Aynı oda, başka manzara: Squid
Röportaj: Cem Kayıran - Fotoğraf: Michelle Helena Janssen
Brighton çıkışlı Squid, attığı adımların izini sürmenin fevkalade bir heyecana sebep olduğu, müstesna gruplardan biri. Kulaklarını sıklıkla çınlattığımız Dan Carey’nin Speedy Wunderground ailesinin bir parçası olan Squid, 2018 çıkışlı ilk EP’sinden bu yana kompleks ve yapıbozumcu bir bestecilik üslubuyla hareket etti. Bright Green Field (2021) ve O Monolith (2023) adlı Warp etiketli iki albüm, sonik tasarımlarının yanı sıra beşlinin hem ses paleti hem kompozisyon anlamında ne denli açık fikirli olduğunun ispatı niteliğinde. Ürettikleri müziği etiketlemeye çalışmak da nafile.
Ollie Judge, Anton Pearson, Louis Borlase, Arthur Leadbetter ve Laurie Nankivell’dan oluşan Squid’in yolunun İstanbul’a düşmesi için sabırsızlanıyorduk doğrusu. Nihayet bu ilk buluşma, 5 Ekim akşamı Blind sahnesinde gerçekleşecek. Squid öncesi sahne, geçtiğimiz yılın sonlarında PLASTİK adlı albümünü yayımlayan Yangın’ın. Biletler burada.
Konser öncesi Squid üyeleri Ollie ve Anton’la bir sabah sohbeti için buluştuk. Önce biraz yaratıcı dinamiklerini, parçası oldukları sahne ile bağlarını, son albümde parmağı olan John McEntire’ı konuştuk. Ardından favorilerimizden beş Squid şarkısını ikiliyle birlikte kurcaladık. Ha, bir de müjdeli bir haber aldık.
Kelimenin tam anlamıyla çok yönlü beş müzisyenden oluşuyor Squid. Yaratıcı süreçte buluştuğunuz ortak zemini nasıl tanımlıyorsunuz? Grup içinde bir görev dağılımı söz konusu mu örneğin?
Anton Pearson: Her şeyi birlikte yapıyoruz, tüm şarkıları aynı odada ve bir arada yazıyoruz. Bir “lider”imiz ya da her birimizin sahiplendiği spesifik rollerimiz yok. Akış kendi doğasında gerçekleşiyor. Müzik kısmını tamamladıktan sonra Ollie sözleri yazıyor. Herkesin dilediği gibi enstrüman değiştirip yeni şeyler denemekte özgür olduğu, kesinlikle hiyerarşik olmayan bir disiplinimiz var. Bunun yaratıcılığımızı genişlettiğini düşünüyorum.
Ollie Judge: Anton çok iyi özetledi. Sözler dışındaki her şey, beşimizin aynı odada olduğu durumlarda ortaya çıkıyor. Bazen çok hızlı ve organik bir şekilde şarkı yazabiliyoruz. Kimi zaman da bir şeyler çalışmadığı için kafamızı duvarlara vurmamız gerekebiliyor. Bir rutinimiz olduğunu söyleyemem, çok rastgele şekillerde ilerliyor. O spesifik anda hayatımızda neler olup bittiği ile doğrudan ilişkili tabii. Kafamızı hiçbir şeyin meşgul etmediği senaryolar muhtemelen müziğe odaklanmak için daha verimli oluyor. Keşke bir rutinimiz olsaydı, bu birçok şeyi gerçekten kolaylaştırırdı.
Uzaktan bakıldığında İngiltere’nin müzik sahnesinde son yıllarda büyük bir hareketlilik görülüyor. Siz bu ivmelenmenin bir parçası gibi hissediyor musunuz? Söz konusu sahneye ya da yaşadığınız yere karşı bir “aidiyet” deneyimlediğinizden bahsedebilir miyiz?
Anton Pearson: Sanırım buradaki müzik sahnesini, her şeyden önce dinleyici perspektifinden takdir ediyoruz. Hep çok iyi konserlere denk gelebiliyorsun. Etrafta iyi stüdyolar, mekânlar var. Çok moral bozucu tınlamak istemem ama sahne, hepimizin bir arada olduğu ve sürekli bir şeyler paylaşıp kayıtlar yaptığı bir ortam değil. Okuduğumuz romanlar hakkında konuşmuyoruz mesela. İnsanların bizi kıyasladığı gruplar var. Onları da tanıyoruz ama çok yakın arkadaşlar değiliz. Festivallerde, konserlerde denk geldiğimiz için tanışıyoruz. Hemen hemen hepsi de çok iyi insanlar, her karşılaştığımızda sohbet ediyoruz. Ama yaratıcı alışveriş beşimiz arasındakiyle sınırlı. Başka grupları dinliyor olmamızın getirisi olarak, müziğimizde bir anlamda onlarla etkileşime giren unsurlar olabilir. Bunun da bilinçli olmadığını düşünüyorum. Hatta yapmak istediğimiz şeyin başka gruplar tarafından da yapıldığını hissetsek bundan huzursuz olurduk.
Dan Carey, Squid serüveninin en başından beri grupla beraber. İkinci albüm O Monolith’le birlikte denkleme size gerek Tortoise külliyatı gerek başkaca işleriyle çokça ilham verdiğini düşündüğüm John McEntire da katıldı.
Ollie Judge: Onunla çalışabilmiş olmak harikaydı. Miks ve prodüksiyon konusunda gerçekten muhteşem. Biraz içine kapanık ve alçakgönüllü biri. Onca efsane albümün ardındaki kişi olduğunu aklınıza getirtmiyor yani. John’la çalışmak konusunda beni çok cezbeden şeylerden biri hiç egosu olmaması. Yaptığı şey de çok iyi olan harika biri ve üretimi çok çeşitleniyor. Harika bir post-rock grubu albümünün prodüksiyonunu da yapabilir, bir saatlik modüler synth kompozisyonunun da. Çok çeşitli ve zengin bir CV’si olması da epey ikna ediciydi bizim için.
Ortaklığınızın devamı da gelir umarım. Yeni bir albüm ya da benzer bir planınız var mı henüz bilmiyorum tabii.
Anton Pearson: Bu konuda bir şey söylemeye iznimiz var mı, emin değilim.
Ollie Judge: Hahaha! Albüm bitti, bunu söyleyebiliyoruz bence. En azından bazı insanlara söyledik şimdiye kadar.
Peki Warp gibi janrlar ötesi, pek çok nesle ve müziğe ilham vermiş bir etiketin kataloğunun bir parçası olmak size ne ifade ediyor?
Anton Pearson: Warp’tan onlarla çalışmamız için bir teklif aldığımızda çok sevinmiş ve şaşırmıştık. Şanslı ve ayrıcalıklı hissetmiştik doğrusu. Bir sürü farklı tarzda müzisyen ve grupla çalışan böylesi bir etikette olmak mutluluk vericiydi. En çok elektronik müzikle anılsalar da çok iyi caz ve deneysel işler de var kataloglarında. Bizim için esas ilham kaynağı da bu zaten. İşin “grup olmakla ilgili” kısmını hâlledebiliyoruz sonuçta. Başka alanlardan ilhamlar bulabilmek en önemlisi. Warp’un parçası olarak da işin büyük kısmını kendimiz yapıyoruz ama müziğimiz için harika bir ev olduğunu düşünüyorum. Ekipteki herkes harika insanlar. Teklif de iyiydi tabii ki! Evet dememizi kolaylaştıran çok şey vardı yani.
Geçtiğimiz haftalarda uzun bir aranın ardından kendi plak şirketiniz INK’ten Harry Irvine’ın projesi The Big Fuss Ensemble’ın yeni albümünü yayımladınız. O tarafta nasıl bir işleyişiniz var? Planladığınız başka albümler var mı?
Ollie Judge: Squid’in baştan sona bir albümü yazması, kaydetmesi, miks ve mastering’ini yaptırması yaklaşık iki yıl sürüyor. Müziği hazırlayıp hızlıca internete salabileceğin bir alanının olması iyi bir şey. Belki o kadar fazla insana ulaşmıyor ama bu o kadar da önemsediğimiz bir şey değil.
Anton Pearson: Orayı biraz daha gayriresmi tutmak istiyoruz sanırım. Kesinlikle daha fazla yayınımız olacak ama üzerimizde yeni bir şeyler çıkarmak için bir baskı yok. Hepimiz başkaca müzikler üzerine çalışıyoruz. Bazen bir şeyleri yayımlayana kadar bitmiş gibi hissetmediğin olabiliyor. Bu anlamda hazır olduğunu düşündüğün an bir albümü yayımlayabilmek yaratıcılığı da iyi etkileyebiliyor. İlk yayınımız benim hazırladığım bir EP’ydi. O müziğim tamamlandığını ve artık geri dönmem gerekmediğini hissettirmesi açısından çok iyiydi. Dinlemiş olan birileri var mı, bilmiyorum tabii.
Ollie Judge: Hey! Birileri her hafta albümü almaya devam ediyor.
Anton Pearson: Ah, gerçekten mi? O zaman parası kime gidiyor?!
Ollie Judge: Bununla ilgili başka bir zaman konuşacağız… Ama merak etme, yine aynı havuza gidiyor!
Anton Pearson: Şaka bir yana evet, INK’ten kesinlikle daha fazla şey gelecek. Bir yandan da iki yıl boyunca hiçbir şey çıkarmayıp bir ay içinde 17 albüm yayımlama özgürlüğümüz olan bir şey olduğunu bilmek güzel.
Nihayet İstanbul’da bir konser vereceksiniz. Uzun zamandır bekliyorduk. Sizi en çok ne heyecanlandırıyor bu konsere dair?
Ollie: Her şeyden çok İngiltere’den birkaç günlüğüne çıkmak için sabırsızlanıyorum sanırım. İstanbul’a biraz küçükken gelmiştim ve çok sevmiştim. Bir elma çayı var hatırladığım, bir de sürekli seni kandıran dondurmacıları. Bu sene o kadar da çok konser vermedik aslına bakarsan ve orada çalabiliyor olduğumuz için çok heyecanlıyız, bizim için de yeni bir yer.
Anton: İstanbul çok enteresan bir yere benziyor. Bir şehre ilk kez gittiğimiz zaman farklı bir enerjiyle doluyoruz. Hâliyle sabırsızlanıyoruz.
Şarkı Şarkı: Squid
Squid diskografisinden üzerine konuşacak beş şarkı seçmek zordu ama vaktimiz sınırlıydı.
“Broadcaster”
(Mayıs 2020 – Sludge/Broadcaster)
Bu şarkıyla başlamak zorundayım, çünkü pandeminin başlarında dinlediğimizden bu yana evimizin vazgeçilmezi.
Ollie Judge: Şarkıyı yazarken hiç sevmemiştim, kayıtların bir aşamasına kadar hatta. Bu yıl konserlerimizde yer vermeye başladık. Şimdi çalmayı en sevdiğim şarkılarımızdan biri. Kayıtlı hâlini de artık epey seviyorum. Eskiden beni yakalamayan şey, neydi, bilmiyorum doğrusu. Isınamadığın bir şarkının yıllar sonra favorilerinden biri olması komik ve güzel bir şey. Bir yandan da işin kendisini sürekli heyecanlı kılıyor.
Anton Pearson: Ben o şarkıyı hep seviyordum.
Ollie Judge: Tabii ki, biliyorum.
Anton Pearson: Kaydetmemizin ardından gerektiği sevgiyi görmediğini düşünüyorum. Çünkü yayımlandığında COVID dönemiydi, sürekli konserler verdiğimiz bir zaman değildi. Ardından başka şeylere yöneldik, bir albüm kaydetmeye giriştik ve “Broadcaster”ı sonra hiç çalmadık. Bu yıl geri getirdik ve açıkçası setlist’imizin en kendine özgü şarkılarından biri bana kalırsa. Buna benzer başka bir şarkı daha yazmadık. Diğer şarkıların dolduramadığı bir boşluğu dolduruyor. Konserlerde Ollie’nin davulun başından kalkıp kollarını biraz dinlendrmesi için de iyi bir fırsat oluyor.
“Pamphlets”
Benim için bir COVID marşı bu. O zamanlar duymuş olmanın ötesinde yaşattığı sıkışmışlık hissiyle de tam olarak o dönemin ruh hâliyle özdeşleşiyor. Keza Raman Djafari harikası klibiyle de. Her şey bir yana zımba gibi bir kapanış şarkısı.
Ollie Jude: En eski şarkılarımızdan biri. İlk albüm için kenara ayırmıştık. Altı yıl önce yazmış olmalıyız. Hepimiz o şarkıyla inişli çıkışlı bir aşk yaşıyoruz. Karşı konulamaz bir çalma isteği uyandırıyor çünkü her çaldığımızda seyirciler tam anlamıyla kendinden geçiyor. Festivallerde çalması çok eğlenceli. Ne zaman çalmayı bırakırız, gerçekten bilmiyorum.
Anton Pearson: Çok uzun zaman önce yazdığımız için nasıl bir ortamda yaratıldığını hatırlamakta biraz zorlanıyorum. Müzisyen olarak daha erken zamanlarımızın ürünü. Bir şarkının nasıl bitmesi gerektiğini bilmiyorduk, o yüzden sürekli yeni bölümler eklenerek uzayıp gidiyor. O da güzel ama bir şeyleri kısa tutmayı ya da çok fazla tekrara girmemeyi öğrendik.
Ollie Judge: Konserlerde setlist’e bakıp son şarkıya geldiğini görünce bir rahatlıyorsun ama sonra o şarkının “Pamphlets” olduğunu görüp 10 dakika olduğunu hatırlıyorsun… Ah! Tam anlamıyla bir antrenman yaptırıyor.
“Peel St”
Bu şarkının açılışındaki groove favorilerimden. Biraz Mirrored zamanı Battles tatları var. Ama sonrasında yine çok farklı kıvrımlar ve bölümlerle yayıldığı alan alabildiğine genişliyor.
Ollie Judge: Bu çalması daha eğlenceli şarkılardan biri. Bir sürü katmanı var ve gittikçe daha gergin bir hâl alıyor. Dengesiz bir akışı var. Uzun zamandır çalmadık onu da. Bright Green Field için yazdığımız son şarkıydı. Bir anlamda ilk albüm ve sonrasında gelen müzikler arasında bir köprü görevi görüyor. Çıldırtıcı bir şarkı olmasını seviyorum. Şarkının her bölümü inanılmaz derecede yoğun.
Anton Pearson: Albüm kayıtlarını bitirmeden önce Chippenham’daki bir pub’a bir süreliğine kapanıp henüz bitmemiş şarkılar için çalışmıştık. O groove da orada çıkmıştı. İki gün boyunca bahsettiğin groove’u çaldığımızı hatırlıyorum. Pub’ın dış duvarlarını boyayan bir kadın vardı ve onun muhtemelen hayatının en zor zamanlarını geçiriyor olduğunu düşünmüştüm. Mükemmel hâle getirmesi çok uzun sürmüştü. Benim de çalmayı en sevdiğim şarkılardan biri. Şarkı boyunca sürekli olarak altlarda olan bir wah pedalı kullanıyorum ve muhtemelen gitardan çıkardığım en çılgın seslerden birini mümkün kılıyor. Genelde yumuşak şekilde çalmaya niyetli oluyorum ama sıra “Peel St”e geldiğinde, bu kulak zarlarını patlatma zamanı demek.
“America!”
Bu bir Bill Callahan cover’ı. Orijinal şarkının cool hâlini koruyarak bir Squid işine dönüştürmeyi başarmışsınız. Nasıl çıktı ortaya? Neden bu şarkı?
Ollie Judge: Birilerinin bize bu cover’ı yapmamız gerektiğini söylediğini hatırlıyorum. Şarkı bizim seçimimizdi ama bir CD için bir cover kaydetmemiz gerekiyordu. 2020 sonlarında, Trump-Biden seçiminin olduğu geceydi ve Amerika’yla ilgili bir şarkı seçmenin komik olacağını düşünmüştük. Kayıttan bir süre sonra da ABD turnesine gidiyorduk. Bill Callahan ekipçe favorilerimizden. Onun müziğini daha enerjik bir yapıda duymak eğlenceliydi.
Anton Pearson: Bizim için bu tarz bir şey seçmek kolay olmuyor. Yani hepimizin seveceği ve üzerine bir şey ekleyebileceğimize hep beraber hemfikir olduğumuz bir şey bulmak. Bu şarkıya dönüşmüş olmasından ve bize bunun teklif edilmesinden dolayı mutluyum.
Ollie: Albümü bir konserinden sonra Bill Callahan’ın merchleriyle ilgilenen kişiye vermiştim. Ama sonra hiçbir şey duymadım.
Peki ya Bill Callahan sizin bir parçanızı coverlayacak olsaydı?
Ollie Judge: (Bill Callahan sesiyle) “Pamphlets on my door…” Haha! Sanırım “Match Bet” onun için iyi bir opsiyon olurdu. Ya da “The Cleaner” belki? Kesinlikle çok fazla sözü olan bir şarkı olmalı.
“Undergrowth”
Bir başka çılgın Squid groove’u ve devamında sanki şarkı içinde birden fazla gelgit yaşanıyor. O Monolith’in başladığı ve bittiği yer arasında dinleyiciye bir mesafe kat ettiğini hissettiren parçalarından.
Anton Pearson: Bizim için basları synthesizer’dan çalmak nadir yaşanan bir durum. Geri kalanımıza daha tiz alanlarda bir şeyler yapmak için olanak sağlıyor. Bence ilk albümde ya da daha önceki zamanlarımızda bu şarkıyı yazamazdık. Birbirimize alanlar tanımak ve farklı kısımları akıllıca iç içe geçirmek konusunda olgunlaştığımıza inanıyorum. İlk zamanlarda sürekli birbirimizin üstüne çalıyorduk ve birbirine benzer tuhaflıklara yöneliyorduk.
Ollie Judge: Özellikle ilk kısmındaki hip hop groove’unu çok seviyorum. Canlı çalmaya başladığımızda insanların bopladığını gördüğümü hatırlıyorum. Bu bizim için yeni bir dinleyici tepkisiydié Bir gün Warp’un bu şarkı için Danny Brown’dan bir remiks sipariş edeceğini hayal ediyordum. Belki hâlâ iyi bir fikirdir. Kesinlikle kataloğumuzun benzersiz şarkılarından biri.
Şarkıya eşlik eden bir video oyunu da var. Sizin oyunlarla aranız nasıl? Bir video oyunu için müzik yapmak gibi bir hayaliniz var mı?
Ollie Judge: Ben çok fazla oyun oynuyorum. Şu sıralar arkadaşım Josh’la her perşembe akşamı Resident Evil 4 oynuyoruz. “Undergrowth” için bir oyun yapmak da çok eğlenceliydi. Bir video klip yapmak yerine bunu tercih etmiştik.
Anton Pearson: Video oyunu müziği yapmayı da kesinlikle çok isteriz. Ama biliyorsun, burası cover dünyası gibi değil; henüz kimse bizden bunu istemedi! Roadside Picnic’in (Uzayda Piknik) sesli kitabını dinledim yakınlarda. O da oyuna uyarlandı, değil mi? The Final Station, kısmen bu oyuna dayanıyor. Onun gibi bir şey elbette zevkli olurdu.