Ali’nin gelgitleri ve Annemin Şarkısı #bantmagarşivden

Röportaj: Yiğit Atılgan, Neyir Özdemir - İllüstrasyon: Aykut Aydoğdu

Saraybosna ve Antalya’dan ödüllerle dönen Erol Mintaş’ın ilk uzun metraj filmi Annemin Şarkısı / Klama Dayîka Min, Kürdistan’dan İstanbul’a göç ettikten sonra Tarlabaşı’ndaki evinden ikinci bir göçe zorlanan Nigar Hanım ile İstanbul’da bir Kürt edebiyatçısı ve Türkçe öğretmeni olarak yolunu bulmaya çalışan oğlu Ali’ye odaklanıyor. Yönetmenle bir araya gelip, filmin karakterlerini ve öyküsünü, Kürdistan coğrafyasındaki güncel gelişmeleri ve Antalya’daki sansür hadisesini konuştuk.

Öncelikle sizi tanıyalım. Sinema ile tanışmanız nasıl oldu?

Kars’a bağlı küçük bir köyde doğdum ve izole bir evde büyüdüm. Annem ve babam hâlâ oradalar, inatla buraya gelmiyorlar. Ortaokul başına kadar Kars ve Ardahan’daydım, sonra ağbimle birlikte ekonomik sebeplerden dolayı İzmir’e çalışmaya gittik. Orada inşaatlarda çalıştım, çıraklık yaptım, dökülen çivileri topladım. Ağbim Kars’a döndü ancak köye dönmek benim için okuma fırsatını kaçırmak demekti. Bir yandan inşaatlarda çalışmaya devam ederken okula da kaydımı yaptırdım. Lisede tek başıma yaşıyordum, o dönem bazı arkadaşlarla bir edebiyat dergisi çıkarmaya başladık, okulda da kocaman bir duvar dergimiz vardı. Küçükken de filmler izlerdim, mesela Selvi Boylum Al Yazmalım’ı her izlediğimde uzun paltolu ve atkılı bir kamyoncu olmak isterdim. O ara Yılmaz Güney’in Yol filmi restore edildi ve tekrar Türkiye’de gösterime kondu. Biz de öğrenci arkadaşlarımızla toplanıp Konak Sineması’nda Yol’u gördük ve o ayki duvar dergimizde manşet yaptık. Okul müdürü görünce o kadar sinirlendi ki, “Yılmaz Güney’in ne işi var benim okulumda” diye panoları elleriyle yırttı. Tabiî biz anlam veremedik; 90’ların sonları, ta kaç yılında çekilmiş film, Yılmaz Güney çoktan ölmüş. Bir sürü şey değişti sanıyorduk ama bu olay olunca aslında hiçbir şeyin değişmediğini anladık. Özetle, Yol filmi vesilesiyle sinemayla tekrar bir bağım oluştu.

Image

Peki İstanbul’a geliş?

İstanbul’a bilgisayar okumaya geldim. Aslında felsefe ya da psikoloji istiyordum ama teknik liseden geldiğim için başka bölümler seçemiyordum. İstanbul’a gelince edebiyat ve sinema dergilerini takip etmeye başladım, ayrıca film festivalleri muazzam bir heyecandı. Üçüncü sınıfta bilgisayarın ruhuma uygun olmadığını anlayıp sinema üzerine yüksek lisans yapmaya karar verdim. Marmara Güzel Sanatlar’a başvurmak için kısa bir film çekmek gerekiyordu. Öğrenim kredisiyle satın aldığım el kamerasıyla Kars’taki köye gidip kendi evimizin etrafında geçen küçük bir öyküyü çektim. Mülakatlarda daha önce filmler ve belgeseller çekmiş, sektörde birçok kişiyle çalışmış insanlar olduğundan kabul edileceğimi beklemiyordum ama kurul izledi ve herhâlde filmdeki içtenliği sevdiler. Sinemada samimiyet olmalı zaten, sonra hikâyeniz de siz de bir şekilde yolunuzu buluyorsunuz. Ancak okulda hayal kırıklığına uğradım, maalesef Türkiye’deki sinema okullarının içi çok dolu değil. O ara askerlik sorunları da vardı, çok uzatmadan hızlıca bitirdim okulu. Bitirirken de Butimar isimli kısa bir film çekip varoluşçuluk ve Tarkovsky sineması üzerine bir tez yazdım.

Butimar nasıl bir filmdi?

O film için bir gecekondu mahallesi olan ve şimdi Ali Ağaoğlu’nun bloklarının yükseldiği Ayazma’ya gittim. Mahalle boşaltılırken geriye sadece bir-iki aile kalmıştı, orada birçok insanın farklı hâllerine tanık oldum ve bir kâğıtçı çocukla annesinin hikâyesinin nasıl olacağına dair kafamda bir senaryo kurguladım.

Image

Annemin Şarkısı’nın çıkışı nasıl oldu?

Bütün filmlerim birbirinin tohumu aslında. Anne-oğul üçlemesinin ikinci filmi Berf’in hazırlıkları için bir anne arıyordum. O arayış esnasında köy derneklerinde dinlediğim yaşlı kadınların çoğunun köye dönme özlemlerini gördüm ve bu bana fikir verdi. Diğer taraftan İstanbul’da bizzat tanık olduğum, burada hayatını iki dilli bir şekilde kuran bir kuşak var, o da Ali karakterini oluşturmaya başladı.

Ali karakterini filmde hep ikilem içinde görüyoruz, Türkçe-Kürtçe, köy-şehir, kız arkadaş-anne ve edebiyat-öğretmenlik arasında. Bu karakterinin ayrıntıları nasıl oluştu?

Ali’nin annesiyle ilişkisinden başlayalım. Ali yeni bir hayat kurmak istiyor. Bir şekilde kente uyum sağlamış, üniversite bitirmiş, öğretmen olmuş. Fransızcaya çevrilen kitapları var, üniversitelerde sohbetlere davet ediliyor ve edebiyat çevrelerinde takip ediliyor. Öte yandan annesi Ali’yi sürekli geçmişe doğru çekiyor. Ali aslında birçok kentli insanın yaptığı gibi annesini huzurevine de bırakabilir, bakıcı da tutabilir, birçok çözüm yöntemi var ama Ali bunu yapmaz. Zira anne savaş sonrası dağılıp gitmiş aile fertlerinden Ali’ye kalmış bir emanet gibi. O da bu emanete sahip çıkma sorumluluğuyla bazen kendini göz ardı edebiliyor. Öbür tarafta Ali’nin kurmak istediği geleceğe dair hem kız arkadaşıyla olan ilişkisi, hem de edebiyatla olan ilişkisi var. Benim birçok edebiyatçı arkadaşım var, iki-üç kitapları çıkmış ama hayatlarını idame ettirmek için öğretmenlik yapıyorlar. Bu Türk edebiyatında geçmişten gelen bir gelenek. Ali öğretmenlik yaparken de toplumsal geçmişinden kaynaklanan bir mücadele veriyor. Okulda Türkçe öğretiyor, kendi edebiyatını ise Kürtçe yapıyor. Mücadelesinde inandığı şeylerden biri de dili edebiyatla geleceğe ve çocuklara taşımak; Ali de dernekte çocuklara Kürtçe öğreterek kendine küçük de olsa bir mücadele alanı açıyor. Kız arkadaşı meselesine gelirsek, çocuk sahibi olmak geleceğe adım atmak ve bir sürü sorumluluk demek. Bütün bunların olması için de Ali’nin geçmişine dair birçok şeye bir nokta koyup çözmesi gerekiyor. Bu anlamda şu andaki Kürt toplumunun ruh hâli biraz Ali’nin ruh hâli gibi. Ne geçmişten kopabiliyor, ne de geleceğe dair güçlü bir adım atabiliyoruz. Dünyanın konjonktürel durumu ve mücadelenin olanaklarının değişmesi sürekli bir gelgit durumu yaratıyor ve bu Ali’ye de yansıyor, Ali de bu topluma ait bir birey.

Image

Nigar Hanım’dan bahsedelim. Köyden geldikten sonra Tarlabaşı’nda bir hayat kurmuş, ancak ikinci kez göçe uğramak zorunda kalıyor ve dört duvar arasına sıkışıyor. En büyük isteği köye dönmek. Bu mümkün mü Nigar Hanım için?

Aslında köye dönen döndü, bizim Doğu Beyazıt’ta çektiğimiz filmdeki köyde de bazı insanlar dönüp yeni yerler inşa ediyorlar. Hattâ bir önceki filmim için bazı açılar belirlemiştim, sonra bir daha gidince bir baktım ki evler belirmiş. Özetle köye dönülüyor. Ama bence bunun önünün açılması, teşvik edilmesi gerekiyor. Çünkü köye dönüş yeniden bir inşa gibi ve bizim tam olarak buna ihtiyacımız var. Zaten harabe olmuşuz. Bunun için yapılabilecek her şeyin önü açılmalı. İnsanlara tazminatları ödenmeli, maddî-manevî talepleri koşulsuz şartsız yerine getirilmeli.

Filmde Ali gerçekten köye dönülemeyeceği için mi annesinin köye gitmesini istemiyor yoksa annesiyle beraber İstanbul’da kalmak istediği için mi?

Aslında ortada bir köy yok. Ali’nin kararsızlıklarından birisi, annesini köye götürüp geri getirirse daha da beter olma ihtimali. Ali, 30 yıldır İstanbul’da olan annesinin şimdi neden köye dönmek istediğini anlamıyor. Annenin konu komşudan, kurulan ikinci dünyadan kopuşu böyle bir durum depreştiriyor. İnsan gençken göçmenliğe daha kolay katlanabilir, uyum gücünüz daha fazla. Yaşlı bir insan için ikinci bir zorunlu göç çok yıkıcı bir şey. Annenin bir uyum isteği de yok. Ali’nin gelgitleri bundan dolayı gerçekleşiyor biraz.

Image

Bu filmde de sıkça rastlanan kentsel dönüşüm motifi ilk filminize de girmiş. Tarlabaşı’ndaki evlerinden çıkarılan insanlar nerelere dağıldı?

Aslında kentsel dönüşüme karşı değilim. Toplumun bütün kesimlerinin ihtiyaç duyduğu gaz-elektrik-su-temizlik gibi altyapının düzeltilmesi gerekiyor. Dolayısıyla Tarlabaşı ya da başka bir yer bunu gerektiriyorsa, bunu yapalım. Ama bu demek değil ki oradaki insanları bir yerlere kovalım. Yoksa bu, “Biz burayı güzelleştiriyoruz ama siz burayı hak etmiyorsunuz” anlamına gelir. Bu insanlar zaten burada oturuyor, senin görevin bu insanların yaşadığı yeri güzelleştirmek, başkalarını zengin oldukları için oraya getirip yerleştirmek değil. Burada bir sakatlık var, bu gecekondulaşma sakat bir düşüncenin sonucu zaten, insanlar durup dururken gecekondu yapmadılar. Aynı sakat yaklaşım şimdi başka bir gecekondulaşma getiriyor. TOKİ binaları gecekondulardan daha mı iyi durumda? Ayazma’dan çıkan insanları bir TOKİ sitesine sürmüşlerdi ve insanlar nefes alamıyordu. O daireleri hemen satıp başka yerlere göçtüler. İnsanlara birçok maddi yük getirildi. Ayazma’da ve Tarlabaşı’nda çok yoksul ve perişan durumda olan, savaşta birçok şeyini kaybetmiş insanlar öyle ya da böyle yardımlarla hayata tutunabiliyordu. Ama sen insanları bir kutuya koyduğun zaman aradaki dayanışma duygusu kayboluyor ve yalnızlaşıyor. Bugün bizim toplumumuz bu kadar çok şey yaşamış olmasına rağmen inatçılıkları ve dayanışma duyguları sayesinde bazı şeyler kaybolup darmadağın olmadı. Acaba TOKİ’nin amacı mahallelerdeki dayanışma gücünü dağıtmak mı? Amaç iyi bir hayat, düzgün bir şehir ve kaliteli bir altyapı ise bunu herkes hak ediyor. İnsanları yerinden etmeden bunu başarabiliriz.

Image

İstanbul üzerinden devam edersek, Amed’de yaşayan bir Kürt ile İstanbul’da yaşayan bir Kürt’ün günlük hayat içerisinde yaşadığı sorunları nasıl karşılaştırırız?

Kürt meselesinin 90’lardan sonra iki farklı Kürt meselesine dönüştüğünü düşünüyorum. Birincisi, Türkiye’nin büyük metropollerindeki, ikincisi ise Kürt şehirlerindeki Kürt meselesi. Bu iki mesele birbiriyle aynı değil. Diyarbakırlı bir Kürt’ün yaşamak istediği hayatla İstanbullu bir Kürt’ün yaşamak istediği hayat farklı, talepler de farklı. İstanbul’da Kürtçenin seçmeli ders olması tartışılabilir mesela ama Diyarbakır’da birileri, “Hayır, Kürtçe ana dil olarak okutulsun, Türkçe seçmeli olsun” diyebilir. Ki çoğu öyle diyor. Kürtçe Diyarbakır’ın ana dilidir ama İstanbul’un ana dili değil. Bana kalırsa İstanbul’un ana dili Türkçe de değil. İstanbul çok büyük bir dünya kenti, bütün kültürler ve diller İstanbul’da mevcut. İlginç bir şekilde, İstanbul eskiden beri hem sanat hem siyaset anlamında Diyarbakır’a göre daha Kürt. Birçok Kürt tiyatrosu var İstanbul’da, birçok Kürt müzisyen ve sinemacı burada üretiyor. Bu da aslında sakat bir durum bence; Erzurum’da Kars’ta da üreten insanlar olsun isterdim. Soruya geri dönersek, İstanbul’da yaşayan ve Ali’yle hemen hemen aynı yaşlarda olan bir Kürt olarak buradaki Kürtler hayatlarını nasıl kuruyorlar sorusuna kafa yordum. Anne biraz Diyarbakır’ı temsil ediyor, acaba bu iki kuşak birbirlerinden ne getirip götürüyorlar?

Image

Hep konuşulan bir konu Kürt sinemasında söze, sese, dile dair hikâyelerin ne kadar ağır bastığı. Tabiî ki ana dilini savunan bir kültürden bunların çıkması çok doğal.

Ben artık kafayı, Kürtler de dâhil olmak üzere Ortadoğu toplumlarının her şeyi dış etkenlere yükleyip kendiyle hiç hesaplaşmadan sorumluluğu sürekli dışarı atıp suçlama hâlinde olmasına yoruyorum. Bizim şu anda gerçekten çözülmemiş bir derdimiz var, bu bittiği zaman inanıyorum ki daha çok içimize döneceğiz, kendimizi masaya yatıracağız. Eleştirel bir gözle ve farklı türler çerçevesinde kendi içimizdeki hikâyeleri anlatmaya başlayacağız. Belki de yarın öbür gün Kürtçe bir bilimkurgu ya da komedi çekilecek ve evrensel sinemadaki bir filmi hangi kıstaslara göre değerlendiriyorsak onları da öyle değerlendireceğiz. Ama şu anda var olan durumda bizim filmlerimizin biraz belgesel bir tarafı var. Bu belgesel taraf yaşadıklarımızdan bir arınma biçimi gibi geliyor bana. Sürekli içimizde olan, bizi rahatsız eden birçok şeyi bu yolla dile getiriyoruz. Çünkü sinema bir iletişim meselesi, içindekini söyleme meselesi. Yolda yürürken içimizde olan, ağzımızı açtığımızda dilimizin ucuna gelen, bizi rahat bırakmayan şeyler bunlar. Biz de bunları anlatıyoruz. Mesela şu anda bir senaryom var ve Kürt sorunu ile hiçbir alakası yok ama Kürtçe. İçinde varoluşçuluğa dair felsefe de var, gündelik hayata dair espri de var ama politik bir arka planı yok. Fakat önce içimizdeki şeyin bir çıkması gerekiyor ki biz de oraya doğru gelelim. Bunu çok yadırgamıyorum açıkçası; bu toplumsal bilinçaltının bir yansıması. Kürt edebiyatına da bakın, yine bu tür temalar işleniyor; müziğe bakın, yine öyle.

Annemin Şarkısı bellekle de ilgili bir film ve dengbejler Kürt kültüründe bu açıdan önemli bir rol oynuyor.

Evet, dengbejler bizim toplumsal hafızamızda çok önemli bir yer tutuyor. Birçok dengbej de birbirinden çok farklı temaları ele alır. Biri savaşı anlatır, biri aşkı anlatır, biri Kürtlerin toplumsal dokusuna dair bir şey söyler. Hattâ bazıları da Kürtlerin arasındaki aşiret kavgalarını anlatır. Ama tabiî ki dengbejlerin bütün klamları ve bize aktarılan şeyler tarafsız olmayabilir. Çünkü dengbejlerin de yakın durduğu insanlar vardır, onlar da belli divanlarda oturur ve o divanların yakın olduğu yerler vardır. Tıpkı Türkiye’de iktidara yakın olan sanatçı da, iktidarla zıt noktada duran sanatçı da olduğu gibi. Bazısı içinden geldiği gibi tanık olduklarını anlatmıştır, kimisi de yakın durduğu yerin gözünden o tarafı biraz yücelterek şarkılar söylemiştir. Ama sonuçta bir hafıza aktarılıyor mu, evet. Zaman içerisinde bazı şeyler değişti bir de. 1900’ler sonrasında diğer ulus devletlerde birçok şey yazılı hâle gelirken, Kürtlerde bir devletleşme olmasa da, özellikle Irak Kürdistanı’ndaki Süleymaniye şehri gibi birçok yerde insanlar oturup Kürt tarihi kitapları yazdı. Bu insanların çoğu da eskiden Osmanlı ordusunun önemli yerlerindeki insanlar. 1900 öncesinde dengbejlerin anlattıkları çok mühimdi ama 1900 sonrasında bizim de yazılı kaynaklarımız oluştu ve dengbejler bir motif olarak kalmaya başladı. Bizim filmimizdeki dengbejin de dediği gibi “Dengbeje kim kıymet veriyor ki?”. O dengbej de ölse her şey çöpe gidecek. Kürtlerde de Ortadoğu toplumlarında olduğu gibi bir hafızasızlık var, ben buna çok kızıyorum. Gezip bir dosya hazırlamak isteseniz ziyaret edebileceğiniz bir dengbejlik müzesi var mı? Yok. Dengbejleri tek tek bulmaya çalışabilirsiniz ama son 30-40 yılda kendini dengbej olarak sunan insanların aslında dengbejlikle pek alâkası yok. Dolayısıyla o sahne dengbejin ağzından Kürtlerdeki hafızasızlığa yapılan bir eleştiri benim için.

Image

Nigar Hanımın bir oğlu 90’larda kaybediliyor. O da oğlunun anısını yaşatmaya çalışıyor, duvarda oğlunun fotoğrafı ve elbisesi asılı. Aslında bir Cumartesi annesi Nigar Hanım. Filmi izlerken Nigar Hanım’ın bir noktada Galatasaray Lisesi’nin önüne gidip gitmeyeceğini merak ettik.

Dediğiniz gibi oğlu Nigar Hanım’ın hep yanında ve kalbinde tüm Cumartesi Anneleri’nde olduğu gibi. Peki neden Galatasaray’a gelmedi Nigar Hanım? Lise önündeki anneleri birçok farklı filmde gördük, ben bilerek annenin o dünyasını göstermedim. Lisenin önü Tarlabaşı’na çok yakın bir yer, evden çıkıp oradaki insanlarla buluşmak çok basit. Nigar Hanım o insanlardan çok uzak bir yere göç etmek zorunda kalıyor ve zaten bir sahnede elinde fotoğrafla dışarı çıkınca kendini otogarda buluyor. Biz Cumartesi Anneleri’ni sürekli Galatasaray’ın önünde görüyoruz. Ama bu insanların günlük hayatı nasıl acaba? Birçok insan lisenin önündeki anneleri görüyor ve bir fotoğraf çekip geçiyor ama önemli olan bu değil. Benim için o annelerin Galatasaray Lisesi önünde buluşması çok kıymetli ve anlamlı bir şey ama onlar oradan dağılıp gittiklerinde acaba nereye gidiyorlar? Her biri acaba nasıl bir ortama ve eve dönüyor? Bütün bunlar da benim için çok kıymetli olduğu için ben daha çok annenin o tarafına, Nigar Hanım’ın kendiyle baş başa olduğu zamanlara yoğunlaştım.

Filmin başında Ali’nin hocası tavus kuşuna benzemek isteyen karganın hikâyesini anlatıyor. Öyle bir hikâye var mı gerçekten?

O öykünün metaforik bir tarafı var tabiî ama küçüklüğümden hatırladığım bir öğüttür aslında. Biraz araştırınca aynı hikâyenin ABD’de siyahlar ve beyazlar arasındaki çatışmaya dair de eskiden anlatıldığını öğrendim. Tavus kuşu olmak isteyen kargalar gibi beyaz olmak isteyen siyahlara dair bir hikâye. Finalde Ali bu hikâyeyi anlatırken hocasının öğüdünü de tekrar hatırlıyor. Her ne kadar Ali’nin bir tavus kuşu olma durumu olmasa da yaşadığı çelişkilerden dolayı o öğüt yeniden aklına geliyor.

O hikâyenin anlatılmasından sonra Ali’nin hocasının beyaz Toros tarafından alınıp okuldan kaçırıldığını görüyoruz. Hemen sonra bir öğrenci okuldaki bayrağı yarıya indiriyor.

Biz 90’larda çocukken 10 Kasımlarda ya da devlet penceresinden kötü bir haber gelince bayrak sürekli yarıya inerdi. Hiç anlam veremezdik. Bir arkadaşım vardı, köyde kötü bir şey olunca, “Gidip bayrağı yarıya indirelim” diyordu. Oradaki çocuklar için öğretmenlerinin alınıp götürülmesi çok üzücü bir durum ve o kötü durumu simgelemek için çocuk aklıyla bayrağı yarıya indiriyorlar.

Aradan herhalde 20 sene kadar geçti o zamandan. Şu an içinde bulunduğumuz konjonktürde tekrar 90’lara mı dönüyoruz sorusu sorulmaya başlandı. Siz durumu nasıl görüyorsunuz?

Birileri ısrarla 90’lara dönülmesini istiyor, bu çok açık. Kobani’ye olan son destek eylemlerinde de yapılan provokatif şeyler ve bazı infaz olayları bu ortamı fırsat bilip orada kendi hesaplaşmalarını yapan başka birilerinin işleri. Bu da hemen fark edildi ve olaylar çok hızlı da duruldu. Ama artık 90’lara dönmek çok zor diye düşünüyorum. 90’lardaki şiddet ortamı çok farklıydı. Eğer bir şiddet ortamına geri dönülecekse bu 90’lar gibi olmayacaktır, çok daha sert ve toplumları birbirinden ayıran bir durum olur. Tıpkı Suriye ve Irak’taki gibi bir duruma dönüşür. O zamanki gibi günlük hayatın içinde bir şiddetin var olduğu ama tam olarak ne olduğunun muğlak kaldığı bir durum olmaz. Halk artık o döneme göre çok daha politik ve birçok şeyin farkında. Dolayısıyla seçimlerde “Biz buradayız” sözünün resmini çok net görüyoruz. “Ben buradayım, şimdi konuşabiliriz” diyorlar. Mesela Irak’ta anayasaya bağlı Kürdistan Parlamentosu örneğinde olduğu gibi ben kendimi yönetirken beraber yaşayabiliriz. Bütün Kürt şehirleri beraber bir meclis kurabilir, bugünkü Kürt milletvekilleri o mecliste buluşabilir, sonra o meclis tıpkı Irak’ta olduğu gibi Ankara’ya kendi temsilcilerini yollayabilir. Bu makul bir örnek yakın zaman için. Ama Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkı her zaman saklı bir haktır, Kürtler “Biz kendimizi yönetmek istiyoruz” diyorsa buna ne ben hayır diyebilirim, ne de bir başkası. Bu elbette konjonktürel durumların nereye ve nasıl gittiğine bağlı. Ama 90’ların kirli savaş araçlarıyla beslenen asimilasyon ve şiddet ortamına bir dönüş olmayacaktır. Eğer çatışmalı bir durum oluşursa da tıpkı Suriye ve Irak’taki gibi kökten bir kopuş gerçekleşecektir. Bunu kimse istemez ve bunun zararını en çok Kürtler görür. Öte yandan artık dünyadaki Kürtlerin pozisyonu da 90’lardaki gibi değil, Kürtler şu an çok daha güçlüler. Özellikle Kürdistan hükümetinin olması, bütün dünyanın onu meşru görmesi, İngiltere ve ABD gibi ülkelerin Kürdistan hükümetinin yanında olması Kürtlerin 90’lardaki gibi çabuk harcanamayacağını gösteriyor. Kobani direnişinin sonrasında Rojava’daki Kürtler de belli bir meşruiyet kazanmış durumda. Kürdistan hükümetinin oraya peşmerge yollaması da Suriye ve Irak Kürdistanı arasındaki sınırı bir kez daha anlamsız hâle getirdi. IŞİD hadisesi devam eder ve bağımsız bir devlet koşulu oluşursa, iki Kürdistan kendi sınırlarını birleştirip bağımsızlıklarını da ilan edebilir. Ama bence ilk adımda Rojava tıpkı Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi kendi özerkliğini ilan edip parlamentosunu kuracak, Suriye’nin anayasal yapısı içerisinde özerk bir yapı olarak kalacak.

Peki buradaki barış süreci?

Bir geri iki ileri ile olacak bir durum değil. Gerçekten cesur, bazı şeylerin isminin net olarak konulduğu ve bir daha geri dönmemek şartıyla bazı şeylerin gömülüp çöpe atıldığı bir kararlılık gerekiyor. Aksi takdirde ileri doğru bir adım atılacağını sanmıyorum. Sürekli gel-git durumu devam ederse iki taraf için de çok yıpratıcı olur. Artık batıda kendini Türk olarak gören ve bu meselede devletten taraf olan insanların da bir şeyler yapması gerekiyor. Çünkü Kürtler gerçekten çok şey yaptılar, sürekli anlata anlata dilimizde tüy bitti. Karşılıklı güvenin tesis edilmesi gerekiyor, sonuçta özerk bir alan oluşsa da birbirimize güvenmemiz gerekiyor. Diyarbakır, Van, Kürt şehirleri kendisini yerelde yönetir hâle gelse bile bunlar kopacak diye bir durum yok. Bu paranoyaların bir yana bırakılması gerekiyor. Sadece Kürdistan için değil, Türkiye’nin her yeri için geçerli. Karadeniz’le İç Anadolu’nun coğrafî, sosyolojik ve ekonomik koşulları aynı değil. Bu tür bir yönetim şekli kolaylaştırıcı bir unsur da olabilir. Bu adımın atılması için devletten yana tavır takınan insanların tavrında bir şey değişmesi gerekiyor. Yüz yıldır acayip şeyler öğrettiler bize. Kaç kuşak okullarda fabrikalardan çıkan ürünler gibi yetiştirildi. Biz sadece Kürtleri değil, Türkiye’de yaşayan bütün halkları kucaklayacak bir model arıyoruz.

Image

Türklerin önce Kürtlerin mücadelesinin bütün ülkeyi demokratikleştireceğini anlaması lâzım. Şu anda bazı şeyleri konuşabiliyorsak Kürtlerin mücadelesi sayesinde.

Birbirimizden öğrenebileceğimiz şeylere bakmamız gerekiyor. Örneğin festival için Antalya’daydık. Öyle yaklaşımlar oluyor ki oyuncularımdan birisi “Bunların yüzünden insan milliyetçi kesiliyor” dedi. Ben milliyetçilikten nefret ediyorum ama o kadar üzerine geliniyor ki bir şeyi savunmak zorunda kalıyorsun.

Antalya demişken, festivaldeki gösterimde sansüre karşı bir metin okudunuz, oradaki izlenimleriniz nelerdi?

Daha Antalya’ya gitmeden bir sansür durumu olduğunu duyduğumuzda şiddetle tepki gösterdik, gerekirse filmimizi festivalden çekeceğimizi de söyledik. Ama sonrasında derin bir bilgi kirliliği oluştu. Bir sansür varsa da ortada muhatap yok, herkes suçu birbirine atıyor. Bana gelip giden bilgiler noktasından gördüğüm kadarıyla tepeden inme bir Büyük Kardeş durumu yok, birileri aramış da “Bu filmi festivale almayacaksın” dememiş. Tamamıyla kendi işgüzarlıkları, sektörün içindeki bazı insanların beceriksizliği, kraldan fazla kralcılığı. Bütün bunlar hakikati ortadan kaldırdı. Aslında en başta bütün uzun metraj ve belgesel yarışmalarının katılımcıları ve jürileri bir araya gelip sansüre karşı ortak bir açıklama yapmalıydı. Ama birileri özrün geleceğini hattâ istifa olacağını söylerken festival açıklama yapıp sansür olmadığından, filmin yeni versiyonundan bahsetmeye başladı. Sonunda bizim de baştaki toplu yaptırım gücümüz kalmadı ve her arkadaşımız kendi kararını vermeye başladı. Biz 11 uzun metraj film olarak bir araya gelip festivalde kalma kararını aldık, bu toplantılara Kutluğ Ataman’ın Kuzu filmi hariç bütün filmler katıldı. Kalma kararımızı da Antalya’ya gidip bu sansürü sürekli tartışılır hâle getirmek, söz hakkı doğan herkesin dürüstçe konuşabileceği bir belgesel hazırlamak çerçevesinde verdik. Ayrıca Siyah Bant gibi sansür konusunda sürekli çalışma yapan bir platforma destek olalım ve sansüre dair iki tane tez çalışmasını destekleyelim dedik. Antalya’ya gittiğimizde iki kişi bu bildiriden çekildi: Guruldayan Kalpler’in yönetmeni Ömer Uğur ve Oflu Hoca’yı Aramak’ın yönetmeni Levent Soyarslan. Biz geriye kalan dokuz filmin ekibi olarak her film gösteriminden sonra soru-cevap öncesi hazırladığımız bildirileri okuduk. Orada bir forum da yapılsın istedik ama birileri sürekli bu forumu ertelemeye çalıştı.

Peki ne yapılmalıydı?

Sonuçta festival, ön jüri ya da başka tanıklar hep farklı şeyler söylüyor ve biz neyin doğru neyin yanlış olduğunu şaşırmış durumdayız. Biz prensip olarak şunu dedik: Sansür yapıldı mı? Yapıldı. Bir film geri çekildi mi? Çekildi. Bir kelimesine müdahale edildi mi? Edildi. Yönetmenin üzerinde hiç istemediği bir baskı kuruldu mu? Kuruldu. Bunların sonucunda bir sürü insan festivalden çekildi mi? Çekildi. Basit, naif ve sade bir özür dilendi mi? Dilenmedi. “Türk Ceza Kanunu bizim umurumuzda değil, biz bu belgeseli olduğu gibi alıyoruz, şu âna kadar oluşan karmaşadan dolayı da özür dileriz, sansür söz konusu olamaz” demek bu kadar zor mu? Ama olmadı. Eğer bu olmuyorsa o zaman mesele ne? Biz bir filmin TCK’nin maddelerine göre değerlendirilmesini asla kabul edemeyiz. Avukattan görüş almak bile sakat. Hadi meraklandın aldın, bunu değerlendirme konusu yapamazsın. Ben ön jüri olarak deneyimsizliğim ya da bilgisizliğim sebebiyle “Acaba şunu bir sorsak mı avukata?” diyebilirim. Ama uluslararası saygınlığı bulunan bir festival “Şaka mı yapıyorsunuz, ben bunu duymamış olayım” demeli. Bu kadar basit. Bütün bunlar olmadı. Biz az önce saydığımız taahhütlerimizi verdik ve inşallah gerçekleştireceğiz, şu anda bunun görüşmelerini yapıyoruz.

Son olarak filme dair merakımızı çeken küçük bir detay. Nigar Hanım ve Ali’nin birlikte televizyon izlediği sahnede ekranda Charlie Chaplin var. Neden onu seçtiniz?

Benim annem Charlie Chaplin’i çok seviyor. Finale doğru Ali annesini köye götürmeye karar verdiğinde Nigar Hanım için mutlu bir an bu. Acaba beraber nasıl sevinebileceklerini düşünürken bir şey izleyip gülebilecekleri aklıma geldi ve o anda annemi anımsadım. Annem bütün Chaplin filmlerini izlemiştir ve o filmleri izlerken nasıl gülüp kahkahalar attığını hatırlıyorum. Tabiî ki sessiz sinemanın gücü de var orada, Nigar Hanım’ın altyazısız izleyebileceği bir film. Benim için de filmle tanıştığım zamanlarda en çok etkilendiğim insanlardan biridir Chaplin, duruşu ve ürettikleriyle.