Aslı Enver ve Mehmet Günsür ile Arayış’ın ince çizgileri

Röportaj: Zeynep Naz Günsal

Disney+ kitaplığında yerini alan Arayış; modern tıbbın, şehir yaşamının ve tıkanmışlıkların onu tükenmenin eşiğine getirdiği Nisan’ın yolculuğuna ortak ederken; sorularına cevap, derdine çâre bulmak arzusuyla sığındığı Şifa ve Arayış Vakfı’nın dünyasına dalıyor. Yönetmen koltuğunda Emin Alper’in oturduğu serinin kadrosunda ise Aslı Enver ve Mehmet Günsür’ün yanı sıra Defne Kayalar, İpek Türktan, Erol Babaoğlu, Devin Özgür Çınar, Erdem Şenocak, Begüm Akkaya, Eylem Yıldız ve Onur Ünsal gibi isimler var. 

Birlikte nice proje kaleme almış Nükhet Bıçakçı ve Özlem Yücel’in pandemi döneminde tohumlarını attığı senaryo, deneysel holistik pratikler ve bunun çevresinde şekillenen bir komün yahut kabileyi betimlerken; anlık tatmin ihtiyaçlarını, bunların giderek yalnızlaştırdığı insanın kendinden daha büyük bir şeye barınma arzusunu ve modern belirteçler olmadan kendini tanımlama sınavını da irdelemeye koyulan bir yapım. İki başrol Aslı Enver ve Mehmet Günsür sorularımızdan hareketle bu olgular hakkında kafa yordu; biz de onların fikirlerine, içgörülerine, düşündüklerine kulak misafiri olduk. 

“Bir sahnenin çekimi, kaydı bittikten sonra yönetmenle göz göze gelebilmek bile içimizdeki o tsunamiyi ya da kum fırtınasını birazcık dindiriyor.” – Mehmet Günsür

Arayış’ı ortaya çıkaran yolculuk nasıldı? Sizi bu projeye ne çekti?

Mehmet Günsür: Proje yaratıldıktan sonra bize geldi. Hatta ben en son dâhil olanlardanım belki de. O yüzden yazım aşamasını, yaratım aşamasını bilemeyeceğim. Kendi açımdan, içine girdiğim andan itibaren bu yolculuk başladı. Zaten ilgilendiğim bir konuydu, bildiğim argümanlardı. Ama tabii dizinin vesile olmasıyla, hepsinin üzerinden bir kere daha geçtim. Röportajın devamında sanırım daha derinlere ineceğim anlar olacaktır bununla ilgili, o yüzden şu anda böyle bir girizgâh yapayım.

Aslı Enver: Ben de yoktum yazım aşamasında. İlk iki bölümü okuyunca, “Nerelere varacak bu hikâye?” diye merak ediyor insan. Bir de tahmin ediyorum ki izleyenlerin de aklındaki soru şu olur: “Karakterin yaptıklarını biz de yapar mıydık, dener miydik bunu?”. Böyle bir soru işareti bende de belirdi. Zaten yönetmenin adını duyunca, “Nasıl bir iş çıkar acaba buradan?” diye de çok merak ettim. Sonra bir anda görüşmelere başlandı ve dâhil oldum.

Emin Alper gibi ulusal ve uluslararası alanda başarılara imza atmış bir sinemacı projenin rejisini üstlenmişken, onun varlığı oyuncu yönetimine nasıl yansıdı? Siz onunla nasıl bir süreç geçirdiniz? 

A.E.: Şöyle ki, daha en başta, toplantıdan sonra oturup konuştuğumuz zaman baktık ki onunla aynı yerlerin altını çizmişiz. Hep bu dikkatimi çekti benim. Sonra dedim ki “Tamam, biz buradan güzel yol alırız.” Çünkü bana göre yönetmen, bir projenin en kıymetli kişisi. İşi şekillendiren kişi o oluyor aslında. Sen istediğini yap, yazar istediğini yazsın ya da istediğin kadar büyük bir prodüksiyon olsun ortada; yönetmen yoksa o iş maalesef pek olmuyor. Yönetmene hem bu yüzden çok heyecanlanmıştım -izleyip çok beğendiğim ve çok saygı duyduğum biriydi- hem de aynı yerden baktığımızı görmek beni çok heyecanlandırdı. 

Sette de daha nötr, daha donuk bir yerden aldım o kızı. Sevinci de çok donuk, üzüntüsü de… Duygularını bastırmayı öğrenmiş, çok tonlu konuşmayan kızlar vardır ya… “Her şey olabilir, hayat bu ve yapacak bir şey yok.” zihniyetindedirler. Böyle bir yerden yorumladım onu. Arada bir Emin Hoca’ya gidip, “Hocam, tamamız değil mi?” sorusunu soruyordum hep. Oyuncu olarak, yönetmenine çok bağlı olabiliyorsun bazen. Yönetmenin onayını almadan rahat oynayamayan biriyim ben de. Hep onay arayan ve yönetmen “Tamam.” deyince “Oh, doğru yoldayım.” diyen biriyim. Ama Emin Hoca daha çok alan açan, “Sen bir yap bakalım, ne oluyor…” diyen biri zaten. Bu röportajı yapmadan kısa süre önce birinci bölümü izledik ve evet, o nötrlük geçmiş gibi duruyor hakikaten.

M.G.: Aslında bütün oyuncular için geçerli Aslı’nın söylediği. Orada bir karaktere ve bir sahneye hayat veriyorsun. O sahnenin bir nedeni var, beynimizde binlerce şey var. Dolayısıyla bir sahnenin çekimi, kaydı bittikten sonra yönetmenle göz göze gelebilmek bile içimizdeki o tsunamiyi ya da kum fırtınasını birazcık dindiriyor. Bu her oyuncu için geçerli; içimizde vahşi atlar koşturuyor ve birinin bunu yönetmesi gerekiyor. Bu yüzden de yönetmenin varlığı çok önemli tabii. Bir sahneyi bitirdiğin anda sorular da başlıyor: “Acaba şunu şöyle mi yapsaydım, bunu böyle mi yapsaydım, şunu şöyle yapsam daha iyi olur muydu?”… Bu anda, dediğim gibi, yönetmenle göz göze gelmek -bir şey konuşmasan bile- çok değerli. 

Ben de aynı şekilde Emin Alper’in ismini duyunca çok çok çok heyecanlandım. Sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın da resmîleştirdiği; önemli yönetmenlerinden bir tanesi kendisi. Bir de aynı dili konuşmak da çok önemli tabii. Konuştuğumuz her şeyi anlayabilmek; detayları, nüansları anlayabilmek o anlamda da çok değerli ve Aslı’nın da dediği gibi önümüze gerçekten çok rahat bir yol açtı Emin. Bu anlamda da çok özgürleştirici bir çalışmaydı aslında.

Ayrıca ikiniz de daha önce Nükhet Bıçakçı ve Özlem Yücel’in kaleminden çıkma senaryolarla çalıştınız. Fakat Arayış, ikilinin filmografisinde çok ayrı yerde durduğu hissedilen bir metin. İlk okuduğunuzdaki hislerinizi biraz açabilir misiniz?

A.E.: Bize gelen, okuduğumuz işlerden farklı olması; senaryonun altını kırmızı kalemle çizdiriyor bir kere. Birinci bölümün sonunda hastanede söylediğim bir şey var ve kız niye kanser olduğunu açıklıyor aslında. Diyor ki “Aslında ben değilim kanser olan. Bu şehir kanser.” Dünyayla ilgili bir derdi var esasen. Yani tabii aşk da var işin içinde. Ama aşk üzerine yola çıkılmış, “Oğlan kızımızı görür, çarpışırlar.” -ki güzel yazıldığı zaman böyle senaryoları da oynaması şahane oluyor, çok eğlenceliler, duygularımızı ne kadar güzel yansıtıyorlar vs.- Ama bunda başka bir dert var. Benim hiç öyle bir hastalığım olmadı ama ne oluyor da o kişilerin bu hastalıklarla karşılaşması gerekiyor hayatta? Neden? Binlerce hastalık çeşidi var ama bence senin hastalığın, sana özel oluyor. Senin karakterine özel oluyor bence. Bu işte oynama isteği buradan geldi benim için. Senaryonun konusu çok güzel bence.

M.G.: Evet. Bir de günümüzü, bu ânı çok iyi anlatan bir hikâye. Hepimiz arayış içindeyiz, COVID kapanması da bunu çok hızlandırdı. Ama zaten insan bilinci, yarattığı bütün sistemlerden daha hızlı gelişiyor. Bir yerden sonra da o sistemler eski kalıyor. En basit tabiriyle bıçak kemiğe dayanıyor, spiritüel anlamda. Dolayısıyla bir şekilde, bir arayış içine giriyor insan. Bilmediği çok fazla şey var çünkü: Enerjiler, şifalar… Sadece kendisiyle sakin bir şekilde kalabilmek için bile, insanın bir şekilde buna konsantre olması gerekiyor. Herkesin meditasyonu farklıdır: Ben üç şarkı dinlerim, başkası yarım saat yoga yapar ama sonuçta vardığımız yer aynı. Herkes bir arayışta olduğu için de çok aktif bir konu şu anda. 

Nisan bir yandan kanserle mücadele ediyor, diğer yandan bir ayrılığı ve dev bir travmayı atlatmaya çalışıyor; üstüne de en yakın arkadaşını aramasını gerektiren, belki de aslında hazırlıklı olmadığı böyle bir atılımda bulunması gerekiyor. Aynı zamanda belki birçoğumuz gibi bu şehrin içinde, şantiyelerin ve başka türlü hengâmenin içinde boğulmamaya, hayatta kalmaya çalışan bir karakter. Yükü çok fazla böyle bir karaktere girmek nasıl bir deneyim oldu?

A.E.: Aslında çok yüklüymüş gibi gözüküyor ama yemin ediyorum size, dört kişiden ikisi böyle bir süreçte şu an. O kadar özel bir durum değil aslında. Benim bu senaryoyla ilgili sevdiğim şeylerden bir tanesi de şu: Evet, konu çok güzel ama bir yandan da çok gerçek. Şuradaki üç kişiden birine sor; muhakkak ya bir ayrılık yaşıyordur ya arkadaşına bir şey olmuştur ya hastadır… İlla bunun adı kanser olmak zorunda değil ya da arkadaşını birtakım insanların eline kaptırmış olmasına gerek yok. Çok gerçek bir konu olduğu için çok yakınımda olan ve dönem dönem benim de içinden geçtiğim şeyler. Kopuşlar çok kolay oluyor, arkadaşlıklar bir anda eriyor. “Ne olmuş buna ya?” dediğin bir arkadaşın vardır, muhakkak. İlla bir yere gitmesine gerek yok, belki zihin olarak başka bir yerdedir artık ve hiçbir şekilde bağlantı kuramazsın o kişiyle. Beyni yıkanmış gibidir ki eminim dönem dönem bizim için de diyorlardır; “Ya ne olmuş Aslı’ya, tamamen farklı. Ne düşünüyor acaba?” diye. O yüzden çok tanıdık hikâyeler aslında. 

M.G.: Bir yandan da arayışta olmak bir yana, bir de kendini ait hissetme ihtiyacı var. Bir komüne, bir azınlığa ya da bir çoğunluğa kendine ait hissetme ihtiyacı. Giderek daha da yalnızlaşıyoruz, belki de o yüzden.

Dizideki belki de en enigmatik karakter Tufan. Tüm bu ortamın katalizörü gibi aslında. Birçok projede ezoterik, mistik karakterler oynamış olsan da böylesi merkezi olduğu kadar gizemli ve belki ikircikli bir karakteri inşa etme süreci nasıl bir deneyimdi? Öte yandan kurgusal olmayan dünyada da karşılığı bulunabilecek bir karakter Tufan ve onunla birçok tartışmalı figür arasında paralellikler kurmak mümkün. Akla gelebileceklerden biri Hindistanlı mistik guru Osho misal… Bu alana ilgili biri olarak, bu tip figürler, role hazırlık sürecinin parçası oldu mu? 

M.G.: Dediğim gibi zaten ilgilendiğim bir konu. Şifalar, enerjiler dışında bu liderlerle de çok iyi ilgileniyorum çünkü maalesef büyük çoğunluğu karanlık tarafa kayıyor bir yerden sonra. Bu Osho’da da var, John of God’da da var ve çok acayip bir şey bence. Bu insanların gerçekten birtakım güçleri var. Gerçekten bilimin açıklayamadığı, şifa veren insanlar var. Bunları kendi özel hayatımda da yaşadım ben. Fakat bir yerden sonra -genelleme yapıyorum tabii ki, böyle olmayanlar da var ve iyi ki varlar- sanırım bu şifa verme meselesi, onları diğer insanlardan ayıran bu özellikler, kendilerini biraz Tanrı sendromuna sokuyor ve her şeye hakları olduğu gibi bir düzleme geliyorlar sanki. Bu çok acayip bir konu yani… Sanki o gücü kontrol etmek, o güce sahip olmaktan çok daha zor. Bazıları sadece karanlık tarafa geçiyor, bazıları çok daha şeytani şeyler yapıyor. Yaptıkları ve verdikleri şifanın tam tersi şekilde davranıyorlar. “Ben bir yandan böyle doğaüstü şeyler yapıyorum ve buna da hakkım var.” gibi bir durum… Çok ince bir çizgi o. Meslek icabı bu ince psikoloji zaten çok hoşuma gidiyordu ve böyle bir şans geldiği için çok mutlu oldum. Bu nüansları verebilmek, seyirciyi de süreç içinde bir yerden farklı bir yere getirebilmek, karakterle ilgili belki ilk başta düşündükleri şey ile sonda düşünecekleri şeyin arasında fark olması gerektiği ve bunu öyle kurgulamak… Bir oyuncu için çok zevkli bir karakter bu. Çok dişi. Çok fazla detay var, o yüzden çok zevkliydi.

“Dünyanın doktoruna gittiğin oluyor, ‘Şuramda bilmem ne hissi var.’ diyorsun; sonra bir nefes terapisine gidip üç kova ağlıyorsun ve sonra o geçmiş oluyor gibi…” – Aslı Enver

Öte yandan da cennet gibi bir set, epey yüksek bir prodüksiyon değeri söz konusu. Kostümleri kuşanmanın, sete adım atmanın belki senaryoyu okurken devreye girmemiş bir şeyleri performanslarınızda tetiklediği oldu mu? Sizin için nasıl bir deneyim yarattı? 

M.G.: Tabii ki kıyak kostümler ve mekân, bir sürü şeyi çok etkiliyor. Her oyuncunun çekindiği ya da onu düşündüren en az bir iki sahne vardır. Tabii bu bir dizi olduğu için -ben, en azından kendi adıma konuşayım- Tufan’ın sembolize ettiği ve Tufan’ın canlandırdığı durum için de baya bir sahne vardı aslında. Bir ay boyunca evde çalışıyorsunuz, sonra mekâna girip kostümleri giyince bambaşka, hiç hayal etmediğiniz bir şey ortaya çıkıyor mesela. Tabii ki o anlamda kostümlere ve mekâna birazcık kendinizi bırakıyorsunuz. İşin zevkli taraflarından bir tanesi de bu elbette. Bana yardım etti kostümler, gerçek hayatımda sürekli kimono ile dolaşmıyorum çünkü. Ama artık dolaşabilirim!

A.E.: E tabii setin de o adada olması… Yani, biz bir yerden bir yere gidip gelmedik. Baya iki ay boyunca aynı adada, bir odada kaldık. Yemeğimizi de orada yedik, uykumuzu da orada aldık. Evet, ilk girdiğinizde çok büyüleyici bir yer. Gerçekten çok güzel bir ada bu arada. Fakat tabii üç günden sonra orası artık sizin iş yeriniz oluyor ve herkeste bir koşuşturmalar, sahneleri yetiştirme çabaları… Kostümde de bende öyle pek bir değişik hâl yoktu. Normal, ne verirlerse onu giyen bir kız gibi… Ama evet; o adanın atmosferi tabii ki en başta, en azından bir ilk bakışta, seyircinin ne göreceği fikrini çok güzel yerleştiriyor kafana.

Başka dinler ve inançlardan, holistik pratiklerden sentezlenmiş bir inanç tasviri söz konusu dizide. Hinduizm ve Budizme dokunmalar var. Müslümanlığa dair koşullar ve uygulamalara zaten değiniliyor. Alışageldiğimizden farklı bir ortam ve topluluktasınız. Daha önce dizidekine benzer uygulamalarla, ritüellerle deneyiminiz oldu mu?

A.E.: Ya aslında galiba cevap, Mehmet’in de dediği şey… Ben de zaten çok meraklı bir tip olduğum için, senaryonun bir şey ifade etmesinin sebebi, zaten bunlara meraklı olup bugüne kadar araştırmış olmamız aslında. Yani hiç deneyimlemediğim bir şey olsa, okuduğum çok bir şey ifade etmeyebilirdi bana. O yüzden de gerçek gelmeyebilirdi. Bu işin gerçekliği de orada, yani bir süper kahraman işi gibi değil çünkü. Olabilecek şeyler ve herkes kendi mucizesini kendi yaşıyor ya bir şekilde… Dünyanın doktoruna gittiğin oluyor, “Şuramda bilmem ne hissi var.” diyorsun; sonra bir nefes terapisine gidip üç kova ağlıyorsun ve sonra o geçmiş oluyor gibi… Bence bunun için bir şeyler yaşamış olmak ve bir şeyler deneyimlemek gerekiyor. Ben çok şey denedim ve tahmin ediyorum ki Mehmet de öyle. Nefes, bioenerji, EFT’si, o’su bu’su… Böyle çok meraklı tipler var zaten karşıda. Oyuncu zaten meraklı bir yaratık. O yüzden de bir araştırmaya gerek kalmadı zaten. Bence ne yaptığımızı biliyorduk o anlamda.

M.G.: Katılıyorum.

Dizi günümüzde aslında hepimize musallat olan dikkat dağıtıcı unsurlara, belki uyuşturucu etmenlere, modern dünyada insan denen şeyin hapsolduğu yalnızlığa, stimüle olma ihtiyacına bayağı değiniyor. Bazı sahneler birçok sosyal medya verisi üzerinden de gidiyor mesela. Bu durumun ne kadarıyla bağ kurabildiniz? Siz de kendinizi böyle sıkışık yerlerde buluyor musunuz arada?

M.G.: Söylediğin şeyler, bağımlılık aslında. Yani bağımlılık başlığı altında da inceliyoruz. Hani arayış içindeyiz diyoruz ya… Bir yandan da hepimizin bağımlılıkları var. İnternet bağımlılığından tut da sigara, alkol… Ne bileyim uyuşturucu ya da şifa semineri bağımlılığı, örnek veriyorum, hani böyle şeyler de var. Çünkü bu tip seminerlerde gerçekten çok önemli şeyler yaşayabiliyorsunuz. Buna yardım eden şeyler oradaki kolektiflik ya da bu işi bilen birisinin seni yönlendirmesiyle kıracağın kendi birtakım blokların da olabiliyor. Dolayısıyla gerçekten unutulmaz bir sürü şey yaşanıyor aslında ve bunlar çok güzel şeyler. Fakat, nasıl söyleyeyim, orada, o seminer gerçekliğinde yaşanan şeyler. Normal hayatta insan o seminerde geçirdiği gibi bir gün geçiremiyor. Dolayısıyla insanlarda kendi normal hayatlarından kaçıp, bu seminerlere ya da bu birlikteliklere gitmek gibi de bir bağımlılık var. Oyuncu seminerleri de vardır mesela. Seminer “junkie”leri vardır gerçekten. Sadece gerçek hayatta var olmak, ona yeterli gelmez. Ya o seminerlere gidip kendi bloklarını kıracak ya başkasının bloklarını kırdığını görecek, ağlayacak üç kova. Bunlar güzel şeyler tabii ki ama gerçek hayata bunları bir şekilde entegre etmeye çalışmak gerekiyor ya da ayrıştırmak gerekiyor. Yani, “Bu budur, bu da budur.” gibi… Bu anlamda bir bağımlılık durumu da var insanlarda.

Kendi karakterleriniz dışında ayrı bir yerden bağ kurduğunuz başka bir karakter oldu mu senaryoda? Ya da “Oynamak güzel olabilirdi.” dediğiniz?

A.E.: Bence Devin’inki çok tatlıydı, onun oynadığı karakter bana tatlı geliyor. Devin de çok güzel oynadı zaten. Dışarıdan izleyince bana en tatlı gelen oydu. Defne’nin karakteri Azra da çok oynanılası bence. Lezzetli… Mehmet’in dediği gibi hakikaten dişi dişi bir rol yani. Ve çok da hak verdiğim noktaları var bu arada.

M.G.: Evet evet, benim de aklıma Defne geldi. Erdem Şenocak’ın oynadığı karakter de benim çok hoşuma gidiyor. Bilmiyorum, bunun nedeni hiç konuşmaması mı!? Çünkü ben çok konuştum da bu projede. Konuşmayı pek sevmem açıkçası, gereksiz konuşmayı pek sevmem özellikle. O yüzden Erdem’in karakterine gıpta ettiğim anlar olmuştu.

Son tahlilde dizinin aidiyet arayışı, iyileşme, izolasyon, öz keşif gibi konular ekseninde cümlelerini nasıl yorumluyorsunuz? 

A.E.: Şöyle düşünüyorum aslında: İnsan yalnız kalmamak, yalnızlıktan ölmemek için her türlü yola gelebilir. Kimi için -mesela benim için de- çok korkutucu bir şeydi yalnızlık. Fakat sonra ben buna pandemiyle, “Aa aslında bayağı da lüks ve tatlı bir şeymiş, hiç de fena değilmiş.” diye biraz mecburen alıştım ve çok sevdim. Ama hâlâ çok korkanları da net olarak anlıyorum. Çok korkutucu geliyor çünkü yaşamıyorsan, yaşamadıysan… Bence bu öyle bir şey ki inanma ihtiyacın ne kadar yoğunsa, o kadar gerçek olduğunu bilerek -ya da olmadığını, hiç önemli değil- bir yola kapılabiliyorsun. O yüzden dışarıdan bakıp; birinin yaptığı bir hareketi, verdiği bir kararı, dediği bir söz üzerinden yargılamak -ki çok yaptığımız bir şey- o kadar yanlış geliyor ki bana… Ve Nisan’ı oynadıktan sonra, “Niye olmasın ki?” dediğim o kadar çok yer oldu ki. “Ama görüyor ve hâlâ niye?” Çünkü insan… İnsan o kadar da güçlü bir şey değil aslında.

M.G.: Evet. Ben mesela yalnızlığı çok seviyorum. Belki de ev hayatım çok kalabalık olduğu için. Ama bence insanın yolculuğu, gerçekten yalnız kalmayı öğrendikten sonra başlıyor. Arayışta olmak, bir kere harika bir şey. Meraklı olmak harika bir şey. İnsanın kendi rahat ortamından çıkıp “rahatsız” olması iyi bir şey. İnsanın kendini geliştiren bir durum bu. Hepimiz böyle yapmalıyız. Bir rahata çok fazla alışmamalıyız. Gerçekten ne istediğimizi, ne hissettiğimizi yüzde yüz anlamadan bir şeyi kabul edip sırtüstü yatmamak gerektiğini düşünüyorum. Yani bu rahatsızlık arayışı, bizi geliştiren bir şey. O yüzden de yollarını bulmamız gerekiyor. Arayışta olmak iyi bir şey yani, özetle bunu söyleyebilirim.