Büyümek ya da büyüyememek: All the Light We Cannot See
Yazı: Aysu Uzer
Anthony Doerr’ın 2015’te Pulitzer Ödülü’ne uzanan aynı adlı romanından, Peaky Blinders’ın yaratıcısı Steven Knight tarafından dört bölümlük bir mini diziye uyarlanan All the Light We Cannot See, 2 Kasım’da Netflix kataloğuna eklendi. II. Dünya savaşının yıkımından sağ çıkmaya çalışan iki gence odaklanan serinin yönetmeni, önümüzdeki sene gösterime girecek Deadpool 3’nin yanı sıra Stranger Things, Arrival gibi yapımlarda da parmağı olan Shawn Levy. Hugh Laurie, Mark Ruffalo, Aria Mia Loberti, Louis Hoffmann ve dahasını içeren oyuncu kadrosu da bir hayli parlak.
*Bu yazı, All the Lights We Cannot See’yi henüz izlememişler için bazı sürprizleri bozabilir.
Konu nedir?
Görme engelli Marie, dünya ve yaşam hakkında bitmek bilmez bir merak taşıyan bir çocuk. Bir masal kahramanına benzeyen babası, ona usanmadan soru sormayı, bıkmadan cevabı aramayı, asla vazgeçmeden dinlemeyi öğretmiş. Marie’nin bu merakı ve tutkusu, büyüdüğünde de değişmemiş elbette. Yetimhanede kardeşiyle beraber yaşayan, hatta yetenekleriyle bazen göze batan bir çocuk olan Werner ise Marie’ye benzer bir tutkuyla radyolara bağlanmış. İki çocuğun en önemli ortak noktası, aynı radyo istasyonundan çocuklara evreni tanıtmaya çalışan Profesör’ü dinlemeleri. Bazen canları pahasına olsa da…
Bu merak ve tutkuyu bir hediye olarak değerlendirmek mümkün elbette. Babasının söylediği gibi Marie’nin karanlıkta değil aydınlıkta yaşamasını da bu özelliği sağlıyor zaten. Ancak Werner’in radyo teknisyenliği hakkındaki dâhiyane yönü ve teknik sorunları kısa sürede çözebilme yeteneği, onun yaşamında lanet olarak görülebilecek bazı sorunlar çıkarıyor. Dizi, bu anlatıyı efsanevi bir taş üzerinden imgeliyor; yaşananların tümü, kısır bir döngüde geçen bir maceralar silsilesi. Werner belki becerisi “yüzünden” Nazi askeri olmak ve kız kardeşinden ayrılıp dehşet verici seneler geçirmek zorunda kaldı ama böyle olmasaydı, Marie’yi tanıma ve hatta onu kurtarma şansına erişmesi de mümkün olmayacaktı. Bu girift örgü Marie, amcası, babası ve Madame Manec gibi tüm karakterler için de geçerli. Ne diyelim, vice versa…
İlk intiba
İlk bakışta dizinin görsel ihtişamına kapılmamak elde değil; renkler, kostümler, ışıklar, dekorlar gerçekten büyüleyici. Çocukluk kahramanını hâlâ içinde yaşatan ve onunla tanışma hayaliyle yaşayan herkesin kendisinden bir şeyler bulacağı bu mini serüven, II. Dünya Savaşı ekseninde ilerliyor gibi görünse de ben, iki çocuğun zor bir yerde büyümeye çalışmalarından, içine doğdukları dünyayı anlama ve iyilikle doldurma çabalarından başka bir unsuru bu hikâye için önemli ve anlamlı görmüyorum.
James Newton Howard imzalı orijinal müzikler beni ayrıca etkiledi. Akademi Ödülleri’nde birden fazla adaylığı olan Howard’ın adını; Pretty Woman, The Devil’s Advocate, The Sixth Sense, Hunger Games ve sayamadığım daha nice filmin emekçileri arasında görebilirsiniz. Bazen masallardan, bazen fantastik edebiyattan tanıdığımız işaretlerle iyi – kötü ikiliğinin kendine has anlatısını üreten serideki oyunculukların, aksanların ve ideolojinin kimi negatif eleştiriler aldığını söylemeden geçmek doğru olmaz. Yine de çocukluğunuzu yanınıza alıp, kötüleri alt ettiğiniz bu dört saati kendinize hediye etmenizi öneririm.
En çok neyi sevdin?
Olaylar, insanlık tarihinin en karanlık ve dehşet verici dönemlerinden birinde geçiyor ama dizinin baktığı yön başka. Alışıldık perspektiften izlemek isteyenler için Google’ın bile milyonlarca ve milyarlarca önerisinin hâlihazırda mevcut olduğunu hatırlatarak, bölümleri tarihsel gerçeklikten ziyade iyilerin ve kötülerin portresi olarak izlediğimi söyleyeyim. Evet, eleştirilerin çoğunda Werner’in bir Nazi askeri olmasına ve izleyenin bir Nazi askeriyle empatiye davet edilmesine, onun da mağdur gösterilmesine tepki verildiğinin farkındayım. Fakat dizinin tam da bunu yapmaya çalıştığını, adıyla müsemma olduğunu düşünüyorum. Ve en çok bunu sevdim.
Gözü dönmüş bir caninin dünya tarihi boyunca anlatılacak kıyımında, faillerin tümü gönüllü ve istekli miydi? Karanlığın içinde az da olsa ışık olamaz mı? Bence Werner varlığıyla, yetenekleriyle, ailesinden habersiz yaşamıyla, kafatasının bir doktor tarafından ölçülmesiyle kimliğini buluşuyla, askeri akademide çektiği tüm acılarla, işkencelerle güçlendirilmeye çalıştığı her gün ve beyninin yıkandığı her gecede buna meydan okumasıyla, Marie ve seyrettiğimiz tüm Fransızlardan daha az mağdur değildi. Bazen sistemin çarklarını kırabilmek için taşların içeride olması gerekir; işte Werner, tam da o taşlardan biri oldu.
En az neyi sevdin?
Marie’nin bir masal kahramanına dönüşen babasının akıbeti ve bunun izleyiciye aktarılma şeklini HİÇ sevemediğimi söylemek zorundayım.
En çok hangi âna yükseldin?
Madame Manec en sevdiğim karakter oldu. Belki amca Etienne’in yaşama tutunmasını kendi yaşamıyla sağladığı için, belki de tüm dünya onun sayesinde hâlâ dönebiliyormuş gibi sessizce tüm işleri halledip, ne kadar güçlü olduğunu gösterme ihtiyacı hiç duymadığı için. En çok yükseldiğim anda da o var hâliyle: Madame Manec ve muhteşem ekibiyle tanıştığımız sahne. Hafife alınmanın muhteşem bir avantaj sağladığı kasaba teyzelerinin gizli bir direniş örgütü olduğunu görüyoruz burada. Eminim savaşın kaba kuvvet ve cehaleti yücelten ataerkil portresine karşı zekâ ve stratejinin sağladığı gücü izlemek, iyilerden yana tüm kalpleri biraz olsun ferahlatacak.
Kimler sever?
Gri bölgelerden korkmayan kişilere öneririm.