Amandine Urruty ve baktıkça çoğalan, garip karnaval alemi
Röportaj: Yetkin Nural
Çocukluğundan bu yana kara kalemle derin bir gönül bağı kuran Amandine Urruty, yatağının konforundan kopmadan, kimi zaman günde 12-13 saat çalışarak yarattığı, garip bir karnavaldan kopup gelmiş dünyaların kapısını araladı.
Fransız illüstratör Amandine Urruty’nin kâğıt üzerinde yarattığı evrenler ünlü Hollandalı ressam Hieronymus Bosch’un rengârenk kâbuslarının tuhaf, siyah-beyaz evrenlere dönüşmüş hallerini anımsatıyor. Elbette bu evrenlerde gördüğümüz imgeler dinsel tasvirlerden ziyade Urruty’nin kendi zihinsel dağarcığını oluşturan hayallerinin, korkularının, endişelerinin ve tutkularının popüler kültürden tanıdık yüzlerle bir araya gelmiş izdüşümleri..
Yer yer 19. yüzyıl aile portrelerini hatırlatan kompozisyonların içine tuhaf detaylarla dolu, garip, ürkütücü ve bir o kadar da eğlenceli minik dünyalar sığdıran Urruty’nin renklere olan mesafesi, çalışırken dinlediği suç hikâyeleri, kâğıdın ötesinde çizmeyi sevdiği yüzeyler ve daha nicesi az sonra dalacağınız sohbetin içinde.
Çizmeyi ve sanatı bir kariyer olarak seçtiğin dönemi nasıl hatırlıyorsun? Bu alanda ilk ilhamların kimlerdi?
Ben her zaman bir sanatçı olmak istedim! Bir taşra kasabasında, ördekler, inekler ve mısır tarlaları arasında büyüdüm… Çizmek kısa sürede sıkıntıya karşı antidotum haline geldi. O zamanlar atları çizip, onlardan karikatürler yaratmaya çalışırdım. Ailem sanatla pek haşır neşir sayılmazdı, evde sadece bir tane Salvador Dali posterimiz vardı. Bu yüzden ilk sanat ilhamlarımı kütüphanede buldum: Hieronymus Bosch, René Magritte, Brueghel the Elder, Asger Jorn, Edika.
Yıllar sonra üniversitede sanat okuyarak bir sanat öğretmeni olmaya karar verdim. Bu bir sanat kariyerine kıyasla ailemi daha az kızdıracak, daha risksiz bir seçimdi. Üniversitede okurken bir grupta şarkı söylüyordum ve hem kendi grubum hem de başka gruplar için posterler ve albüm kapakları üreterek kendi grafik evrenimi geliştirmeye başladım. Henüz 22 yaşındaydım ve sanırım bu sanat kariyerimin gerçek başlangıcını işaretliyor. Birkaç sene sonra ilk solo sergim için üretmeye ve bir illüstratör olarak çalışmaya başladım. Bu yüzden de üniversitedeki doktora eğitimimi yarıda bıraktım (üzgünüm anne!) ve o günden bugüne bir görsel sanatçı olarak hayatımı devam ettirmeye çalışıyorum.
“Ben kız çocuklarıyla özdeşleştirilen karakterlerle garabetleri, pislikle parıltıyı karıştırarak ortaya tuhaf bir his çıkarmayı seviyorum.”
İmgelerin; çizdiğin karakterler, ikonografi ve manzaralar… Hepsinin kendine has bir hissi var. “Tuhaf” akla gelen ilk sıfat oluyor ancak karanlık bir tuhaftan ziyade eğlenceli bir gariplik söz konusu. Hayal gücün bu siyah-beyaz evrene nasıl ulaştı ve hem tanıdık hem de yabancı yüzlerle dolu bu dünyayı neden kendi yuvası haline getirdi?
Ben kendi zihinsel peyzajımın bir yansıması olabilecek resimler çizmek istiyordum. Kafamın içinde olan bitenlerin, korkularımın, tutkularımın, endişelerimin ve gizli hayallerimin bir yahnisini pişirmek gibi… Tüm bunlar farklı eklektik unsurların, oldukça kişisel semboller ile pop kültüründen tanıdık hatıraların bir araya gelmesiyle mümkün oldu. Bu fikir Lautréamont’un ünlü sözüyle de açıklanabilir aslında: “Bir dikiş makinesi ile bir şemsiyenin bir ameliyat masası üstünde tesadüfi karşılaşması”. Bu sürrealizm için sık sık kullanılan bir tanımlama. Ben kız çocuklarıyla özdeşleştirilen karakterlerle garabetleri, pislikle parıltıyı karıştırarak ortaya tuhaf bir his çıkarmayı seviyorum. Bir resmin belirsiz, çarpık ve grotesk bir hisle karnavalvari bir havayı bir araya getirmesine bayılıyorum. Büyük ve çok acayip bir parti gibi!
Pek çok çizimin izleyiciyi bir aile fotoğrafı anına davet ediyor. Yani çizimlerinde sık sık büyük figürleri senin “kamerana” dönmüş, 19. yüzyıl aile fotoğraflarını hatırlatan pozlar içerisinde, çevrelerinde ve arkalarında garip, detaylı ve eğlenceli manzaralar içerisine görüyoruz. Çizimlerin kompozisyonlarını nasıl oluşturduğunu biraz anlatabilir misin?
19. yüzyıldan kalan eski fotoğrafları her zaman çok sevmişimdir. Onların mermerimsi, katı hallerine ve ısrarcı pozlarına bayılıyorum. Ve aile fotoğrafları da her zaman ilgimi çekmiştir, sanırım yoğunluk barındıran her şey ilgimi çekiyor.
Çizimlerimde önce esas temayı ve başlıca karakterleri belirliyorum. Daha sonra onların etrafına sayısız detayla doldurduğum bir manzara inşa ediyorum ve genelde tüm alan dolana kadar da durmuyorum… Büyük sahneler içine küçük sahneler yerleştirmeyi, insan dünyasının içinde daha küçük canlıların dünyalarını yaratmayı seviyorum, aynı bir çocuğun bir bebek evinin içinde yarattığı evrenler gibi… Bir tiyatro içinde objelerin ve oyuncakların geceleri hayata geldiği başka bir tiyatro yaratıyorum.
Tahminen bu soru hemen hemen tüm röportajlarında karşına çıkıyordur, ancak sormadan geçemeyeceğim… Zira senin gibi neredeyse sadece siyah-beyaz çalışan sanatçılar sık sık karşımıza çıkmıyor. Seni renkler yerine siyah-beyaz çalışmaya çeken nedir? Daha önceleri renkli çalışmalar yaptığını biliyorum, renklere geri dönmeyi düşünüyor musun?
İlk çalışmalarım da siyah-beyazdı, o zamanlar asla ama asla renk kullanmayacağımı söylüyordum. Siyah kalemler o kadar saf, kuvvetli ve radikal araçlar ki kendi kendine yeten, zarif çizimleri hayata geçirebiliyorlar. Ancak o zamanlar gençtim ve yorumlardan daha kolay etkileniyordum. Herkes bana günde on kez “Neden renk kullanmıyorsun?” diye sorduğu için sonunda renkli kalemlerle çalışmaya başladım. Eğlenceli olduğunu da itiraf etmeliyim! Kısa sürede renkler benim için kişisel nedenlerle de önemli hale gelmeye başladı: babam hastalanmıştı ve ben de gökkuşakları, floresan şekerler çizerek büyülü düşünce dünyamı korumaya çalışıyordum. Bütün gün gürültülü renklerle çalışmak bu üzücü dönemi birazcık da olsa hafifletiyordu…
Sonunda babam öldüğünde ben de siyaha geri dönmeye karar verdim, bu sefer kesin ve net olarak. Bu “geri adım” tekniğime odaklanmamı sağladı. Artık favorime geri döndüğüm için, sürekli kendimi geliştirmeye ve daha iyisini yapmaya çalıştım. Dikkatimi dağıtacak renkler, gösteriş veya abartılar yoktu, sadece siyah vardı.
Her ne kadar son dönemde birkaç kez işlerimde gökkuşağı renkleri kullanmış olsam da renklerle çalışmaya dönmeyi düşünmüyorum.
Kâğıt dışında duvarlar üzerinde çalıştığını ve zaman zaman başka sanatçılarla iş birliği içinde duvar resimleri yaptığını da biliyorum. Bu farklı yüzeyi keşfetmeye ne zaman ve nasıl başladın?
Her zaman daha büyük formatlarla çalışmayı sevmişimdir. O nedenle birkaç yıl önce Tayland’da gerçekleşen bir festivalden 10 metrelik bir duvar resmi yapmam için davet alınca hiç düşünmeden kabul ettim. Benim için yeni bir meydan okumaydı, biricik kalemlerimi bırakıp elime fırçaları aldım. Seyahat etmek için de güzel bir fırsattı, bu şekilde İspanya’yı, Gürcistan’ı ve Finlandiya’yı görme şansı yakaladım. Doğduğum şehirde de kocaman bir duvarı boyama fırsatım oldu! Duvar resimleri için iş birliği yapmak da ilginç bir deneyimdi ancak kesinlikle yalnız çalışmayı tercih ediyorum.
İlgini çeken başka sanat alanları, keşfetmek istediğin farklı formatlar var mı?
Heykel yapmayı çok istiyorum. Önümüzdeki aylarda seramikle çalışma planım var. Ve belki bir gün bir animasyon üzerinde çalışmak, küçük bir film yapmak harika olur. Ancak animasyon çok zaman alan bir süreç, bu benim için biraz korkutucu.
Ayrıca enstalasyonlar üzerinde çalışmayı da çok seviyorum. Sanat üretimleri arasında en heyecan verici bulduğum ve daha fazlasını keşfetmek istediğim bir alan enstalasyon.
Çalışma ortamını tasvir eder misin? Neredesin? Arka planda müzik var mı? Etrafında neler var? Gece mi gündüz mü çalışıyorsun?
Çocukluğumdan beri sürdürdüğüm kötü bir alışkanlığım var: yatakta çalışıyorum. Çocukken ödevlerimi de yatakta yapardım, üniversitede yatakta yağlı boya çalışırdım (ve peynir yerdim). Şimdi de bütün çizimlerimi yatakta yapıyorum. Pijamalarımın içinde, gerçek suç belgeselleri ve radyo programları dinleyerek çalışıyorum. Bazen de çalışırken bir yandan televizyon dizileri izliyorum. Ama hiçbir zaman müzik dinlemiyorum. Müzik dinlemek dikkatimi fazla dağıtıyor. Gece gündüz çalışıyorum desem yeridir. Ne zaman uyandığıma ve ne zaman çalışmaya başladığıma bağlı ama genellikle günde 10-12 saat çizim yapıyorum, bazen sabaha kadar çalıştığım oluyor.
Bir korku filmi fanı olduğunu okudum. Ben de kesinlikle bu türün fanatiklerinden biriyim. O yüzden bir fandan diğerine, gizli hazinelerinden bazılarını paylaşır mısın? Son dönemlerde benim favorilerim arasında giren iki film Poughkeepsie Tapes ve A Dark Song mesela….
Evet doğru, korku filmlerine bayılıyorum, tıpkı babam gibi… Bu bana ondan kalan bir kültürel miras!
Poughkeepsie Tapes’i ben de izledim ama A Dark Song’u duymamıştım, kesinlikle izleyeceğim, teşekkürler. Ben de bir liste paylaşıyorum o halde, bunlar tam olarak “gizli” sayılmaz ama hepsi çok sevdiğim filmler…
The Haunting (1963 yapımı olan), Raw, It Follows, The Autopsy of Jane Doe, Oculus, The Midnight Meat Train, Under The Skin, Grave Encounters, Mister Babadook, Unfriended, Heredity, Mama, Don’t Breathe, The Cabin in The Woods, Gerald’s Game, 1922, The Visit, The Taking of Deborah Logan, Maniac (iki versiyonu da), As Above, So Below, The Honeymoon Killers, Mockingbird, Martyrs, V/H/S 1 ve 2, Hansel & Gretel, Dark Skies, Dead, Silence, The Others, Re-Animator, Southbound, Tusk, Hausu (House), Morse, Eden Lake… Ve kapanış olarak en sevmediğim korku filmini de yazayım: Episode 50. Gerçekten çok kötü.
Bu aralar ne üzerinde çalışıyorsun? Yakın gelecekte bizimle paylaşmak istediğin ne gibi projeler var?
Daha yeni New York Times için bir illüstrasyon çalışmasını tamamladım. Şimdi de yeni sergilerim için çalışıyorum: Almanya’da ve İtalya’da bir karma sergide yer alacağım, Fransa’da bir solo sergim olacak ve gene Fransa’da bir fuara katılıyorum!
Bant Mag. No:65 (Kasım-Aralık 2018)