samimi bir poz takınarak evet dedi, on yedi yaşında, bir yaz vakti, Quintero’da Proust’u okuduğunu söyledi (…) Tabii ki yalandı: o yaz Quintero’ya gitmişti ve çok kitap okumuştu, ama Marcel Proust’u değil, Jack Kerouac’ı, Heinrich Böll’ü, Vladimir Nabokov’u, Truman Capote’yi ve Enrique Lihn’i okumuştu.” (Bonzai)

Bir: Benim de bir şeyin başladığını, gittiği yere kadar gideceğini, önemli bir şey olacağını ansızın kavradığım geceler olur. Bu, bir yanıyla hayatta yaşanmış olabilecek her şeyin çoktan yaşandığını destekler niteliktedir. Julio’yu çok iyi anlıyorum.

İki: Julio ve Emilia’nın boşluklarla dolu hikâyesi bana iki şeyi hatırlatır. Söylenmeyenlerin ağırlığı ve söylenenlerin ağırlığı. İlişkilerde sürekli bir şeyleri açıkça konuşup masaya yatırmanın nasıl büyük tıkanıklıklara yol açtığını bilirim. İlişkilerde hiçbir şeyi açıkça konuşmayıp halı altına süpürmenin nasıl büyük tıkanıklıklara yol açtığını bilirim. Emilia’yı çok iyi anlıyorum.

Üç: Marcel Proust, en iyi yalanın, içinde en az bir doğrunun olduğu yalan olduğunu söyler. Yalan söyleyeceğim zaman ben de böyle yaparım. Dahası, Proust’un bu fikrinden haberim olmadan önce de böyle yapıyordum. Proust’u çok iyi anlıyorum.

Dört: Seneler, seneler, seneler evvel, âşık olduğumu sandığım birine Kayıp Zamanın İzinde’yi bitirdiğimi söylemiştim. Oysa okuduğum yalnızca ilk iki kitabıydı. Kendimi çok iyi anlıyorum.

Zambra’nın bana yaptığı işte bu. Beynime bir şeyler üşüştürmek ama bir yandan beni hafifletmek, hafifletmek, hafifletmek. Düşüncelerimi hizalamama bu şekilde sebep oluyor. Bunu sadece bana yapmadığından da çok eminim. Ama yine de özel hissediyorum.

Hayatı Zambra karakteri gibi yaşamak

Yazının başında “ne zaman kendimle aram bozulsa gittiğim bir yer var” demiştim. Yazdıkça sebebini daha iyi fark ettim. Zambra okurken onun karakterlerinden biri oluyorum. Yeni personamla vakit geçirdikçe de kendimle barışıyorum.

Bugün Şilili Şair’in Gonzalo’suyum. Yazdığım kitap satmamış. Üretim krizinin ortasında, bir kitapçıda kendimi avutmaya çalışırken aşk acımı unutacak gibi oluyorum. Dün Claudia’ydım. Belgelerim’deki öykülerden birinin Claudia’sı mı, Eve Dönmenin Yolları’nın Claudia’sı mı, bilmiyorum. Ama kendimi epey güzel hissediyordum ve hiç de az değildim. Yarın kim olacağımı merak ediyorum ve Zambra’nın hayatta olduğuna çok seviniyorum. Öldüğünde de, bir zamanlar hayatta olduğuna çok sevineceğim.