21. Filmekimi: Decision to Leave üzerine

Güney Koreli sinemacı Park Chan-wook’un romantik suç öyküsü, 75. Cannes Film Festivali’nden “En İyi Yönetmen” ödülüyle döndü. The Handmaiden / Ah-ga-ssi (2016) sonrasındaki ilk uzun metrajı Decision to Leave / Heojil Kyolshim ya da tercüme başlığıyla Ayrılma Kararı, -doğal olarak- önümüzdeki yılın Oscarlarında uluslararası kategoride Güney Kore’yi temsil eden yapım olacak. Yönetmenin keskin ve yoğun üslubunu koruyup, romantik gizem hikâyelerine dair klişeleri tek tek kendi süzgecinden geçirdiği, mizahı da katiyen eksik tutmayan film, 30 yıllık kariyeri süresince bunları çoktan kanıtlamış olmasına rağmen Park’ın sonu gelmez maharetine ve engin duyarlılığına tekrardan tümüyle hayret ettiriyor.

Bu yazı, filme dair kimi sürprizbozanlar içerebilir.

Zaman dilimi ve mekân 

Günümüz. Güney Kore’nin Busan şehri ve Ipo bölgesi; iki yıla yakın bir zaman dilimi.

Konu nedir?

Uykusuzluk hastası dedektif Hae-jun (Park Hae-il), dağlarda şaibeli koşullar altında hayatını yitiren birinin eşi olan esrarengiz Çinli göçmen Seo-rae’ye (Tang Wei) karşı takıntılı bir ilgi duymaya başlar. Şüpheli kadın ve dedektif arasında gelişen tekinsiz ilişki, cinayete dair detaylar su yüzüne çıktıkça gittikçe daha karmaşık bir hâl alacaktır.

İzlemeden önce bilinmesi gerekenler

-Film, Park Chan-wook’un uzun soluklu iş birlikçisi Jeong Seo-kyeong ile kaleme aldığı senaryolardan bir tanesi. Yazım süreci, yönetmen Londra’da The Little Drummer Girl dizisini çekerken başlıyor.

-Sıkça bahsi geçen ve dinlenen “The Mist” parçası, Koreli folk müzisyeni Jung Hoon Hae’ye ait ve Park Chan-wook’a Decision to Leave’i yazmak için ilham veren eser olmuş.

-Yönetmenin, filmlerinde görüntü yönetmenliği yapmış Chung Chung-hoon ile çalışmadığı ilk yapım Decision to Leave. Bir diğer popüler Koreli sinemacı Bong Joon-ho’nun Parasite ve Okja filmlerinde kamera operatörlüğü yapmış sinematograf  Kim Ji-yong ekibe katılmış bu sefer. 

İlk intiba?

Sanırım ilk “ilk intibam”, Decision to Leave ile asıl amaçlananın plot twistlerin etkili şekilde şaşırtması değil. Herhangi bir noktada Seo-rae’nin suçsuz olduğuna inanmıyoruz zaten. Dedektif Hae-jun’un Seo-rae odaya girdiği anda nasıl değiştiğini, ondan nasıl etkilendiğini gördüğümüz andan itibaren, kameranın arkasındaki kadının dedektif üstündeki gücü tüm etkisiyle bütün filme zerk ediyor. Mesele Sae-jun’un suçlu olup olmadığı değil; suçlu olduğunun ne zaman ve nasıl doğrulanacağı, o kadar. İlk yarısı boyunca alışılageldik “femme fatale şüphelisine tutulup ahlakı bozulan dedektif” mecazlarında “Sen daha dur” dermişçesine ilerleniyor. İlk kısmın gayet jenerik, sadece müstehcen olmayan bir Basic Instinct (1992) türevi gibi akması, yönetmenin bu işinin filmografisine yakıştırılan 8.0 ve üstü IMDB puanlamalarından daha azına layık görülmüş olmasının sebebi belki de. Park Chan-wook denince akla gelen filmler kadar vurucu bir yapımla karşı karşıya değiliz. Yine de Decision to Leave’in, yakın zamanda noir ya da suç janrına mensup elementleri görsel boyutta en orijinal ve etkin biçimde ele almış işlerden biri olduğu kesin. Özellikle ikinci yarının twistleri, izlerken onları az çok bekliyor olmamıza rağmen hep etkileyici. 138 dakikalık sürenin de -ki bu süre de filmdeki kilit bir detaya dair kocaman gülümseten bir gönderme- nasıl geçtiğini anlamıyoruz pek.

Başlangıcından itibaren Vertigo’ya (1958) da güçlü referanslarda bulunan yapımın yüzeyinde girift bir dedektif ve suç hikâyesi olsa da çekirdeğinde, birbirine beslediği takıntılı duyguların esiri, zıt kutuplardaki iki karakterin olduğunu söyleyebiliriz. Yüzeyde olanlar -ki fazlasıyla detaylı işlenmiş, her suç dramasında görmediğimiz ve bu bakımdan çok yenilikçi / yaratıcı bir yolla akıllı teknolojinin de hikâyenin büyük bir parçası olarak öyküde yer aldığı biçimde- sebebiyle aralarına dağlar giren ama esasında bu iki insanın arasındaki mesafeyi irdeleyen bir öykü. İmkânsız ve kaçınılmaz olarak trajik sonlanan bir aşk hikâyesi. 

Doğrusal olmayan anlatım, çok katmanlı olay örgüsü, smash cutlar, match cutlar, cross-cutlar… Bunlar hâlihazırda yönetmenin her yeni filmiyle izleyenine tekrardan hatırlattığı, ustalığını vurguladığı şeyler. İmgeler her zamanki gibi çok güçlü; semboller, kendisinden zaten aşina olduğumuz büyük hassasiyet ve düşünceyle işlenmiş. 

Ayrıca neyi sevdin?

Hae-jun’un sırasıyla Busan ve Ipo’daki iki iş partnerini de ayrı ayrı sevdiğimi eklemem lâzım. Filmin “comic relief” ihtiyacını iki misli karşılayan iki muhteşem karakter.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Karakterleri intibadan ayrı bir maddede ele almak biraz sıkıntılı aslında. Çünkü hikâyenin bütünü, gücünü bu iki karakterin karşılıklı duruşundan, ikisinin de yarattığı ya da çoktan içinde bulundukları zıtlıktan alıyor. Filmde mevcut dağ ve deniz imgesi de bu zıtlığı iyice vurgular nitelikte. Birer parçası oldukları vakanın kapsamında saplantılarla, yanlış izlenimlerle, kandırmalar ve kanmalarla, büyük fedakârlıklarla dolu bir ilişkide birbirlerine besledikleri duyguların, öyküde açığa çıkan sırlarla dönüşme biçimi; filmin tüm suç-gizem kısmı, hep birtakım durumsal tezatlıklar üzerinden kurgulanmış ve bu şekilde sürdürülmüş bir dinamiği çevreleyen detaylar gibi aslında. Hikâyede belli bir eşik atlandığında karakterler için her şeyin tümüyle tersine döndüğü ama bir yandan da yine aynı kaldığı çok acayip ve yürek burkan bir hâl söz konusu. Birbirlerini besleyen, tamamlayan, tümüyle perişan eden iki güce ait rollerin karşılıklı değişimi ve iki kutup arasındaki kat edilmesi imkânsız mesafe… 

Bunu seven şunları da sever 

The Handmaiden, Thirst.

Formu dolduran: Zeynep Naz Günsal