Tahribat zamanları ve normalleştirilenler: Ali Kemal Çınar’dan Geceden Önce
Röportaj: Merdan Çaba Geçer
Sıradan anların içindeki absürtlükleri yakalamakta maharetli mizah anlayışıyla sinemasını ilgiyle takip eden bir izleyici kitlesi yaratan Ali Kemal Çınar’ı, temas ettiği konu başlıkları arasında çatışan kimlikler, ana dil, beden, toplumsal cinsiyet bulunan Veşartî / Gizli, Gênco, Di Navberê De / Arada gibi filmleriyle tanıdık. Kürt sineması içinde ezberleri bozarak kendine özgü bir alan açan yönetmen, bu kez mizahı devre dışı bırakmayı ve içinde bulundukları politik gerçekliği iliklerine kadar hisseden üç karakterin öyküsünü anlatmayı seçmiş.
41. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma seçkisinde yer alan Beriya Şevê / Geceden Önce, olağanüstü hâl koşullarında rutin yaşamlarını sürdürmeye çabalayan bir ailenin üç üyesini takip ediyor: Bir yandan hayatta kendini konumlandırmaya çalışırken bir yandan da ressam James McNeill Whistler’ın ayak izlerini takip eden Gulbîn, ona modellik yaparken nafile bir çabayla evini çatışma seslerinden yalıtmaya çalışan annesi ve kentin geçmişini çektiği fotoğraflar aracılığıyla zihninde yeniden canlandırmayı deneyen babası…
Ali Kemal Çınar’la, Geceden Önce’ye dair merak ettiklerimizi konuştuk.
“Politik duruş benim hep önemsediğim bir şey; sadece Kürt meselesinde değil, toplumsal cinsiyet alanında da bunu görünür kılmaya çalışıyorum. Topyekûn olarak her şeye dünya görüşümün çerçevesinden bakıyorum.”
Ali Kemal Çınar sineması deyince mizahı incelikle kullanan, oyunbaz, gündelik ve varoluşsal dertlere dair bir anlayıştan bahsederdik şimdiye kadar. Bu sefer filmografin içinde yeni bir sayfa açmışsın âdeta, arthouse sinemanın tanıdık kodlarına sahip bir çalışma var karşımızda. Kendine böyle yeni bir yol çizmenin ardındaki sebepleri açabilir misin?
Evet, dediğin doğru. Diğer filmlerimin mizah dünyasından kopuk bir film Geceden Önce, bu da son dönemlerde yaşadığımız süreçle ilgili belki de. Dünyanın ve ülkenin gidişatının çok aydınlık olmaması, hem yaşadığım şehir hem de coğrafya itibarıyla beni de etkiledi. Maalesef gittikçe artan bir kaos, karamsarlık hâli var. Bir de bu film bir edebiyat uyarlaması aslında; sevgili Erhan Sunar’ın, samimi olduğum bir arkadaşım kendisi, çok sevdiğim bir kitabıydı. Kafamda hep dönüyordu. Aslında birkaç film sonra düşündüğüm bir projeydi ama bahsettiğim sebepler birleşince öne alma ihtiyacı duydum. Mizaha da biraz ara vermek istedim açıkçası. Mizahın kolaylaştırıcı bir tarafı var hâliyle, karşı tarafa bir şeyleri iletmek daha kolay oluyor ama birtakım dertleri mizahla yumuşatacak hâlim kalmamıştı. Koşulların sertleşip ağırlaşmasından dolayı anlatma ihtiyacı hissettiğim bu hikâye, böylece çıkmış oldu.
Belirttiğin gibi, Erhan Sunar’ın aynı isimli kitabının uyarlaması Geceden Önce. Edebiyattan beslenmenin nedenlerinden, seni bu kitaba nelerin yönlendirdiğinden bahsedebilir misin?
Direkt bir uyarlama durumu olmasa bile diğer filmlerimde de edebi kaynaklardan beslendiğim oldu aslında, mesela Veşartî’de Franz Kafka’dan Dönüşüm’ün etkisi çok fazlaydı. Dediğim gibi, Erhan’ın kitabı çok sevdiğim bir kitaptı. Hep aklımın bir köşesindeydi, aramızda konuşurken de “Bunu bir ara yapalım, çalışalım.” diyorduk. Bir de kendimi zorlamak istiyordum açıkçası; başka birinin hikâyesini nasıl biçimlendirebilirim, nasıl anlatabilirim, nasıl dönüştürebilirim, o hep kafamın bir tarafında vardı. Bana ait olmayan bir hikâyeye hâkim olabilecek miyim, bunu yapabilecek miyim merakı, beni projeye iten sebeplerdendi. Hâliyle uyarlama konusunda çok da başarılı olamadım. Birebir bir uyarlama olmadı ama sonuç itibarıyla bu süreç, böyle motivasyonlarla başladı. Benim için de farklı bir şey oldu. Tekrar böyle bir adaptasyon çalışması olur mu olmaz mı, onu çok bilemiyorum ama kişinin ara ara kendisini zorlaması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de sanat üzerine bir iş yapıyorsa.
Kürt yönetmenlerden politik beklentilerin bulunduğu bir iklimde daha kişisel hikâyeler anlatmayı tercih ediyordun şimdiye dek; kendinden, yakın çevrenden… Öte yandan üretimlerinin her zaman politik bir yanı olduğunu da düşünüyorum şahsen. Geceden Önce ise bu anlamda en yoğun çalışman muhtemelen. Ne gibi geri dönüşler aldın?
Bu politik olup olmama meselesi önceki filmlerimde de tartışılıyordu. Senin de dediğin gibi kimi insanlar “Aslında bunlar politik filmler.” diyordu, kimileri ise yaşananlara nazaran yeterince politik olmayan filmler çektiğimi düşünüyordu. Bu tartışmalar hep vardı. Çektiklerim; Kürt sinemasına bakınca direkt politik olan, derdini daha sert veya didaktik bir biçimde anlatmayı tercih edenlerin yanında, politik tarafı daha az hissedilen filmler olarak düşünülüyordu. Aslında benim “Politik bir film yapayım mı, yapmayayım mı?” gibi bir düşüncem hiç olmadı. Politik duruş benim hep önemsediğim bir şey; sadece Kürt meselesinde değil, toplumsal cinsiyet alanında da bunu görünür kılmaya çalışıyorum. Topyekûn olarak her şeye dünya görüşümün çerçevesinden bakıyorum.
Kürt sinemasında zayıf gördüğüm kimi şeyler vardı ve daha fazla politik olmasını dilediğim ama olamadığını düşündüğüm bir eleştiri dünyam da oluşmuştu. Bu film aslında biraz da böyle bir yoldan hayat buldu. Kürt sinemasının içinde bulunduğu o çerçeveyi biraz genişletmek ya da dönüştürmek, çok didaktik ve demagojik olmayan bir film yapabilmek istedim. Bu açıdan aslında iyi dönüşler aldı film; politik sinema adına, Kürtlerin yapmış olduğu filmler adına. Öte yandan tekrar böyle bir şeye döner miyim dönmez miyim, pek bilemiyorum… Bu bir süreç, üretim devam ettiği müddetçe nerelere gideceğini ben de kestiremiyorum.
Kürt sineması demişken, yakın tarihli bir röportajında Kürtçe çekilen filmlerde nitelik değil ama nicelik bakımından gözle görülür bir düşüş olduğunu söylemiştin. İçinde bulunduğumuz siyasi konjonktürle bir ilgisi olduğunu düşünüyor musun?
Direkt öyle. Çünkü biliyorsun, yakın zamanda bir süreç döneminden geçildi. O dönemdeki filmlerin sayısına bakın mesela, ciddi anlamda bir üretim var, Kürtçe filmler çekmek gibi bir gayret var. Son yıllarda siyasi atmosfer değiştikçe filmlerde sayısal olarak düşüş yaşandı, Kürtçe film çekmek gibi bir gayret daha az görüldü. Mevcut siyasi durumdan etkilenilmesini anlıyorum elbette ama bu boyutta etkilenilmesine de çok anlam veremiyorum. Özellikle de dilden vazgeçmeye, Kürtçe çekmemeye… Ya da Kürtçe düşünmemek gibi bir yola girmek bana çok garip geliyor. Halbuki ciddi bir motivasyon oluşmuştu Kürt sinemasında, ciddi bir üretim oluşmuştu ve başarılar yakalanıyordu yavaş yavaş. Bunun böyle tersine dönmüş olması kesinlikle siyasi atmosferle ilgili. Normalde tam zıttı da yaşanabilecek bir durum aslında, siyasi iklimin sertleştiği bir zamanda üretim ve ısrar artabilirdi. Ama öyle olmadı maalesef.
“Baş karakterde bir erkeklik temsiliyeti ortaya koymayı, parodi olmadığı sürece, hani o erkekliğin altını oymadığı müddetçe hiç düşünmedim.”
Barış masasından kalkıldığı, çatışmaların yeniden başladığı olağanüstü hâl koşullarında geçiyor Geceden Önce. Karakterlerin her birinin içinde bulunduğu gerçekliği sindirme, gerçeklikle baş etme yöntemi farklı. Bu anlamda çevrende yaşayanlardan, onların bu şartlardaki savunma mekanizmalarından da referans aldığın oldu mu?
Kitap kesinlikle filmdeki dünyada geçmiyor. Bu benim eklediğim bir şey, siyasi koşulların üzerimdeki etkisi nedeniyle kitabın atmosferine de bunu yerleştirdim. Tamamen deneyimlediğim şeylerle alakalı. O dönem yaşadığım, o dönem hissettiğim ya da çevremin hissettiği şeyler neyse onların direkt etkisi oldu doğal olarak. Bir de filmde asıl vurgulamak istediğim şey, her şeyin fazlasıyla normalleşmiş olması… Kafede otururken bir taraftan çatışma seslerini duyuyor olmak ve yine konuşmaya, sohbete devam edebilmek, bir şeylerin nasıl da normalleştirildiğini gösteriyordu. Bunların filme sirayet etmesini istiyordum. Karakterler de öyle; hepsi kendi kişisel hikâyelerinin peşinde, bir taraftan normal, rutin hayatları devam ediyor.
Epizodik yapısı var filmin, her bölüm bir karaktere odaklanıyor ve diğerleri sadece sesleriyle varlıklarını belli ediyorlar. Bunun özel bir sebebi var mıydı?
Birbirlerinden kopuklar çünkü. Ne kadar üç kişi de olsalar, çekirdek aile de olsalar birbirlerinden kopmuş durumdalar. Birbirlerinin dünyalarına çok değmiyorlar, çok kısmî değiyorlar ya da yakın duruyorlar. Onların bu yabancılaşma hâllerini; hem şehirle hem o dünyayla hem de kendileriyle olan yabancılaşma hâllerini vurgulamak için yaptığım bir tercihti. Üçü arasındaki iletişimsizliği, hikâyelerinin birbirinden ayrı olmasını ama yine de benzer koşullar altında yaşamalarını vurgulamak istedim.
Ressam olan Gulbîn karakteri kendinden bahsederken, üretimlerinde teknikten ziyade hisleri merkeze koyduğu bir sanatsal anlayışı benimsediğini söylüyor. Bu açıdan, eski demeçlerinden de referans alarak soruyorum, sinemanla bir paralellik kurmak mümkün mü?
Çalışmalarını örnek aldığı o ressam, James McNeill Whistler, çok teknik bir ressam. Ana diye geçen o resmi de baya teknik bir resim ama buna zıt bir karakter Gulbîn aslında. Bende de biraz öyle bir durum var; teknikten ziyade hislerle hareket etmeyi tercih ediyorum. Aradaki dengeyi sağlamaya çalışıyorum. O yüzden biraz da beni yansıtıyor Gulbîn, evet. Karakter hislerden bahsediyor çünkü tekniğe dair yapabileceği çok fazla bir şey olmadığını düşünüyor. Bende de belki hislerle, duygularla bir şeyler yaratabilirim; bir farklılık katabilirim gibi bir düşünce var.
Peki kitapta erkek olan bu karakteri kuir bir kadın olarak yeniden tahayyül etmenin spesifik bir nedeni var mı?
O da yine benim dünyayı algılayışımla, sinemayı algılayışımla alakalı bir şey. Kitabı çok seviyorum fakat bir erkek hikâyesi anlatamazdım. O da sinemada artık fazlasıyla tüketilmiş olmasıyla ilgili. Başta da dediğin gibi sanat sinemasına daha yakın bir film bu ama onu biraz değişip dönüştürme gayretim var. Değişikliğin sebebi tamamen bununla ilgili. Baş karakterde bir erkeklik temsiliyeti ortaya koymayı, parodi olmadığı sürece, hani o erkekliğin altını oymadığı müddetçe hiç düşünmedim. Bu nedenle kuir bir karaktere dönüştürdüm onu, onun üzerinden yürümesini istedim hikâyenin. Sonuç olarak metne bağlı kalamayan, yazarların sevmeyeceği bir yönetmen olabilirim.
Baba karakterinde görsel hafızayla geçmişe tutunma çabası görüyoruz. Şehir tahrip edildikçe o şehre daha fazla yabancılaşıyor, anılara daha sıkı tutunmaya başlıyor. Kolektif hafızamızın bu kadar zayıf olduğu bir gerçeklikte, bu karakteri ne gibi motivasyonlarla yapılandırdın?
Kitaba belki de en yakın olan oydu, baba karakteriydi. O da fotoğrafçıydı, fotoğrafların peşindeydi. Evet, son yıllarda yaşanan bu tahrip dünyası, bu kriz, bu siyasi düşünce hepimizi bir şekilde hafızasızlaştırıyor maalesef. Bir mekânı bir sene sonra tekrar ziyaret ederken bile, değişiklik görünce hafızanızda bir şeyleri yitirdiğinizi hissediyorsunuz. Diyarbakır da maalesef bir yıkım siyaseti içinde. Kentle, yaşadığımız yerle kurduğumuz ilişkiyi bence iyi yansıtıyordu baba karakteri. Bir taraftan hafıza sorunu olması, bir taraftan hafızasını yenilemeye çalışması, bir taraftan da onun peşinden gitmesi; filmin çok önemsediğim alt metinlerinden bir tanesiydi.
Hafıza üzerine bir üçleme yapmak, düşündüğüm bir şey… Kent, mekân, hafıza yitimi gibi konular üzerinde çalışıyorum bir süredir. Son yıllardaki en büyük tahribatlardan biri, belleğin yıkımı bana göre. Nereden bakarsanız bakın belleğimiz bir şekilde tahrip ediliyor, yok ediliyor. Bu duruma dair yapabileceğimiz tek şey ise sanat yapmak, film yapmak…
Filmlerin birçok festivalde yarıştı, vizyona girdi. Öte yandan filmografinin yakın tarihte MUBI kataloğuna eklenmesiyle daha erişebilir hâle geldiğini tahmin ediyorum. Dijital platformları bağımsız sinema için bir şans olarak görenlerden misin? Bir de, çok daha fazla insana ulaşabiliyorken, sinemanı yeni keşfedenlerden ne gibi reaksiyonlarla karşılaştın?
Dijital platformlar aslında bağımsız sinema için bir ilaç gibi oldu, çok net. Keşke olmasaydı. Hâlâ sinemalara talep edilseydi, hâlâ rağbet edilseydi keşke. Bu kültürsüzleşme hâli ne yazık ki sinemaları da yok etti. Sinemalar yalnızca büyük, popüler, ticari yapımlara mekân oldu. Bağımsız sinemanın epeydir kendine yer bulamadığı bir dünya artık sinemalar. Tam da bu yüzden dijital platformlar bu noktada bir kapı araladı bizim gibi sinemacılara bence. Benim için de iyi oldu. Dediğin gibi, görünürlüğü biraz daha artırdı. Filmlerimi hiç izlememiş insanların izlediği bir duruma dönüştü. Bunu ilk birkaç hafta içerisinde hemen hissettim. Olumlu bir şey tabii ama dediğim gibi, sinemaların bitmemesini arzulardım. Birinin özellikle bir film seçip, gidip bilet alması başka bir mevzu çünkü bana göre.
Elbette bu konuda muhafazakâr olmanın da bir manası yok; sonuçta dünya değişiyor, teknoloji de. İzleyici olarak yeni olanaklardan ben de faydalanıyorum. Sinema üreten, film üreten biri olarak buna karşı durmamam gerekiyor. Herkese ulaşılıyor gerçekten, hele sinemaların olmadığı illeri düşünürsek. Büyük bir avantaj. Ama ikisinin birlikte yürütülmesi, bence, sinema ve sinemacılar adına daha iyi olabilirdi.
Reaksiyon konusuna gelince… Benim filmlerime hep karışık tepkiler geliyor. Baştan beri böyle. Arada bir yorumlara bakıyorum, baya kötü şeyler yazanlar var, iyi şeyler de. Olur tabii, seven de olur sevmeyen de olur ama ilginç olan, yorumlar çok uç noktada. Birileri yerden yere vururken, birileri çok seviyor ve açıkçası bu durum benim için de bir denge oluşturuyor. Sevmeyen kişilerin bile izlemiş olması, fikirlerini duymuş olmak bana iyi geliyor çünkü amacım, en azından insanlara ulaşmış olmak. Ulaşsın, izlensin; yorumlamak herkesin özgür olduğu bir alan zaten. Sonuçta ben de seyirciyim, benim de sevmediğim filmler çok var. Doğal, olması gereken bir şey.
Bu sayımızda Türkiye’deki sinema kolektifleri üzerine bir dosyamız da bulunuyor. Diyarbakır Sinema Kulübü’nün kişisel tarihindeki yerinden biraz bahsedebilir misin? Bağımsız kolektiflerden daha nice sinemacılar çıkabileceğine dair önemli bir örnek olarak yer ediniyorsun zihnimizde çünkü.
Teşekkür ederim. Diyarbakır Sinema Kulübü, Diyarbakır Sanat Merkezi bünyesinde 2003 yılında kuruldu. Hâlâ devam ediyor çalışmaları, 19 sene olmuş. Çok mütevazı, hani böyle çok kendini duyurmayan ama kesintisiz devam eden bir oluşum. İlk kısa filmlerimi bu sinema kulübünde, Diyarbakır Sanat Merkezi bünyesinde yaptım. Çok faal olduğumuz bir dönemdeyken uzunca süre atölyeler, çeşitli etkinlikler yapıldı. Sinemayı daha iyi öğrenmek isteyenler için senaryo, görüntü yönetmenliği, kurgu gibi sinemanın bütün bileşenlerine dair atölyeler gerçekleştirildi. Aslında orası bir nevi eğitim mekânı oldu benim için. Her hafta 15-20 kişi toplanıp film izleyip tartışıp; akımları, yönetmenleri, sinema tarihini konuştuk, deşifre ettik, analiz ettik. Aramızdan sinema yapanlar da çıktı, sinema yazarları da… Oradan yolu geçen herkes çok bilinçli izleyiciler oldu zaten. Hâlâ da devam ediliyor, haftada bir iki defa buluşup filmler izlenip tartışılıyor. Pandemi döneminde toplanamadık ama Zoom’da sürdürdük. Yeni dönemde tekrar bir araya gelme, kanlı canlı görüşme, yine eski hâlinde devam etme gibi bir amaç var. Muhakkak mevcuttur ama ben Türkiye’de bu kadar uzun süre devam eden bir kulüp hiç duymamıştım. Bence birçok kulübe ilham da oldular, mesela Kars Sinema Topluluğu var benim hatırladığım. O açıdan baya değerli ve iyi bir oluşum.