Nefretin büyüsü ve “hate-watching” dedikleri

Yazı: Merdan Çaba Geçer - İllüstrasyon: dolliebunnypie

Kesinlikle zevk almadığınız, hatta nefrete varan bir his beslediğiniz fakat bir türlü de ekran/perde başından kopamadığınız seyir deneyimleriniz oluyor mu? Bakışlarınızı çevirmek isteseniz de gözünüzü alamadığınız bir enkazı andıran… Eğer cevap olumluysa, muhtemelen hate-watching (ya da diğer adıyla hate-binging) büyüsü altındaydınız. Evet, nefret de sizi ekranın önünden kaldıramayacak kadar kuvvetli bir duygu.

NME dergisinin hate-watching üzerine yaptığı bir anket vesilesiyle, yorumlarda bu dertten muzdarip takipçiler alt alta saydırıyor: “İzlediğimin 4. sezonundayım ve nedenini bilmiyorum!” diyor biri. “Benim için olmadığına karar vermeden önce 3 sezon izlemem gerekti” diyen de var, “İyi başladı ama son birkaç sezon tam bir işkenceydi” diyen de… Neden bu işkenceyi yaptıklarını bilmeseler de devam ediyor, kendilerini binge’lemekten alıkoyamıyorlarmış gibi görünüyor.

Seyir deneyiminde yelpaze oldukça geniş. Bu noktada guilty pleasure (mahçup zevk) ile hate-watching’in ayrıştığı noktaları açıklığa kavuşturmak lazım. Suçlu hissettiğimiz bir şeyden haz almamızın nedeni, birçoğumuz için çok açık. Psikoloji bilimi, beynimizin zevk almamızı sağlayan bölümünün suçluluk duygularımızı tetikleyen kısımla yakından bağlantılı olduğunu söylüyor. Hate-watching’de ise direkt olarak seyir deneyiminden zevk alınmıyor aslında. Birey spesifik bir nedenden dolayı nefret duygusuyla yoğruluyor; izlediklerinden kopamadığı gibi hissettiği nefret de istemsizce zevk veriyor. Oldukça performatif bir eylem.

Bir de belirtmek gerek ki hate-watchinglik yapımlar Plan 9 from Outer Space (1957), Mommie Dearest (1981), The Room (2003) gibilerini içine alan “o kadar kötü ki çok iyi” kategorisine girmiyor. “Eh işte” dediklerimiz, kendini ciddiye almayanlar veya camp sularında yüzen dizi/filmler de.

Emily in Paris ve I May Destroy You örnekleri üzerinden: Hate-watching’in endüstriye etkileri

Şubat 2021’deyiz. 78. Altın Küre Ödülleri’nin adayları açıklandığında geçtiğimiz yılın en takdir edilen, eleştirmen favorisi televizyon işlerinden birinin sıfır çekmesi büyük ses getirdi: Michaela Coel’in hem yaratıcı ekibin liderliğini yapıp hem de başrolde yer aldığı; bir gece kulübünde cinsel saldırıya maruz kalan Arabella’nın hayatını, ilişkilerini, hatta kendi eylemlerini yeni bir perspektif üzerinden değerlendirme sürecini takip ettiğimiz I May Destroy You. Öte yandan hayallerindeki iş pozisyonu için Paris’e taşınan beyaz ve varlıklı bir genç kadının, “evim” dediği fakat dilini bile bilmediği bir şehirdeki mantığa meydan okuyan maceralarını anlatan Emily in Paris, En İyi Dizi ve En İyi Kadın Oyuncu gibi başat iki dalda karşımıza çıkarak soğuk duş etkisi yarattı. Her ne kadar Altın Küre tarihi niteliksiz birçok diziye ev sahipliği yapsa da şaşırtan bu adaylıkların arkasındaki gerçek, çok geçmeden ortaya çıktı. Dizinin prodüksiyon sürecinde 30 HPFA (Hollywood Yabancı Basın Birliği) üyesi Paris’e davet edilmiş, tüm masraflar ekip tarafından finanse edilmişti ki bu rüşvet ve yolsuzluk açısından buzdağının sadece görünen kısmıydı, Altın Küre için sonun başlangıcı oldu. Başka bir yazının konusu.

Entertainment Weekly’den Kristen Baldwin’in “beş saatlik bir beyin tatili” yakıştırması yaptığı, şekere bulanmış bir klişeler yumağı olarak nitelendirilebilecek bir serinin, böylesine prestij sahibi bir ödül grubu tarafından göklere çıkarılması, haklı eleştirileri beraberinde getirdi. Hem de öbür tarafta modern yaşamda rıza gibi hassas bir konuyu ele alışındaki incelikle, keskin olduğu kadar yaratıcı kalemiyle ve kara mizahı anlatısına yedirebilme yetisiyle övgülere boğulan Michaela Coel varken. Dizinin senaristlerinden Deborah Copaken bile aday gösterileceklerini düşünmediklerini ve şaşkınlığını gizleyemediğini söylüyordu. Ayyuka çıkan tüm skandallara rağmen, ortadaki bu tablonun ardında, Emily in Paris’in yakaladığı popülaritenin de büyük payı vardı şüphesiz. Deneyimleyenlerden birçoğunun nefret etse de başından ayrılamaması ve hemen ardından haz dolu bir “gömme” yarışına girmesi, ilginç şekilde dizinin işine yaradı. Zaten belki bazılarımız tam da muhabbetten geri kalmak istemediği için diziyi gömmüştü. Ama nihayetinde ücretli bir platforma çıktığı gibi izlemiştik Emily in Paris’i.

Eh, reklamın iyisi kötüsü olmaz derler. Hollywood’da senarist ve oyuncu olarak yer edinen Dani Fernandez de aynısını düşünenlerden. Attığı bir tweet büyük yankı uyandırmakla kalmadı, hate-watching meselesinin sektörce masaya yatırılmasına vesile oldu: “Yalvarırım dizilere nefret kusmayı bırakın çünkü bu bizleri gerçekten etkiliyor. Stüdyoların bize ödediği ücreti bile etkiliyor, şaka yapmıyorum.” Ne kadar nefret edildiğinin konuşulmasının bile aslında bu tarz çerezlik içerikleri beslediğini, böylece -Altın Küre örneğinde olduğu gibi- beyaz olmayan hikâye anlatıcılarının nitelikli işlerinin görmezden gelindiğini söylüyordu Fernandez. Anlaşılan bu yapımlara olan meyilin sonuçları çok daha ciddiydi ve bir bütün olarak televizyon endüstrisinde kalıcı etkiler göstermekteydi.

Emily in Paris özelindeki tesirlerden biri, Netflix cephesinde yaşandı elbette. İzlenme oranlarını yetersiz bulduğu yapımların gözünün yaşına bakmamasıyla ünlü platform, kısa sürede ikinci sezona yeşil ışık yaktı. En sadık takipçilerin, diziden nefret edenler olduğunun bilinciyle belki de.

Sahiden, neden izlemeye devam ediyoruz?

Hayat kısa. İzleme listelerimiz onlarca film ve diziyle taşarken, her geçen gün daha fazlası çekilip yayımlanmaya devam ediyor. Peki ilgimizi çeken sayısız yapım varken nasıl olur da bizi fazlasıyla rahatsız eden, nefret gibi güçlü bir duyguya tekabül edenleri izleyemeye vakit ayırabiliyoruz? Cevapları bilim ve akademide arayalım.

Klinik Psikolog Timothy Carey’ye göre ne istediğimizi, neden belirli bir şekilde hareket ettiğimizi açıklamak zor ve bir isteğin varlığı, onu tanımlama yetimize bağlı değil. Çünkü istekler eylemlerle değil sonuçlarla bağlantılı. Sonuca ulaşma istediğimizin en güçlü sebebi ise merakımız. Fordham Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Paul Levinson, “İster bizi içine çok çektiğinden isterse ondan iğrendiğimizden olsun, duygularımız serbest kaldığında yeterince güçlü olduklarını hissediyorsak, daha fazlasını bilmek isteriz.” diyor. Gördüğü hoşuna gitmese bile sonunda ne olacağını merak etmek, seyirciyi koltuğunda tutmak için oldukça geçerli bir sebep. Bazıları için her şey, öykünün nasıl bittiğiyle ilgili.

Uzmanlar genel olarak, diğer insanların daha iyi bildiğini düşünme eğiliminde olduğumuzu söylüyorlar. Bir yapım belki sosyal medya mecralarında fazlasıyla övülmüştür, belki fikrine fazlasıyla güvendiğimiz bir arkadaşımız önermiştir veya IMDb, Rotten Tomatoes, Letterboxd, Metacritic gibi mecralarda göklere çıkarılmıştır. “Diğerleri yanılıyor olamaz, acaba neyi kaçırdım?” düşüncesi nihayetinde nefrete varan bir ısrarı beraberinde getirebiliyor. Alberta Üniversitesi Nörobilim ve Ruh Sağlığı Enstitüsü’nden Alice Atkin bu ısrarın sebebini “Bir şeye zaman, kaynak, çaba harcadığımızda ve ondan hiçbir şey elde edemediğimizde vaktin boşa gittiğini hissediyoruz ki bunu istemeyiz. Bu yüzden devam ediyoruz; sonunda iyi olmasını, oradan bir şeyler çıkmasını umut ediyoruz.” sözleriyle açıklıyor.

Devreye giren faktörlerden bir diğeri kibir ve üstünlük hissine dair. Seyrettiğimiz karşısında olduğumuzdan daha akıllı hissedebilmek, aslında hem çok çekici hem de bağımlılık sebebi. Kötü yazılıp çekildiğini düşündüğü bir yapım izlediğinde, elinde olsa çok daha iyisini yazıp çekebileceğini veya bundan daha iyisini izlemeye layık olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Öte yandan belki bizim bile farkına varmadığımız gizli arzularımız olabilir bu nefretin arkasında. Emily’nin Paris’teki sabun köpüğü dertlerini fazlasıyla kıskanmış, istemsizce onun lüks yaşam sahip olmak istemiş olabiliriz. Veya izlediklerimizin politik olarak konumlandığı yere katılmıyor hatta çileden çıkıyoruzdur fakat daha fazlasını duymak için de can atıyoruzdur.

O an yapmak istemediğimiz bir şeyi erteleme arzusu veya yapacak daha iyi bir işimizin olmadığı düşüncesi de ekran başından ayrılmamamızın arkasındaki gizli motivasyonlardan. Alice Atkin, bu rasyonelleştirme çabalarının psikolojik araştırmalara bağlanabileceğini söylüyor: “Ne yapacakları konusunda iyi bir seçenek olmadığında, insanlar en az sakıncalı kararı seçme eğilimindedirler. Nefret ettiğiniz bir diziyi izlemek pek hoş olmayabilir ancak banyoyu temizlemekten veya yağmur yağdığında köpeğinizi yürüyüşe çıkarmaktan daha keyifli.”

Son neden ise alışkanlıklar. Kimilerimiz bir yapıma bir veya iki bölüm izleyecek kadar zaman verdiysek, yeni bir şeyler denemektense devam etmeyi tercih ediyor. Nefretle yoğrulmuş bir izleme deneyimi; alışmak, içine girmek için mesai harcamamız gereken bir dünyadan çok daha makul durabiliyor. Ne izleyeceğine karar vermek dakikalarını harcayan biri, bu ritüeli tekrar gerçekleştirmek konusunda isteksiz davranabiliyor.

Nefretin hazzından nereye?

Nihayetinde değişip dönüşen izleme alışkanlıklarının önümüze getirdiği bir kavram hate-watching ve yeni normallerimizden biri. Nefretle ne yapacağımız, bizi ve yarattığı gündemleri nerelere taşıyacağı, sektöre uzun vadedeki olumsuz etkileri şimdilik muamma. Platformların, kanalların, stüdyoların arkalarına aldıkları rüzgârla daha neler önümüze getireceği de…

Kavramı ilk kullananlardan biri olduğu düşünülen The New Yorker yazarı Emily Nussbaum, bir Broadway müzikalinin perde arkasını işleyen Smash dizisi hakkında şunları söylemişti: “Demek istediğim, neden beni bu kadar kızdıran bir diziyi izlemek için bu kadar zahmete gireyim ki? Belli ki bundan bir düzeyde zevk alıyorum.” Burada bahsedilen zevk unsuru, seyir deneyiminin öznesi olmasa da yarattığı nefret hissi hakkında elbet. Tahammül edemediğimiz bir yapımdan gözlerimizi alamadığımıza göre işin içine birçok farklı parametre giriyor, bir sebebi var ki kapat tuşuna basamıyoruz. 

Emily Nussbaum’un çıkışı, Vücudunuz Hayır Diyorsa gibi çok satan ruh sağlığı kitaplarının yazarı, Kanadalı doktor Gabor Mate’nin geniş anlamda bağımlılık kavramını anlatırken sorduğu şu harika soruyu akla getiriyor: “Bağımlılığa neyin yol açtığını bulmak istiyorsanız, bağımlılığın getirdiği faydaya bakmalısınız: Sizin ne işinize yarıyor?”

Kaynaklar: Vox, Mashable, Headspace, Hello Magazine, NME, The New Yorker, The Hollywood Reporter

Bant Mag. No:76 (Kasım-Aralık 2021)