Arşivden: Siyah müziğe uygulanan sansürün geçmişi

‘Uygar beyaz batı’nın başta siyahlar olmak üzere kendilerine benzemeyenlere karşı ezelden beri takındığı ayrımcı tavır, köleliğin kaldırıldığı, sömürgelerin yavaş yavaş bağımsızlıklarını kazandıkları 20. yüzyılda formunu büyük ölçüde koruyarak, güvenlik paranoyasının tavana vurduğu ‘Yeni Amerikan Yüzyılı’na kadar uzandı. Emperyalist batı devletlerinin kendi saldırgan politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan, sıklıkla da kendi ekonomik nüfuzlarını arttırmak amacıyla destek oldukları göç ve göçmenlik olgusu, kölelik ve sömürünün resmi olarak kaldırılmasından sonra dikkatlerin artan oranda ‘içerideki düşman’a çevrilmesine yol açtı.

Bu yazı, Eylül 2006 tarihli Bant No: 24’ten alınmıştır.
Yazı: Mehmet Atılgan

Ten rengi farklılıklarının toplumsal ayrımcılıkta ayırt edici başlıca unsur olarak ön plana çıktığı bir düzende siyahlar, ABD başta olmak üzere birçok batı ülkesinde ‘dikkat edilmesi gereken kesim’ olarak mimlenmişlerdi. Pratikte sermayenin özgürlüğünden öte fazla da bir şey ifade etmeyen liberalizme özgü bir özgürlükçülük kisvesi altında, devlet güvenliğini tehdit ettiğine hükmettikleri türden bir ifade özgürlüğünü, sansür ve diğer tahakküm araçlarıyla kısıtlamakta bir sakınca görmeyen ABD muktedirleri, Afrika kökenli yurttaşlarının iştigal ettikleri sanatlara müdahale konusunda da oldukça kabarık bir sicile sahiptiler. Bu sanatların içinde müzik tartışmasız en geniş yeri kaplıyordu.

Anarşist aktivist ve düşünür Emma Goldman, ABD’de caz müziği ve paralelinde gelişen dansların gittikçe popülerleştiği 20. yüzyılın başlarında, dansa olan düşkünlüğünü eleştiren bir dava arkadaşıyla tartışırken, yakın zamanlarda V For Vendetta filmiyle tekrar gündeme gelen unutulmaz “dans edemeyeceğim devrime devrim demem” sözünü sarf etmişti. Muhalif çevrelerde bile müzik ve dansa yönelik bu denli muhafazakâr yaklaşımlara rastlanabilen bir ortamda, iktidar odaklarının tabii onlardan aşağı kalacak halleri yoktu. Hareketli müzik ve dansların, bedeni özgürleştirici etkisine uyanan yönetici sınıflar ve toplumsal ahlakçılar, ortalığı velveleye vermekte fazla gecikmediler.

Üst sınıfların dans üzerindeki tekelinin kırılıp, giderek daha hareketli dansların, yeni açılan salonlarda daha geniş kitlelerce yapılmaya başlandığı I. Dünya Savaşı sonrasında, muhafazakâr medyada çıkan bazı makaleler, siyah kökenli bir müzik türü olarak caz ve alakalı dans formlarına karşı ‘halkı uyarma’ çabalarını oldukça ilginç boyutlara vardırıyorlardı. The Ladies Home Journal dergisi yazarlarından Anne Shaw Faulkner 1921’de aynı zamanda Presbiteryen bir rahip olan Princeton Üniversitesi profesörlerinden Henry Van Dyke’tan alıntı yaparak cazın müzik olmadığını, voodoo dansçısını en alçakça işleri yapmaya kışkırtan bir eşlik ezgisinden ibaret olduğunu iddia ediyordu.

Aynı derginin aynı yıl çıkan başka bir sayısında John R. McMahon adlı bir dans öğretmeni, “The Jazz Path Of Degradation” (Yozlaşmanın Caz Yolu) adlı makalesinde, cazın Amerikan toplumunun ‘aydınlık yüzünü’ adeta bir çiçek virüsü gibi lekelediğinden yakınıyordu. McMahon’a göre “aşağılık ve kaba içgüdülere hitap eden düzensiz ve sarsak ritimlerden oluşan caz müziğinin” cazibesi yalnızca bedensel ve şehvaniydi. “Beethoven sağ olsa da bir caz orkestrasını dinlese, sağır olduğuna şükrederdi.” Caz müziği ve danslarının, sonraki kuşakların bedensel gelişimine etkileri olacaktı. Gürbüz Amerikalıların sayısı azalırken, cılızların sayısı artacak, nüfus artış hızı yükselecek, caz adeta Amerika’nın demografik yapısını değiştirecekti. Caz dansları, “işret ve fuhuştan bile” daha kötü bir musibetti. Anlayacağınız cehenneme giden yol caz dans adımlarıyla bezenmişti. “Fox trot”, “one step”, “toddle”… Bütün bu dansların caz müziğinin kendisiyle birlikte yasaklanması gerekti.

ABD çapında çok sayıda mahalli idare, 1920’lerde şehirlerinde birçok caz dansının icra edilmesini yasaklayarak muhafazakâr medyanın bu histerik çığlıklarına sahip çıktı. ABD’de iktidar, siyahlara ve sanatlarına kuşku ve baskıyla yaklaşmaya ilerleyen yıllarda da devam etti. Caz müziğinin gelmiş geçmiş en büyük şarkıcılarından Billie Holiday, II. Dünya Savaşı sırasında, Mississippi’de siyah mahkûmların ağaçlara asılarak idam edilmelerini anlatan “Strange Fruit” ve savaş karşıtı sözler barındıran diğer bazı şarkıları seslendirdiği için uzun süre FBI tarafından gözetim altında tutuldu. 1950’li yıllara gelindiğinde ABD’nin muhtelif şehirlerini dolaşan bir imza kampanyası ebeveynlere “çocuklarınızın siyah plakları satın almasına izin vermeyin!” buyuruyordu. Kampanya metni “bağıran, koyu tenli” insanların “çiğ, gem vurulamaz tutkusuna” atıfta bulunuyor ve bu insanların “çocuklarımızı vahşileştireceğini” öngörüyordu. Yasakçı ve sansürcü zihniyetin 1920’lerden beri kaç arpa boyu yol gittiği ortadaydı.

Siyah müziğin artan oranda popülerleştiği ve yeni bir kimliğe büründüğü 1970’li yılların sonlarında ortaya çıkan hip-hop akımı ve rap müziği, özellikle yer yer son derece düzen karşıtı olabilen sözleri ile, yine ahlak bekçilerinin dikkatini çekmeyi başarmıştı. 1985’te, o sırada Tennessee Senatörü olan eski Demokrat Parti başkanı Al Gore’un eşi Tipper Gore, 11 yaşındaki kızına aldığı Prince’in Purple Rain albümündeki “Darling Nikki” parçasında kadın mastürbasyonuna atıfta bulunulduğunu fark ettiğinde neredeyse küçük dilini yutacaktı. Özellikle rap ve heavy metal’in körüklediği ‘şiddet, uyuşturucu ve çokeşlilik’ şeytan üçgeninin ortasında, aile ve ahlak elden gidiyordu. Bir şeyler yapmak lazımdı.

Benzer dertlerden mustarip bir kısım muhafazakâr medya çalışanı, sermayedar ve politikacı ebeveyni de yanına alan Gore, bir tür Papatyalar dönemi Semra Özal edasıyla “Parents Music Resource Center” (Ebeveynlerin Müzik Kaynak Merkezi) (PMRC) adı altında, ABD’nin halen müzik endüstrisi karşısında en etkili lobisini teşkil eden sivil toplum örgütünü kurdu. Bu toplumsal duyarlılık sahibi, nezih insanlar kısa sürede içeriğini çocuklara uygun bulmadıkları birçok albümün kapağına, artık birçoğumuzun aşina olduğu “Parental Advisory: Explicit Lyrics” (Ebeveyn Tavsiyesi: Açık Sözler) etiketini kondurmayı başardılar. Wal-Mart süpermarketler zinciri başta olmak üzere, siyasetçilerle bağları yeterince sıkı olan birçok sermaye kuruluşu, bu etiketi taşıyan albümleri satmayı bile reddettiler. Beklentileri PMRC baskısının basit bir uyarıdan ibaret kalmayacağı yönünde olan Frank Zappa ve Dead Kennedys solisti Jello Biafra’nın da aralarında bulunduğu bir grup siyah ve beyaz müzisyenin oluşturduğu PMRC karşıtı cephenin muhalefeti de böylelikle daha anlamlı bir hale geliyordu.

1980’li yılların ortalarından bugüne kadar siyah müzikte sansür vakalarına sıklıkla rastlandı. 1989 yılında FBI, Los Angeleslı rap grubu N.W.A.’in (Niggaz With Attitude) plak şirketine, polis şiddetini eleştirdikleri “Fuck Tha Police” şarkılarıyla ilgili bir protesto mektubu gönderdi. Mektup hukuki işlem yapmaya yönelik herhangi bir amaç taşımıyor gibi görünse de, müzik endüstrisinin büyük bir bölümü FBI’nin bu çıkışını ‘yıldırma amaçlı dolaylı sansür’e bir örnek olarak yorumladı. Sansürden nasibini alan, polisi hedef alan bir başka şarkı ise 1992’de kurduğu rock grubu “Body Count” ile aynı adı taşıyan bir albüm yapan rap sanatçısı Ice-T’nin “Cop Killer”ıydı. Şarkıda 1992’de Los Angeles’ta polislerce feci bir biçimde dövülen Rodney King adlı siyah gencin adı, polise yöneltilmiş küfürlerle birlikte geçiyordu. Şarkının piyasaya sürülmesinden kısa bir süre sonra dayakçı polislerin, Los Angeles banliyölerinin hali vakti yerinde sakinlerinden oluşan bir jürinin kararı uyarınca serbest bırakılmaları, ünlü 1992 Los Angeles isyanını tetikledi. Şarkının polise kızgın kitleleri kışkırttığını iddia eden Dallaslı bir grup polisin başlattığı boykotun etkileri, Body Count albümünü çıkartan Warner Bros yöneticilerinin de baskısıyla, Ice-T’nin parçayı albümden kaldırma kararı almasına kadar uzandı. Ice-T ise konuyla ilgili olarak -David Bowie’nin bir astronotun uzay yolculuğunu birinci ağızdan anlattığı “Space Oddity” adlı şarkısına atıfta bulunarak- “benim polis katili olduğuma inananlar, pekala David Bowie’nin de astronot olduğuna inanabilirler” diyerek, popüler müzik şarkısında kurmaca ile otobiyografi arasındaki ince çizgiye dikkat çekti.

Öte yandan ne Bob Marley’nin “I Shot The Sheriff”ini yorumladığında Eric Clapton, ne de “Romeo Had Juliette” şarkısında Lou Reed, polis öldürmeyi romantize eden şarkı sözleriyle ilgili olarak, Ice-T’nin ya da siyah müzik tarihinde daha nice sanatçının uğradığı biçimde sansür ya da ifade özgürlüğünü kısıtlayan diğer uygulamalara tabi tutuldular. ‘İlgililerin’ sansüre başvururken bu denli ‘seçici’ davranmalarının arkasındaki sebepler çok açıktı. Aradan geçen on beş yıla rağmen sansür, giderek politik içeriğinden arındırılarak lümpenleş(tiril)se de siyah müziğin yakasını kolay kolay bırakacağa benzemiyor. 11 Eylül olayları sonrasında iç ve dış tehdit kapsamını iyice genişleten ‘beyaz Amerika’, siyah müzisyenlere yönelik çifte standartlı sindirme politikalarına tüm hızıyla devam ediyor.