Arşivden: Ceylan Özgün Özçelik’le “Kaygı” üzerine

Ceylan Özgün Özçelik’in dünya prömiyerini 2017’de Berlin Film Festivali’nde yapan ilk filmi Kaygı, 2 Temmuz Madımak Katliamı anısına 24 saatliğine Vimeo’da erişime açıldı. Bu vesileyle yönetmenle Bant Mag. No:56’da filme dair yaptığımız röportajı da yeniden paylaşalım istedik.

Bu röportaj Nisan 2017 tarihli Bant Mag. No:56’da yayımlanmıştır.
Röportaj: Yiğit Atılgan

“Unutmanın sınırı ne olabilir?” sorusunun peşinden: Kaygı

Ceylan Özgün Özçelik’le, bir haber kanalında çalışan Hasret’in uzun süredir tekrarlayan kâbusları etkisinde annesiyle babasının trafik kazasında ölmemiş olabileceği sorusunun aklına düşmesiyle yolculuğuna başlayan filmi Kaygı’yı konuştuk.

(Dikkat: Röportaj, film hakkında sürpriz gelişmeleri ele vermektedir.)

Hukuk eğitimi, film eleştirileri, televizyonda sinema programı derken kendinizi nasıl kamera arkasında buldunuz? Film eleştirisinden yönetmenliğe geçişte ne tür öngörmediğiniz deneyimler yaşadınız?

Hukuk, hasbelkader okuduğum bir bölüm oldu. Baba mesleği ve arzusu… Dokuz yaşından beri yönetmen olmak istiyordum ancak şartlar beni hukuk fakültesine, hukuk öğrencisiyken de televizyona ve radyoya sürükledi. Neden direnmedim sinema okumak için, inanın tam ben de bilmiyorum. İlk uzun filmimi yirmilerimde çekebilmeyi çok isterdim. Geç olsun güç olmasın.

Sinema programı En Heyecanlı Yeri’ni yaparken üç kısa film yazıp yönettim. Sinematografiden oyuncu yönetimine birçok atölyeye katıldım. Kurgu zaten yaklaşık on beş yıldır içinde olduğum bir alan.

Uzun film yapma sürecinde öngöremediğim en zorlayıcı şey, finansın önemi oldu açıkçası. 2012’de Kaygı’nın ilk versiyonunu yazarken 2013’te çekebileceğimi sanıyordum. Naiflik işte! İki buçuk yıllık araştırma-geliştirme ve görsel hazırlık sürecim boyunca bir yandan da yapımcı ve maddi destek aradım. 2014 yazında İstanbul Film Prodüksiyon ile anlaştık. Sektörü film çekebileceğinize ve ne yapmak istediğinizi bildiğinize inandırmak ve size destek olmalarını sağlamak oldukça yıpratıcı bir süreç. Bu durum, bu ülkede bağımsız sinema yapan her yönetmen için geçerli.

Kaygı’nın ana karakteri Hasret’in bir televizyon kanalında kurgucu olması ülkemizde sürekli üretilen kurgusal gerçeklikleri ve toplumsal belleğin tahribatının altını çiziyor. İlk uzun metrajınızda özellikle bu konuyu dert etmenizin sebebi ne oldu?

Çok büyük bir hızla çok fazla şey değişiyordu memlekette ve dünyada. Ben de çevrem de kolay unutur olmuştuk. Adı değiştirilen mahallemizin eski adını, alışveriş merkezi yapılan sokaklarımızda önceden ne olduğunu ve hatta ülkenin yakın tarihindeki patlamaları… Her şeyi unuttuğumuzla yüzleştim. Unutmanın sınırı ne olabilir sorusunun peşinden gittim. Katliamları unutabilir miydik? Bu soru beni korkuttu. Tarihi silmek ve yeniden kurgulamak meselesi kafamı epey kurcalıyordu. İktidarlar, medya ve kentsel dönüşümü de arkalarına alarak bize geçmişi unutturuyor. Kendisi kurgucu olan bir kadının kurgulanmış sahte gerçeklerle mücadele etmesi ve nihayetinde onu çevreleyen tüm yalanların içinde gerçeği hatırlayanın yine kendisi olması fikri çekti beni.

Filmin yapım süreci esnasında Türkiye’de gerçek üzerindeki manipülasyonların ve baskının seviyesi arttı. Furkan Muzafferler daha çok bağırıyor, TEK TV artık daha da tek. Basın/yayın ve ifade özgürlüğü her gün daha da tehlike altında. Senaryo yazımı esnasında distopik olan bazı durumlar zamanla distopik olmaktan çıktı mı?

Aslında, filme hazırlanırken yaptığım yakın tarih araştırmalarında ülkenin sol-sağdan bağımsız olarak bir yangın yeri olduğunu daha yakından görmüş oldum. Maraş Katliamı olduğunda CHP iktidar, Bülent Ecevit başbakandı. Sivas Katliamı olduğunda DYP-SHP koalisyonu vardı. Her dönemde gazeteciler öldürülüyordu. Her dönemde köyler yıkılıyor, insanlar katlediliyordu. Ama yaşadığımız dönem özellikle ifade özgürlüğü ve insana verilen değer anlamında dehşetengiz. Bugünü o dönemlerden ayıran en önemli şey, bir korku dünyasının içinde hapis hissetmemiz. Korkuyoruz. Çok net! Avusturya’dan Polonya’ya, İtalya’dan Amerika’ya durum ürkütücü… Berlin Film Festivali’nde I am Not Your Negro gösterimi sonrası, yönetmen Raoul Peck’le bir soru-cevap yapıldı. Kendisine sizin bu sorunuza yakın bir soru soruldu. Şöyle yanıtladı: “We had many other Trumps!” (Daha önce de çok sayıda Trump’ımız oldu!) Amerika için tam da bu! Ancak yanıtı bize uyarladığınızda hem öyle, hem değil.

Hasret için çizdiğiniz çalışma ortamıyla sizin televizyonculuk deneyiminiz arasında ne tür paralellikler var?

Ben televizyonda hiç haber programı yapmadım. Sinema ve kültür sanat programları yaptım. Ama yıllarca haber kanallarında çalıştım. Haber hep yan odamdaydı ya da yan masamda. 2000’lerin başında çalışanlar birbirlerine daha saygılıydı. Bir üslup, bir yol yordam vardı. Herkes yaptığı işi iyi yapıyordu. Usul usul değişti her şey. İyiler gönderilmeye, yerlerini nereden geldiği belirsiz isimler almaya başladı. Ayrımcılık, cinsiyetçilik, saygısızlık, değersizlik, vicdansızlık baş gösterdi ve hepsinin şiddeti arttıkça arttı. Emeğin değeri maddi manevi sıfırlandı. Filme, benim ve arkadaşlarımın tanık olduğu veya bizzat yaşadığı çok az şeyi aldım. Eğer tamamen dürüst olup her türlü baskıdan parçalar koysaydım seyirci bunalabilirdi ya da abarttığımı düşünebilirdi.

Haber kanallarının çoğunda bir kapalı alan durumu söz konusu. Filmdeki televizyon kanalı benim daha önce çalıştığım yerlerden biriydi. Medya sahnelerini orada çekmeyi özellikle istiyordum. Gördüğünüz gibi pencere yok, hava yok, karanlık! Bir iki saat kurgu odasında kaldığınızda başınız ağrımaya başlıyor. Bir dışarı çıkıp hava alayım, diyorsunuz. Dışarıda da dev çanaklar ve inşaat gürültüsü var.

Filmdeki genel paranoya hali, eve kapanan bir karakterin işitsel ve görsel halüsinasyonlar yaşaması, gerçek ve rüyanın iç içe geçmesi yakın dönemden Emin Alper’in Abluka’sıyla paralellik kurdurdu. İçinde yaşadığımız toplum bu paranoya halini ne açılardan besliyor?

Yıllardır, “Hayır! Bu gerçek olamaz!” diyoruz hangi haberi okursak okuyalım. İnanamıyoruz. Sonra inanamıyor oluşumuza inanamıyoruz. Her yeni olay “Bu kadarı da olamaz” hissi uyandırıyor. Bu hisler kabuslarımız. Bizi uyutmuyorlar. Kaygılanıyoruz. Baş edemiyoruz. Bir yandan normal bir hayat sürdürme çabası da var. Ama elbette normal kalamıyoruz. Bir kâbusu yaşıyor gibiyiz. Bu kâbuslar gerçek! Durmaksızın hedef gösteriliyoruz.

2012’de Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Sivas Katliamı davası için zaman aşımı kararı verdi. Karar, adliye önünde adalet bekleyenler tarafından protesto edilmek istendi. Polis insanları biber gazı ve tazyikli su sıkarak dağıttı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, twitter hesabından Sivas’ta zaman aşımını protesto edenleri “terörist” ilan etti. Tarihi “loop”a almışlar sanki.

Hasret’in etrafını saran şehir manzarası ve evinin tahliye ediliyor olması üzerinden kentsel dönüşüm konusu filmde bolca yer kaplıyor. Bu olguyu filmin özündeki bellek ve unutmak gibi kavramlara nasıl bağladınız, sizin için bir çıkış noktası oluşturdu mu?

“Katliamları unutturmak” ile ilgili bir film yaparken iktidarın ve medyanın sahte gerçekler üreten ortak dilinden bahsetmek gerek. O sahte gerçekler ve manipüle edilen geçmiş, arkasına kentsel dönüşümün yıpratıcı etkisini de alıyor. Sokaklarımızın, sokak adlarımızın, şehrimizin, sahillerimizin durmaksızın değişmesi, bağlar, bahçeler, dağlarımızın, ormanlarımızın yok edilmesi bizde fazlasıyla gerilim uyandırıyor. Bir süre sonra unutmaya başlıyoruz. Bunlar ağır travmalar! Bizleri evde, kafede, mahallede, iş yerinde, hiçbir yerde rahat bırakmayan kesintisiz inşaatın ve bu “geçmişi yeniden düzenleme” politikalarının üzerimizde kurduğu bir baskı var. Adorno’nun dediği gibi, geçmişe bir oldubitti çizgisi çekip konuyu kapatmak, hatta elden gelse belleğin silinmesi isteniyor. Bunu başarmak için, halka yirmi dört saat aynı uydurma haberleri izlettirmekten ve kentleri mimariden bihaber yapılara boğmaktan daha etkili ne olabilir?

Güneydoğu’daki faili meçhuller, soykırım, mübadele dönemi, 6-7 Eylül, varlık vergisi, darbeler, Dersim, Çorum, Maraş, Gezi’de yaşamını yitirenler derken utanç listemiz uzun. Kaygı ise toplumsal belleğimiz içinde unutturulmaya çalışan tek bir olaya odaklanıyor. Sizi Madımak’ı seçmeye iten neydi?

Kendime, “Unutmanın sınırı nedir? Katliamları unutabilir miyiz?” diye sorduğumda hafızamdaki en eski anları bulmaya çabaladım. Televizyonda izlediğim en eski haberi geri getirmek için epey zorlandım. On üç yaşımdan bir an geldi gözümün önüne parça parça. Benim televizyonda tanık olduğum en eski anım Sivas. Niye kimse bir şey yapmıyordu, anlayamıyordum.

Yakın tarihimizde sayısız kitlesel katliam var, dediğiniz gibi. Sivas’ın tarihi bana kişisel olarak çok dokundu. Zeki Coşkun’un olağanüstü bir kitabı var: Aleviler… Sünniler ve… Öteki Sivas! 1995’te tek baskısı yapıldı İletişim’den. Umarım yeniden basılır. Ateşe tapan Persler, Sivas’ın kimliğine damga vuran ilk yönetim. Şehir, yüzyıllar boyunca yakılıyor, yeniden kuruluyor. Yakılıyor, yeniden kuruluyor. Timur, Deli Hasan… Her dönem korkunç! Korku filmi gibi her şey…

Ses tasarımı ve müzik hem Hasret’in psikolojisini hem de hüküm süren toplumsal psikolojiyi çok güzel yansıtıyor. Filmin bu boyutuna dair neleri göz önünde bulundurdunuz?

Ses tasarımı için Fatih’le (Rağbet), çekimlerden altı önce konuşmaya ve fikir üretmeye başlamıştık. Filmin en uzun süren kısmı ses tasarımı oldu. Tasarımın temeli, beyinlerimizi ele geçiren endüstriyel seslerdi. Sesçimiz Özgür (Özden) de özellikle Maslak çevresindeki inşaat alanlarında sesler kaydetti.

Yanısıra, öksürükler, çıtırtılar, hışırtılar, kırılmalar ve yanma efekti veren her türlü tasarıma ihtiyacı vardı filmin. İktidarın sesi, medyanın sesi bir tedirginlik ve tehdit unsuru olarak var olmalıydı. Bu seslerin şiddeti yavaş yavaş artmalıydı. Karakterin geçmiş arayışı kuvvetlendikçe sesler onun ve bizim kafamızın içindeymiş kadar kuvvetli olmalıydı. O çekiç bizim kafamıza kafamıza vurmalıydı! Hasret’in yok edilmek üzere olan evinde geçmişi hissetmeliydik. 

En baştan beri filmde müzik kullanmak istemiyordum. Ses tasarımı müzik işlevi görsün istiyordum. Fatih, tatlı dille beni filmin müzik istediğine ikna etmeye çalıştı. Hatta kurguya başlamadan önce e-mailime bir MP3 gönderdi. O kadar inatçıydım ki şarkıyı dinlemedim bile! Derken Ahmet Can (Çakırca)’la kurgudayken, bir sahnede müziğe ihtiyaç duyduk. Aklıma Fatih’in attığı mail geldi. Şarkıyı indirip hiç dinlemeden sahnenin altına yerleştirdiğimizde tüylerimiz diken diken oldu. Hemen Fatih’i aradım ve “Kim bu kadın? Bizi hemen buluştur!” dedim. Ekin (Fil) deneysel bir müzisyen. Uzun zamandır müzik yapıyor ama ilk kez bir uzun metraj sinema filmine müzik yaptı. Film için ürettiği her eser o kadar karanlık ve hisliydi ki Kaygı son kertede tepeden tırnağa müzik oldu!

Olayların gitgide muğlaklaşması ve mekân tasarımları akla Polanski’yi getirdi. Sinemadan ya da sanatın diğer alanlarından ilham kaynaklarınız kimler?

Evet, evet! Roman Polanski’nin Tenant’ı Kaygı için referans filmlerimden biriydi. Chantal Akerman’ın Hotel Monterey’sindeki gibi bir koridor bulmaya fena halde takılmıştım. Evde öyle upuzun bir hol olsun, yavaş yavaş daralsın ve Hasret’i içine alsın istiyordum. Bulamadım öyle bir koridor ve tüm çekim senaryosunu şu an filmde gördüğünüz eve göre değiştirmem gerekti. Gerçi bu evi çok seviyorum, çünkü steadicam’e alan sağladı. Biçim takıntılarım sebebiyle, yüzde yetmişi steadicam’le çekileceği en baştan belli olan bir filmdi Kaygı. Hotel Monterey sanat yönetmenlerime referans olarak kareler verdiğim bir filmdi. Yatak odası, banyo, mutfak hep bu eserin dokusunu taşısın istedim. Akerman’ın renklerinin yanı sıra Andrzej Żuławski’nin deliliğinden de ilham aldım.

Berlin ve ödülle döndüğünüz SXSW festivallerindeki deneyimlerinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

Tam umudum kırılmaya başlamıştı ki Berlin Panorama haberi geldi. Hakikaten rüya gibiydi. Panorama ekibi bizi öyle güzel ağırladı ki. Daha önce televizyoncu kimliğimle katıldığım Berlin’e filmimle gidiyordum… Yaklaşık iki ay inanamadım. Fanatiği olduğum Zoo Palast gibi anlatılmaz yaşanır bir sinemada dünya prömiyeri yapabilme şansına sahip olmak, oyuncularım ve ekibimle sahnede olmak tarifsiz bir duyguydu. Kendi ülkenizde acıdır ki üç bin kişinin izleyeceğini bildiğiniz filminize Berlin’deki beş gösterimin beşine de yer kalmadığını görmek ne kadar acayip, bir yandan da acıklı.

SXSW tamamen ayrı bir dünyaydı. Yaklaşık bir yıldır, masaüstümde, “Seneye South by Southwest’te görüşürüz” yazılı bir görsel vardı. Hayalimdi. Gerçek oldu! Şu ana kadar basın ya da sinemacı olarak katıldığım en öncü, eğitici ve donanımlı festival. Film panelleri; kast direktörlüğünden, jenerik tasarımına, NASA’dan animasyon üretimine o kadar zengin ve çeşitli ki! Yanı sıra VR ve tasarım alanlarında elden geldiğince yetişmeye çalıştım her şeye. Yetişemiyorsunuz! Yüzlerce etkinlik yapılıyor. Avrupa’nın kibrinin esamesi okunmuyordu festivalde. Festivali yapanlar, katılımcılar, gönüllüler, seyirci… Herkesten harika bir enerji akıyor. Hepsi çok ilgili. Her sene gidebilmeyi çok isterim.