Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin ardından: 3 filme bakış

Yazı: İlayda Güler

16-21 Eylül’de ilki düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali, Şubat 2022’de kurulan Seyir Derneği’nin eliyle hayat buldu. Etkinliğin direktörlüğünü, derneğin kurucusu olmasının yanı sıra geçmişte İstanbul Film Festivali yönetiminde de görev alan Azize Tan üstlendi. Bağımsız sinemayı destekleyen geniş bir seçki sunan festivalin ardından, programda yer alan üç filme dair notlar aldık.

Bu yazı, filmlere dair kimi sürprizbozanlar içerebilir.

One Fine Morning

Yönetmen: Mia Hansen Løve

Things To Come, Eden, Goodbye First Love, Bergman Island gibi yapımlarla seyircisine, gündelik hayat manzaralarında incelikli keşifler yaptırdığı, gösteriş kaygısı gütmeyen, sihrini sadeliğinde bulan bir filmografi inşa etti Mia Hansen Løve. Geçtiğimiz mayısta Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterilen yeni incisi One Fine Morning’te de bu dile sadık kalıyor. 

Filmin merkezinde Léa Seydoux’nun göz alıcı performansıyla canlanan Sandra karakteri yer alıyor. Eşini yıllar önce kaybetmiş, küçük kızıyla birlikte Paris’te yaşayan bir tercüman olan Sandra, bir yandan nörodejeneratif bir hastalıktan muzdarip babasının hafızasından siliniyor olmanın yasını tutarken, diğer yandan uzun zamandır hissetmediği tutku ve arzuyu, bir başkasıyla evli olan eski arkadaşı Clément’da buluyor. 

Bir felsefe profesörü olan babanın artık yalnız kalamayacak durumda olduğu için bir bakım evine yerleştirilmesi gerekince, kendisine ait bir ev dolusu kitapla sarılıyor etrafımız. Öğrendiği, öğrettiği, düşündüğü birçok şey onun zihninden uçup gitmiş olsa da fiziksel bir yığın hâlinde öylece duruyor aslında ve başka insanlarla yaşamaya devam edecek; bellekle ne hoş bir ilişkilenme biçimi diye düşündürüyor. Film, tıpkı bunun gibi pek çok zarif bağlantı ve yeteri kadar bilgi vererek ördüğü incelikli karakterleri sayesinde hayatın çelişkileriyle tesiri yüksek karşılaşmalar yaşatıyor. Bu bakımdan genel hissi Isabelle Huppert’li Things To Come ile oldukça yakın seyretmekte.

Sandra için çok sevdiği babasıyla vedalaşma ânının giderek yaklaştığıyla yüzleşmek kadar, Clément’ın eşiyle kendisi arasında mekik dokumasını kabullenmek de zor elbette. Bir insan, kaybın ve aşkın yakıcılığı karşısında kendini nasıl ve ne kadar koruyabilir? Hep bir ağızdan söylenen neşeli bir şarkıyı neden tamamlayamaz ya da uzun ve hırpalayıcı bir bekleyişin ardından gelen “Seni seviyorum” mesajına niçin kayıtsız kalamaz? Mia Hansen Løve, yanıt verip noktayı koymaktansa kalbin içine sızan kısa anlar aracılığıyla izleyiciyi hem bir his bulutuna hapsedip hem de yarattığı yeni sorularla düşüncenin alanını genişletiyor. Başından sonuna kadar kent yaşamını etkileyici bir görsel estetikle sunan filmin final sahnesinde Paris’in güzelliğini deneyimlemek zevkli olsa da “Başka olasılıklar mümkün müydü?” diye sorduğumu söylemeden geçmeyeyim.

Tori et Lokita / Tori and Lokita

Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne

1999’da Rosetta ve 2005’te L’Enfant ile Altın Palmiye’ye uzanan Belçikalı yönetmen ikilisi Dardenne kardeşlerin bu sene, pek eli boş dönmedikleri Cannes’daki Ana Yarışma’dan 75. Yıl Özel Ödülü ile onurlandırılan yeni filmi, Tori et Lokita. Dardennelerin, sınıfsal engellerin gölgesinde, yaşam hakkını korumak için mücadele etmek zorunda kalan karakterlerin öykülerini scoring’e başvurmaksızın, omuz kamerası marifetiyle neredeyse belgesel gerçekliğinde anlatan işlerine bir örnek daha.

Tori et Lokita, Afrika’dan Avrupa’ya varan bir yolculukta karşılaşıp kardeş olmaya karar veren iki göçmen çocuğun öyküsü. Lokita’nın desteğiyle ulaştığı Belçika’da yaşayabilmek için gereken belgeleri elde eden Tori, onun da bu süreci tamamlayabilmesi adına aralarında kan bağı olduğunu kanıtlamaya yardım etmek istiyor. İşler ters gidince ikili, belgelere illegal yollarla ulaşabilmek amacıyla aynı zamanda bir restoranda aşçılık yapan bir uyuşturucu kaçakçısı için çalışmaya başlıyor. Lokita’nın hem Benin’deki ailesine göndermek istediği hem de kendisini Belçika’ya getiren insan tacirlerine borçlu olduğu parayı denkleştirmek için kenevir üretimi yapılan gizli bir mekânda hapsolmasını, Tori’den uzanan elle oradan kaçışı takip ediyor.

Film, savunmasız insanları yalnız bırakması yetmezmiş gibi sömürülmelerine sebep olan delikler de açan sistemle doğrudan yüzleştirmek, izleyenin oturduğu koltuktaki rahatını kaçırarak gerçek dünyaya dokunabilecek olasılıkları kovalamak niyetinde ve bu bakımdan elbette çok değerli. Fakat bu maalesef, damakta bıraktığı yavan tadı silemiyor. 

Kişisel hevesiyle anlamaya çalışanlar; Siyah, göçmen ve genç bir kadın olarak Lokita’nın ruhunu ele geçiren kaygıyı ya da Tori’nin duyguları yaşamayı bilmeyen ve ifade edemeyen mekanik hâlini duyumsar; bu çocukların masumiyetine reva görülen adaletsizlik karşısında nefesler daralır tabii. Ancak filmin, izleyiciyi içeride tutmak için sarf edilmiş çabaya dair tereddüt uyandırarak empatiyi seyircinin inisiyatifine bırakması, amacından bir miktar saptığını düşündürüyor. Yer yer etkileyici seçimlerle karşılaştırsa da bir sonraki durakta bahsi geçecek “sinemasal büyü”yü yeterince hissettirmeyen, ne sıkıcı ne de akıcı bir yapım Tori et Lokita.

Aftersun

Yönetmen: Charlotte Wells

“Bu film hakkında ne yazmak, okuyanı benim kadar heyecanlandırır?” diye düşünüp durdum ve onu, tıpkı kendisi kadar kişisel bir yerden, günlüğüme yazar gibi anlatmaya karar verdim. Seyrimin üzerinden birkaç gün geçmiş olmasına rağmen kesik kesik sahnelerle ansızın zihnimde beliriyor; beni saçımdan tutup her defasında başka bir duyguya bandırıyor. Bir film olmaktan öteye gidip, mesele ettiği hafıza kavramı üzerinden, karakterinin deneyimini seyircinin üzerinde sürdürmesi çok etkileyici. İki yapımı arka arkaya izlemiş olmanın bu kıyastaki etkisi aşikar ama Tori et Lokita’da bulunamayan “şey”i fazlasıyla veren bir iş Aftersun. İzlerken bir tür büyüye kapılıp, o an belirli bir mesafeden, iki boyutlu bir perde üzerinde akan bir anlatıyı takip ettiğinizi unutacak; her birinin titizlikle örüldüğü çok açık olan detaylarını büyük bir zevkle keşfederken, “Sinema iyi ki var!” diyeceksiniz.

İskoç yönetmen Charlotte Wells’in ilk uzun metrajı olan film, çocuk oyuncu Frankie Coiro ve Paul Mescal’in muazzam performanslarıyla bir baba kız hikâyesine yakından bakıyor. Odakta, çok genç yaşta baba olmuş, çocuğunun annesiyle yollarını ayırmış Calum ve ilkokul çağındaki kızı Sophie’nin Muğla’da geçirdiği birkaç yaz günü var. Sarı bileklikleri, Macarena dansıyla 90’lar ya da 2000’lerin başında çocuk olanları direkt yakalayacak “her şey dâhil” tatil konseptli bir otelde birlikte güzel vakit geçiren, birbirini çok seven iki insanı acele etmeden tanıtmaya başlıyor film. Zaman geçtikçe anlaşılıyor ki Calum önlenemez şekilde yaşamdan giderek kopuyor; “gerçekten” yapamadığına, günleri sürdüremediğine ikna ediyor. Sophie ise masum bir çocuk olarak hayatı keşfetme, bir adım ileri gitme arzusuyla dolup taşmakta. Yüzeye pek çıkmasa da ikisi de birbirine dair kaygılar besliyor; tüm bu anlar küçük Sophie’nin çektiği video görüntüleri ve yetişkin Sophie’nin zihninden süzülenleri birleştiriyor.

Charlotte Wells, diyalog yazımında da oldukça becerikli ancak daha çok, yakın planlarda kullandığı imgeler, konuşulmayan anlarda oyuncularından aldığı tepkiler ve aynı temayı vurgulamak için seçtiği şarkılar aracılığıyla çok sezgisel bir sinema dili yaratıyor. Aftersun’ın büyük kısmı derinden yankılanan bir huzursuzluk içinde neler olduğunu, Calum’un depresyonunun sebebini anlamaya çalışmakla geçiyor. Paul Mescal’in “Under Pressure”lı dansı ve belirmek üzere masaya bırakılan polaroid kâğıtlı sahneyle birlikte film, deyim yerindeyse kopuyor. 

Seyircinin Aftersun’a, Sophie’yle Calum’un ise birbirine veda ettiği müthiş finale kadar bünyeyi anlatması zor hislerle kuşatıyor film. Arka sıralardan gelen burun çekme sesleri ve ekran karardıktan sonra çalmaya devam eden dokunaklı yaylı armonileri eşliğinde, ağaçlarla çevrelenmiş bir amfinin ortasında kafamı kaldırıp, az sonra ışıklar açılınca kaybolup gidecek yıldızları seyre dalmak, az önce izlediğim şeye başka bir anlam kazandırıp o geceyi bende unutulmaz kıldı. İzleyen herkese benzer tecrübeler yaşatması dileğiyle…