Arşivden: 30’unu göremeyenler...

Onlar aramızdan erken ayrıldılar, bir nevi yarım kaldılar. Kimisi geride vay be dedirten işler, kimisi yok artık dedirten bir hayat bıraktı. Her birini tek tek saymak imkânsız elbette, zaman çoğunun üstünü örtüyor, geride bıraktıkları izler siliniyor, mezar taşlarını bulmak, hayat öykülerini okumak çetrefilli bir uğraş gerektiriyor. Biz gene de bu genç ölülerden bir kısmını toparlayıp, hem bir saygı duruşu hem de anma ve hatırlatma maksadıyla sayfalarımıza taşımaya karar verdik.

Aslında tüm bunlar, Aylin Güngör’ün yolunun Paris’de Agnes B galerisinde Harmony Korine ve Ryan Mcginley ile beraber bir diğer fotoğraf sanatçısı Dash Snow’un işlerini yakından görme şansını yakalamasıyla başladı. Dash Snow’u dergide işlemeye karar vermemizle, kendisinin 13 Temmuz 2009’da bir otel odasında aşırı doz yüzünden aramızdan ayrılışını öğrenmemiz bir oldu. Fark ettik ki, çağımızın yaratıcı yetenekleri söz konusu olduğunda sık sık karşılaştığımız bir fenomen bu: 30’ununu görememek.

Yazı: Yetkin Nural – İllüstrasyon: Özgür Erman

Bant No: 62 / Kasım-Aralık 2010

Elbette bu fenomen etrafında dallanıp budaklanan pek çok efsane söz konusu. Bunların en başında, müzik endüstrisinin üstünde kara bir bulut gibi dolanan ünlü 27 yaş laneti var. Bu lanetli kulübün üyelerini ise can-ı gönülden tanıyor, isimlerini hâlâ hasretle anıyoruz: Jimi Hendrix, Jim Morrison, Kurt Cobain ve Janis Joplin. Ancak konumuz onlarla sınırlı değil elbette. Hattâ bu genç yaşta ölüm meselesi sadece müzisyenlere özgü bir durum da değil. Şöyle bir araştırma yapınca, çeşitli farklı meslek gruplarının da sonla erken tanışma potansiyellerinin yüksek olduğunu fark etmek çok olası. 

Elbette ismini sayacaklarımızın birçoğu bu efsanevî müzik dörtlüsünün geride bıraktığından çok daha silik bir ize sahipler. Gene de bu kişiler çoğumuzun hayatımızın yönünü belirlemekle uğraştığımız 20’li yaşları kısa hayatlarının son dönemi olarak geçirip, arkalarında bahse değer hikâyeler bıraktılar. Biz de derlediğimiz bu mini dosyada bu isimlere yer verdik, çoğunu özet geçtik, bir kaçını ise mercek altına aldık. 30’unu göremeyenlerin hüzünlü dünyasına hoş geldiniz…

Virginia Eliza Clemm Poe

(15 Ağustos 1822 – 30 Ocak 1847)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 24 – Tüberküloz

Edgar Ellan Poe ile 13 yaşında evlenen Virginia Eliza Clemm Poe, özellikle ölümünden sonra Edgar Ellan Poe’nun yazımını oldukça etkiledi. Ayrıca çoğu kaynak, Poe’nun Virginia’nın ölümünden esinlenerek yazdığı “Annabel Lee” şiirinin Nabokov’un ünlü Lolita kitabının da esin kaynağı olduğu yönünde hemfikir.

Elvira Madigan

(4 Aralık 1867 – 20 Temmuz 1889)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 21 – Toplu İntihar

Bir ip cambazı ve akrobat olan Elvira Madigan, İsveç’te üvey babasının sirkinde çalışmaktaydı. Sirkin gösterilerinden birinde İsveç ordusunda görev yapmakta olan Kont Bengt Edvard Sixten Sparre ile tanıştı. İkili birbirlerine çılgınca âşık oldu ancak bir sorun vardı: Kont Sparre evliydi ve iki çocuk babasıydı. Bunun üzerine aşklarını yaşamak için Danimarka’ya kaçan çift burada yaklaşık bir ay yaşadı. Paralarının bitmesi üzerine bir piknik sepeti hazırlayarak Tåsinge adasında bulunan Nørreskov’a (Kuzey Ormanı) giden çiftin burada son yemeklerini yedikten sonra ölmeye karar verdikleri düşünülüyor. Zira piknik sonrasında silahıyla önce Madigan’ı vuran Kont Sparre daha sonra kendini öldürdü. Çift bugün hâlâ İsveç’in Romeo ve Juliet’i olarak biliniyor.

Aubrey Beardsley

(21 Ağustos 1872 – 16 Mart 1898)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 25 – Tüberküloz

İngiltere doğumlu illüstratör, yazar ve müzisyen Aubrey Beardsley özellikle mürekkep kullanarak yarattığı siyah-beyaz erotik ve grotesk illüstrasyonları ile bilinen, Art Nouveau ve Estetizm hareketlerinin en ünlü isimlerinden bir tanesi. 

Orta hâlli bir aileye doğan Beardsley, henüz dokuz yaşındayken ileride sonunu getirecek olan tüberküloz hastalığının ilk krizlerin geçiriyor. Her ne kadar hayatı süresince zaman zaman bu hastalık nedeniyle tamamen yatalak hâle düşse de 25 yaşında Fransa’nın güney sahillerinde buluştuğu ölümüne kadar yarattığı işlerle çağının önemli sanat akımlarının en büyük figürlerinden biri olmayı da başarıyor. Öyle ki, Breadsley’nin işlerinin etkilerini Fransız sembolizmi, Art Nouveau ve özelikle gene 1890’larda Fransa’da yükselen “poster hareketi”nde görmek olası.

Beardsley hayatının belki de en önemli köşelerinden bir tanesini dönemin ünlü ve tartışmalı isimlerinden Oscar Wilde ile, Wilde’ın ortalığı birbirine katan oyunlarından biri olan Salome için yaptığı bir çizim sayesinde tanışması ile döndü. Bu olay, Beardsley için hem artan bir ünün başlangıcı, hem de çalkantılı bir arkadaşlığın ilk adımını oluşturdu. Salome’un İngilizce baskısının illüstrasyonları yapması için şişkin bir komisyon alan Beardsley, ne yazık ki bu noktada Wilde’ın fırtınalı yaşamından payını alacağının da farkına varamamıştı.

The Yellow Book isimli, üç ayda bir çıkan sanat ve edebiyat dergisi 1894’te çıkan ilk sayısından itibaren büyük yankı uyandırdı. Her ne kadar derginin sanat direktörü olan Beardsley’nin dergideki illüstrasyonları eleştirmenler tarafından topa tutulsa da, dönemin ucuz, ahlaksız ve edepsiz Fransız romanlarının sarı kapaklarına –sarı aynı zamanda 1890’lar sosyetesinin de favori renklerinden biriydi– atıfta bulunan dergi için bu aslında pek de önemli değildi. Hattâ Beardsley bir sonraki sayıda illüstrasyonlarını üç farklı isim altında yayınladığında eleştirmenler tarafından sahte olan iki ismin işlerinin övgülerle, kendi işlerinin ise gene yergilerle karşılanması,

kendisine yöneltilen eleştirilerin altını iyice boşaltmış oldu. Ancak esas bomba 1895 senesinde homoseksüellik suçuyla tutuklanan Oscar Wilde’ın tutuklama ânında elinde bulunan sarı kapaklı kitabın gazeteler tarafından The Yellow Book olarak lanse edilmesiyle patladı. Aslında Oscar Wilde’ın hiç yer alamadığı dergi – kendisi tam bilinmeyen nedenlerle dergide istenmiyordu– o kadar çok tepki aldı ki, dergi yönetimi Wilde ile olan yakın dostluğu nedeniyle Beardsley’i işten çıkarmak durumunda kaldı. 

Aslında Wilde’ın kötü ünü nedeniyle işinden olan Beardsley’nin seksüel tercihleri hakkında da çeşitli dedikodular dönmekteydi. Ancak hastalığı nedeniyle sık sık yatağa düşen, ayağa kalkabilecek kadar iyileştiğinde ise kendini işine veren bu genç sanatçının cinselliğe ayıracak ne fazla vakti ne de kuvveti söz konusuydu. Nitekim The Yellow Book’tan atılmasını izleyen üç sene içerisinde durumu kötüleşen Breadsley doktor tavsiyesi üzerine Fransa’nın güney kıyılarına indi, burada Katolik mezhebine geçti ve 16 Mart 1898’de hayatını zindan eden hastalığa yenilene kadar aktif şekilde üretmeye devam etti.

Anita Berber

(10 Haziran 1899 – 10 Kasım 1928)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 29 – Tüberküloz

Anita Berber için Almanya Weimar döneminin Lindsay Lohan’ı diyebiliriz aslında. Ancak biraz daha çılgını ve daha orijinali… Kendisi bir yazar, dansçı, oyuncu, kokain bağımlısı ve seks işçisi… Ağır makyajı, evcil maymunu, bir samur kürkünden ve bu kürkün üzerine tutturduğu içi kokain dolu gümüş broştan ibaret olan kıyafetleri ile gece kulüplerinde ve otel lobilerinde lezbiyen âşıklarıyla boy gösteren Berber’in, döneminin gece hayatını birbirine katmakta usta bir karakter olduğu su götürmez.

Performanslarında da androjen görünümüyle çıplaklığın ve seksüel tabuların sınırlarını zorlayan Berber’in çılgın yaşamı aslında sahne ile gerçek hayatı arasındaki sınırın oldukça ince olduğunun bir göstergesi.

Jean Vigo

(26 Nisan 1905 – 5 Ekim 1934)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 29 – Tüberküloz

Anarşist ve aktivist bir anne-babaya doğan ve çocukluk yıllarını sürekli devlet otoritelerinden kaçmakla meşgul olan ailesinin yanında oradan oraya sürüklenerek geçiren Jean Vigo’nun hayat öyküsü de çeşitli otoritelerle yaşanan gerginlikler dizisi olarak görülebilir aslında. Bu gerginlikler neticesinde Vigo’nun sineması kendi yaşamı süresince gereken takdir ve ilgiyi toplayamamış olsa da, günümüzde Vigo, hem şiirsel gerçeklik kullanımıyla hem de Fransız Yeni Dalga akımının öncülüğünü yapmasıyla anılan bir sinema dâhisi olarak tarihteki yerini almış durumda.

Babası Eugene Vigo’yu –nâm-ı diğer Miguel Almereyda– henüz 12 yaşındayken

hapishane hücresinde gerçekleşen şüpheli bir ölümle kaybeden Jean Vigo, çocukluğunun büyük bir kısmını çeşitli yatılı okullarda ve akrabalarının yanında kalarak geçirdi.

Aynı Aubrey Beardsley gibi o da ileride sonunu getirecek olan tüberküloz illetine genç yaşta yakalanmıştı. Babasının ölümünü hiçbir zaman tam olarak atlatamayan Vigo, onun anarşist ideolojisinden oldukça etkilendi ve bu etki Vigo’nun sinemasında da kendini gösterdi. Vigo’nun filmografisinin hepsini belki de üç dört saate yayılan bir gösterimde tamamlamak mümkün. İlk kısa filmi Á propos de Nice (1930), Fransa’nın Nice şehrinde bir belgesel havasında çekilen, şehrin halkının çeşitli kesimlerini ve yaşamlarını görüntüleyerek, yoksul sınıf hayatının korkunç koşulları ve zenginlerin çürümüş, yüzeysel yaşamlarını karikatürleştiren çekimlerin birbirini keserek ortaya koyduğu bir karşılaştırma ile –Vigo’nun sözleriyle söylemek gerekirse– “toplumun yaşam biçimini mahkemeye çıkartıyor.”

Á propos de Nice’den sonraki filmi Taris, roi de l’eau (1931), gene bir kısa belgesel: yüzme şampiyonu Jean Taris’in hayatından bir kesimin gösterildiği filmde Vigo birkaç yeni avangart teknik kullanıyor. Ancak bundan sonra gelen iki film, Zéro de conduite: Jeunes diables au collège (1933) ve L’atalante (1934) Jean Vigo’nun başyapıtları sayılan ve bugün hâlâ izleyenleri büyüleyen son işleri oluyor. Zéro de conduite, Vigo’nun yaşamına çok yakından dokunan bir konuya sahip: yatılı bir okulda kalan çocukların toplu isyana kadar uzayan öyküsü…

Ne yazık ki bu film, devleti kötü gösterdiği gerekçesiyle Fransa’da 1945’e kadar yasaklanıyor. Sinema tarihinin en iyi 10 filmi arasında sayılan L’atalante ise Seine Nehri’nin üzerinde gezinen bir mavnada yaşanan aşk hikâyesini anlatıyor. Özellikle L’atalante’de kendini gösteren ve Vigo’nun bir sinema dâhisi olarak adlandırılmasına yol açan özellik ise, bu yönetmenin üzerinde kontrolü olmadığı açık hava çekim koşullarını kendi yararına ve ustalıkla kullanması. Dönemin teknolojisiyle üzerinde oynama imkânın bulunmadığı açık hava çekimlerini şiirsel bir şekilde kullanmayı başaran Vigo’nun, işte bu nedenle kendisinden sonra gelen sinema akımlarının üzerinde büyük bir etkisi bulunuyor. Ne yazık ki, L’atalente kötü niyetli dağıtımcılar tarafından parçalara ayrılıp Le Chaland qui passe olarak tekrar adlandırılıyor. Jean Vigo ise filmin ticarî nedenlerle katledilmiş hâlinin ilk gösterimleri sırasında tüberküloz nedeniyle ölüyor.

Charles Hardin Holley – Buddy Holly

(7 Eylül 1936 – 3 Şubat 1959)

Jiles Perry Richardson Jr. – Big Popper

(24 Ekim 1930 – 3 Şubat 1959)

Ricardo Esteban Valenzuela Reyes – Ritchie Valens

(13 Mayıs 1941 – 3 Şubat 1959)

Ölüm Yaşları ve Nedeni: 22–28–17 – Uçak Kazası 

Tarihte Müziğin Öldüğü Gün olarak da geçen bu talihsiz uçak kazası, Amerika’nın rock’n’roll sahnesinin üç sevilen isminin topluca sonu oldu. Dönemin çeşitli ünlü isimlerinin katıldığı The Winter Dance Party turnesinin kapsamında Amerika’nın dört bir yanına seyahat etmek zorunda kalan müzisyenler, turne otobüsünün ısıtma sisteminin de bozuk olması nedeniyle eziyet çekmekteydiler.

Her ne kadar Iowa, Clear Lake’de bulunan Surf Ballroom turnenin baştan belirlenmiş bir durağı olmasa da, boş günleri değerlendirmeye çalışan organizatörler burada bir şov ayarladılar. Performans gününde Surf Ballroom’a varan Buddy Holly’in tepesi turne seyahatlerinin kötü koşullarından iyice atmıştı ve arkadaşlarına şov sonrasında bir sonraki durağa gitmek için bir uçak ayarlamalarını önerdi. 

21 yaşındaki pilot Roger Peterson ile kişi başı 36 dolara anlaşan ekip, üç kişilik uçağa en son şu kadro ile bindi: Buddy Holy, Big Popper ve Ritchie Valens. Ancak kötü hava koşullarında uçmak için henüz lisans almamış olan acemi pilot Peterson uçağın kontrolünü kaybederek kazaya sebep oldu. Otoritelerin teknik raporlarına göre, kötü hava koşullarında biyolojik görüşündense uçağın teknik ekipmanını takip ederek uçması gereken Peterson, yeterli bilgiden yoksun olması nedeniyle aslında alçalmakta olan uçağın yükselmekte olduğunu zannetmişti.

Uçuş öncesinde buz gibi otobüste gribe yakalanan Big Popper, sadece üç kişilik olan uçağa binebilmek için Buddy Holly’nin grup elemanlarından biri olan Waylon Jennings’den uçaktaki yerini kendisine vermesini istemişti. Buddy ise bu teklifi kabul eden Jennings’e “Umarım eski otobüsünüz donup kalır” diyerek takıldı. Jennings’in cevabı ise onun yakasını tüm hayatı boyunca bırakmayacaktı: “Umarım eski uçağınız düşer.”

Stuart Sutcliffe

(23 Haziran 1940 – 10 Nisan 1962)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 21 – Anevrizma

Beşinci Beatles olarak da bilinen Sutcliffe aslında Beatles’ın orijinal basçısıydı. Hatta öyle ki Sutcliffe ve Lennon’ın Buddy Holly’nin The Crickets grubuna duydukları sevgi nedeniyle Beatles ismini bularak gruba isim babalığı yaptıkları da söyleniyor. Ancak arkadaşı sanatçı Astrid Kirchherr ile tanıştıktan altı ay sonra, 1961 Temmuz’unda müzik yerine resim sanatında bir kariyer yapmaya karar veren Sutcliffe, Beatles’dan ayrıldı. Hamburg College of Art’da Eduardo Paolozzi’nin yanında eğitime başlayan Sutcliffe’in eserleri genellikle soyut ekspresyonizmin birer örneğiydi.

Almanya’da olduğu süre içerisinde baş ağrıları ve görme kaybı gibi sağlık sorunlarından şikâyetçi olan Sutcliffe, bir resim dersi sırasında yere yığıldı. Ancak doktorlar çeşitli testler sonucunda buna sebep olan sağlık problemini bulamadılar. Daha sonra 1962’de tekrar bir baygınlık geçiren Sutcliffe, hastaneye yetiştirilmek üzere bindirildiği ambulansta yaşamını kaybetti. Sonradan yapılan otopsi Sutcliffe’in ölüm nedeninin beyninin sağ lobunda oluşan bir anevrizma olduğunu gösterdi.

Michael Reeves

(17 Ekim 1943 – 11 Şubat 1969)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 25 – Aşırı doz

İngiliz senaryo yazarı ve yönetmen Michael Reeves, özellikle üçüncü ve son filmi Witchfinder General ile biliniyor. 24 yaşında filmin senaryosunu çocukluk arkadaşı Tom Baker ile beraber yazan ve yöneten Reeves’in filmin başrol oyuncusu ve korku filmleri sektörünün ünlü isimlerinden Vincent Price ile sürekli çekiştiği de bilinmekte. Polis, 11 Şubat 1969’da temizlik görevlisi tarafından yatağında ölü bulunan Reeves’in aldığı uyku hapı dozunun intihar olmak için fazla marjinal bir miktarda olduğunu belirttiğinden, Reeves’in bir kaza sonucu öldüğü düşünülmekte.

Candy Darling

(24 Kasım 1944 – 21 Mart 1974)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 29 – Lösemi

Candy Darling, ya da doğum ismiyle “James Lawrence Slattery”, 1960ların sonunda, özellikle Andy Warhol’un kanatları altında parlayan bir Warhol Süperstarı, 1970ler New York’unun şehir yaşamının önemli bir karakteri, bir film yıldızı, tiyatro oyuncusu ve gay/transseksüel ikonu… 

2010 çıkışlı belgesel Beautiful Darling: The Life and Times of Candy Darling, Andy Warhol Superstar işte bu renkli ve kısa hayatın kimlere dokunduğunun bir kanıtı: Julie Newmar, Paul Morrissey, Penny Arcade, Peter Beard, Fran Lebowitz, Gerard Malanga, Holly Woodlawn ve John Waters belgeselde karşımıza çıkan isimlerden bazıları…

Darling, 1967’de bir başka Warhol favorisi Jackie Curtis ile beraber gittiği The Tenth of Always isimli bir gay barda Andy Warhol’un kendisi ile karşılaştı. Curtis, Warhol’u kendisinin yazdığı ve Darling’in Nona Noonan isimli bir karakteri canlandırdığı tiyatro oyununa davet etti. Oyunda aynı zamanda genç Robert De Niro’da altı farklı rolde oynamaktaydı.

Oyunu izlemeye gelen Warhol, Candy’nin çocukluğunda sürekli televizyondan izleyerek içselleştirdiği eski Hollywood cazibesini hemen fark etti ve onu dönemin büyülü mekânı The Factory’nin sosyal çevresine dâhil etmekte gecikmedi.

Darling bundan sonra Warhol’un prodüktörlüğünde ve Paul Morrisey’in yönetmenliğinde çekilen Flesh ve Women in Revolt filmlerinde oynadı. Warhol dünyasından ayrıldıktan sonra çeşitli bağımsız filmlerde oynamaya devam eden Darling, yakın arkadaşı olan Tennessee Williams’ın Small Craft Warnings oyununda da rol aldı. Hayatına Columbus Hastanesi’nde veda eden Darling, son günlerinde kaleme aldığı mektupta arkadaşlarına şu sözlerle veda etti: “Ne yazık ki henüz ölümüm gerçekleşmeden önce hayata dair bütün arzum tükenmişti. Tüm dostlarıma ve yükselen kariyerime rağmen bu gerçekdışı varoluşa devam etmek için çok boş hissediyordum. Her şey beni o kadar sıkıyor ki. Benim için sıkıntıdan öldü diyebilirsiniz. Kulağa saçma geliyor olabilir ama gerçekten böyle.”

Nancy Spungen

(24 Şubat 1958 – 12 Ekim 1978)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 20 – Cinayet

Sid Vicious

(10 Mayıs 1957 – 2 Şubat 1979)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 21 – Aşırı doz

1970’lerin ünlü punk grubu Sex Pistols’ı bilmeyen yoktur aramızda. İşte dönemi süresince ortalığı sarsan bu grubun sıkı bir hayranı olan ve Glen Matlock’un gruptan ayılması ile 1977’de Pistols’a basçı olarak katılan Sid Vicious için grubun menajeri Malcolm McLaren şöyle demişti: “Eğer Johnny Rotten punk’ın sesiyse, Vicious da tavrıdır.” 

Gerçekten de Vicious punk hayat tarzını sonuna kadar yaşayan biriydi: uyuşturucu, suç, kavga dövüş. Bütün bunlardan en çok nasibini alan kişi ise 17 yaşındayken Vicious ile tanışan ve sevgili olan Nancy Spungen oldu. İkili arasında sıkça yaşanan ve fiziksel şiddete varan kavgalar 12 Ekim 1978’de Spungen’in bıçaklanarak ölmesiyle sonuçlandı. Bu cinayetin baş şüphelisi olan Vicious, ilk ifadesinde Spungen ile tartıştıklarını ve onu istemeden bıçaklayarak öldürdüğünü itiraf etti. Daha sonra ise hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. Spungen’in cinayetine bir uyuşturucu alışverişinin ters gitmesi sonucunda çıkan kavganın sebep olduğuna dair teoriler de mevcut. 

Spungen’in ölümünden on gün sonra Vicious bileklerini keserek intihara teşebbüs etti ve başarısız oldu. Ancak ölüm dileği bundan bir yıl sonra, hapisten kefalet ile serbest çıkmasının kutlanacağı bir partide annesinin aldığı eroinden aşırı doz kullanması nedeniyle gerçekleşecekti. 

Richey James Edwards

(22 Aralık 1967 – 1 Şubat 1995)
Ölüm yaşı ve Nedeni: 27 – Kayıp

Evet, aslında Manic Street Preachers grubundan tanıdığımız gitarist ve söz yazarı Richey James Edwards’ın akıbetinden kimse tam olarak emin değil. Ancak 27 yaşında kayıplara karışan Edwards, 2008 Kasım’dan beri resmen ölü kabul edildiğinden listemizde ona da yer vermeye karar verdik. Politik ve entelektüel şarkı sözleri, kendisinin de bir parçası olduğu rock yıldızı hayat tarzına dair açık ve eleştirel tutumu ile pek çoğundan ayrılan Edwards’ın 1995’te Amerika’da yapacakları bir turne için uçağa binmesi beklenirken kendisi bankadan çektiği 2 bin 800 sterlin ile kayıplara karıştı. 

O günden bu yana Edwards’ın Hindistan ve Kanarya adaları gibi çeşitli yerlerde görüldüğü iddia edildi ancak polis soruşturması bir sonuç vermedi. Ailesi 2003’den bu yana Edwards’ı resmen ölü ilan etme hakkına sahip olduğu hâlde bu olasılığı kabul etmek istemediği için olsa gerek, Edwards’ın resmî durumunun belirsizliği 2008’e kadar devam etti. Sonrasında ise öldüğü varsayıldı. 

Christopher McCandless – Alexander Supertramp

(12 Şubat 1968 – Ağustos 1992)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 24 – Açlık

Into The Wild filmini izleyenler veya kitabını okuyanlar şuanda kafalarını sallıyorlardır muhtemelen. Şüphesiz ki erken biten ve geride iz bırakan yaşamlardan biri de Christopher McCandless’e –veya kendi isteğiyle, Alexander Supertramp’a– ait olandır. Hayallerinin peşinden giden ve ölümlü dünyanın tüm maddî lütuflarını geride bırakan bu genç idealist gezginin trajik sonunu bir kenara bırakırsak, kısa ama dolu hayatıyla ortaya koyduğu söylem pek çoğumuza ilham verdi.

Aslında McCandless’in hayat hikâyesini burada uzun uzadıya anlatmak yersiz. Zira gerek Jon Kraukauer’in kitabı gerekse Sean Peann’in filmi bu öyküyü benim anlatabileceğimden çok daha etkin ve doyurucu bir şekilde aktarıyorlar. Chris’in öyküsünün belki en can alıcı tarafı, üniversite diplomasını, onunla beraber gelen unvanları, mevkileri, objelere ve lükse olan düşkünlüğümüzü reddederek, bu düşkünlük adına sevmediğimiz işlerde, parlak bir gelecek için çalışarak harcadığımız hayatın kendisinin peşine düşmesi. Belki de genç yaşında ne istediğini çoğumuzun kendi hayatlarımızda hiçbir zaman bilemeyeceği kadar açıkça görmesi. Ya da hayatın ve ânın kendisini, arada hiçbir aracı nesne olmadan yaşamak istemesi ve daha da önemlisi –pek çoğumuzun yaptığı gibi– istemekle kalmayıp bu hayalinin peşine düşmesi ve onu gerçekleştirmesi.

Her durumda Chris, yolculuğunun talihsiz sonuna kadar hayatının her dakikasını dolu dolu yaşadı diyebiliriz. Amerika’nın pek çok bölgesini önce bir sel sonrası terk etmek zorunda kaldığı arabasıyla gezdi, geri kalan yolculuğunu ise yürüyerek, otostop yaparak, trenlere atlayarak, nehirler üzerinde kanoya binerek tamamladı.

Son durağı Alaska’ya vardığında, kanımca, yolculuğunun “yeni bir yaşam tarzına soyunmak için birşeyleri geride bırakmak” safhasını bitirmişti. Artık doğanın içinde ve onunla bir yaşayabilirdi. Ne yazık ki insanlığın, doğanın sağlam ve değişmez bir parçası olan ölümü yok saymak adına yarattığı ve tutunmaya çalıştığı onca nesneden boşanan bir ruhun bu acımasız gerçekle karşılaşması çok sürmedi. Alaska’da karşısına çıkan ve magic bus (büyülü otobüs) diye adlandırdığı terk edilmiş bir otobüsün içinde geçirdiği dört ay sonrasında, sert doğa koşulları ve talihsiz hatalar silsilesi olarak adlandırılabilinecek olaylar nedeniyle açlığa yenik düştü. 

Yolculuğu boyunca tuttuğu günlüğüne yazdığı son satırlar, ilk başta trajik olarak gözüken bu sonun aslında kısa ama doyurucu bir hayatın sahibine ait olduğunu gösteriyordu: “Güzel bir hayatım oldu ve bunun için Tanrı’ya teşekkür ediyorum. Hoşçakalın ve Tanrı hepinizi kutsasın.”

Dash Snow

(27 Temmuz 1981 – 13 Temmuz 2009)
Ölüm Yaşı ve Nedeni: 27 – Aşırı Doz

Dosyamızın çıkış noktası olan Dash Snow, Amerikalı bir fotoğrafçı ve sanatçı, aynı zamanda ele aldığımız karakterlerin en çılgınlarından. Dedesi ünlü Budist akademisyen Robert Thurman ve teyzesi oyuncu Uma Thurman zaten dünya çapında bilinen isimlerden. Büyük büyük annesi Dominique de Menil ve büyük annesi Christope de Menil ise hem Fransa’nın tekstil ve petrol endüstrilerinden gelen devasa bir mirasın vârisleri, hem de günümüz sanat dünyasının en büyük sanat koleksiyoncusu ailelerinden bir tanesi.

Dash Snow ise Fransız aristokrasisine dayanan ve sanat dünyasının yakından tanıdığı ünlü isimlerle dolu bu üst sınıf aile ağacının, tabiri caizse, çürük meyvesi. 

Snow henüz bir çocukken aşırı yaramaz ve asi tavırlarından ötürü 13 yaşında yatılı okula gönderilmiş. Bu okuldan kaçtıktan sonra ise bir daha hiç aile ocağına geri dönmemiş ve çılgın, kanundışı ve vahşî hayatını New York’un aşağı doğu yakasının sokaklarında yaşamaya başlamış. 15 yaşındayken Irak isimli grafiti çetesini kuran ve Sace/Sacer rumuzuyla New York’un sokaklarına atılan Snow, çeşitli duvarları, apartman çatılarını, köprü altlarını ve metro vagonlarını etiketlemiş. Grafiti jargonunda “rak”, hırsızlık yapmak/çalmak anlamına geliyor. Ve gerçekten de Snow ve Irak çetesi isimlerini hak edecek ölçüde çeşitli malları, çeşitli yerlerden kendi deyimleriyle “özgür bırakmayı” bir huy hâline getirmişler. 

Dash Snow’un günümüz sanat dünyasının hızla yükselen isimlerinden Ryan McGinley ve Dan Colen ile arkadaşlığı sonucunda ortaya çıkan işler aslında ünlü fotoğrafçı Nan Goldin’in de başını çektiği bir fotoğraf sanatı geleneğinin izinden sürüklüyor bizleri. Bu üçlünün çılgın, uyuşturucu ve seksle dolu yaşamlarının belgelendiği fotoğraflar sayesinde New York şehrinde hâlâ sürmekte olan zevk düşkünü ve aldırmaz bir hayatın birebir belgeseli sunuluyor. Nan Goldin’in fotoğraflarında böyle bir yaşam stilinin olası kötü sonuçlarının da sezdirilmesiyle yayılan hüzünlü ve trajik hissin yerini ise McGinley ve Snow’un işlerinde görülen patavatsız, utanmaz, şehvetli ve enerjik bir hava alıyor. 

Snow, aslında bir sanatçı olarak saymıyor kendini uzun süre. Fotoğrafları, 15 yaşında çaldığı bir kamera ile ertesi gün ayıldığında bir gece önce nerelere gittiği ve kimlerle takıldığını hatırlaması için çektiğini söylüyor. Her ne kadar Dash Snow’un, McGinley ve Colen kalibresinde bir sanatçı olup olmadığı süregelen bir tartışma olsa da (kimileri onun bu grup içerisindeki gerçek sanatçı olduğunu, kimileri ise ayyaş, madde bağımlısı ve suç eğilimli bir deliden başka bir şey olmadığını savunuyor) Snow yeteri kadar sanatseverin ve koleksiyoncunun dikkatini çekmeyi başarıyor.

Aslında internette nereye baksanız Dash Snow mitolojisinden ünlü bir öyküye rastlamanız işten değil. Bunların arasında belki de en bilineni Londra macerası. Ünlü sanat koleksiyoncusu Charles Saatchi, Londra’daki bir sanat şovu için Snow’un, “Fuck the Police” isminde, yozlaşmış polislerle ilgili haber kupürlerini toplayarak oluşturduğu bir kolajın üzerine kendi spermlerini püskürttüğü bir işini getirtiyor.

Aynı şovda Snow’un yakın arkadaşı Dan Colen’in de bir işi bulunuyor. Londra’da Saatchi tarafından lüks bir otelde ağırlanan ikili, otel odasını bir hamster yuvasına (orijinal adıyla Hamster Nest, Snow, McGinley ve Colen’in uyuşturucu ritüellerinden biri) dönüştürmek maksadıyla 30’dan fazla telefon rehberini parçalayıp, tüm battaniyeleri ve perdeleri kesip etrafa yaydıktan ve tüm muslukları açtıktan sonra tüm bunların arasında çırılçıplak soyunup çeşitli uyuşturucu maddeler alıyorlar.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, ertesi sabah odanın hâlini gören otel yönetiminin çağıracağı polisten kaçmak için otelden bavullarıyla ayrılıp Londra sokaklarına dağılıyorlar. Bütün bunların üstüne aynı “Nest” projesini 2007 senesinde Deitch Projects için New York’ta –bu sefer 2000 telefon rehberinin parçalanmasıyla–bir sanat enstalâsyonu olarak gerçekleştiriyorlar. Bu öykü, aslında Snow’un yaşamı ile sanatı arasındaki iç içe geçmişliğin de bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.

Her durumda sanat otoritelerinin anlaştığı bir konu var: Snow’un fotoğraflarında ortaya konan bir samimiyet söz konusu. Bu vahşî-rock-yıldızı hayatının sanat dokümanterlerinin, sahnelenmiş bir estetik olarak değil, Snow’un içinde bulunduğu, birebir yaşadığı bir gerçeklikten kaynaklanarak oluşturulması. Nitekim Snow’un sonu da bir rock yıldızına yakışır nitelikte: lüks bir otelde uyuşturucu aşırı dozundan ölmek…

27 Yaş Sendromu’nun bazı diğer kurbanları…

Mia Zapata (25 Ağustos 1965 – 7 Temmuz 1993) 
Seattle çıkışlı punk grubu The Gits’in vokalisti
Ölüm Nedeni: Cinayet

Jean Michel Basquiat (22 Aralık 1960 – 12 Ağustos 1988)
Grafiti sanatçısı – Ressam
Ölüm Nedeni: Aşırı Doz

Ron “Pigpen” McKernan (8 Eylül 1945 – 8 Mart 1973)
Grateful Dead grubunun kurucu üyesi
Ölüm Nedeni: Gastrointestinal hemoroid

Gram Parsons (5 Kasım 1946 – 19 Eylül 1973)
Amerikalı müzisyen, şarkı sözü yazarı.
Ölüm Nedeni: Aşırı Doz

Jonathan Gregory Brandis (13 Nisan 1976 – 12 Kasım 2003)
Amerikalı oyuncu, yönetmen ve senaryo yazarı
Ölüm Nedeni: İntihara bağlı yaralanmalar