Hırs, ihtişam ve katıksız hedonizm: Babylon üzerine

Hollywood’un “wunderkind”i Damien Chazelle’in dördüncü uzun metrajı Babylon, çeşitli gecikmelerin ardından nihayet vizyona girmişken, yönetmenin kariyer spektrumuna ve seçimlerine yakından bakmak; özellikle filmin duruşu, mesajı ve genelgeçer kalitesinin nereden ele aldığınıza bağlı olarak ciddi değişiklikler gösterebildiği düşünüldüğünde, artık hepten önemli geliyor. Çünkü kendisinin giriştiği en hırs güdülü, en kaotik, en uç, en mesaj endişeli, en uzun ve en fazla yıldız barındıran filmi var önümüzde. 15 yıldır üstüne çalıştığını dillendirdiği projenin bünyesinde Brad Pitt, Margot Robbie, Diego Calva, Jean Smart, Jovan Adepo ve Li Jun Li’nin yanı sıra Flea, Olivia Wilde, Samara Weaving, Rory Scovel ve Tobey Maguire gibi çeşitli konuk oyuncular da yer alıyor.

Bu yazı, filme dair kimi sürprizbozanlar içerebilir.

Zaman dilimi ve mekân

“Kükreyen” 20’lerin ortalarından başlayıp, bir noktada kendimizi 1952’de bulduğumuz, sonrasındaysa geçmişten günümüze sinema tarihinden ikonik kimi filmler arasından geçtiğimiz bir zaman dilimi; mekânımız ise Los Angeles.

Konu nedir?

Çoğunlukla Jack Conrad (Pitt), Nellie LaRoy (Robbie), Manny Torres (Calva) ve Sidney Porter (Adepo) karakterleri üzerinden sinemanın ilk yıllarında ün, para ve yaratıcı haysiyet yolunda herhangi bir açıdan asimile olmak durumunda kalan, buna bir noktada direnen ya da sadece doğrudan yozlaşan insanları ve bunların meydana getirdiği dağınık bir ekosistem olarak sektörü konu alıyor film. Seyirci perspektifini temsil eder nitelikteki Manny’nin, göçmen bir çalışan olarak prodüksiyon amirliğine yükselme hedefi esnasında delicesine tutulduğu Nellie ve sektörün jön aktörü Jack’in yollarının kesişmesi işlenirken; birbirinden abes olaylar ile bu karakterlerin hayallerinin gerçekleştiği ve tümüyle tükendiği durumlar da anlatıda yer ediniyor.

İlk intiba

Fazlasıyla hareketli senaryonun -tıpkı kimi karakterleri tanımlar şekilde- aşırı hırstan muzdarip ve biraz da ukala kaçabilen bir metin olduğunu hissediliyor. Chazelle, sektörde en yeni olduğu dönemlerde bile aynı ölçüde iddialıydı fakat bu sefer ipin ucu biraz kaçmış sanki. Her ne kadar Babylon zaten bunu -abartının kendisini- daima gündeminde tutsa ve ve tüm konseptini bunun üzerinden inşa etmiş olsa da…

La La Land’in meseleleri bu sefer çok daha karamsar bir bakış ve üslupta işleniyor, onun temiz ve cilalı imajına aykırı bir film yapmaya özellikle uğraşıldığı daima hissediliyor. Chazelle’in teknik kabiliyetini belli ettiği kimi tercihlerinden etkilenip, kimilerinin ise fazla zorlama geldiğini düşünürken buldum kendimi. Çeşit çeşit insanı çevreleyen sektörün evrimine, sessiz filmlerden “talkie” yapımlara geçiş sürecine şahit olurken; kimi moral yükseltici anların yanı sıra, bitmek bilmez ve tam olarak neye hizmet ettiğini anlaması da biraz sıkıntılı bir kaotik olaylar silsilesi yaşıyoruz gibi. 

Sinemanın, yaratıcıları için bir şeyler rayına oturduğunda ya da işe yaradığında ne kadar büyülü ve mutluluk verici, ne yaparsan yap bir türlü işlemediğinde ise ne tür bir cehennem azabı olabildiğini vurgulamak esas işlevi olan Babylon; özellikle ilk 90 dakika boyunca fazlasıyla eğlenceli olsa da belirli bir yerden sonra -uzun süresinin de etkisiyle- bitmek bilmez, zor bir film hâline gelmeye başlıyor. Kimi nokta atışı içgörüler paylaşılan birkaç yerin yanında kimi idealist tiratların da eksik olmadığı filmde, karakterlerin beklendik sayılabilecek buruk sonlarının ardından gelen “sinemanın geçmişi ve geleceği” temalı montaj hakkında ise ne düşündüğümden hâlâ emin olamıyorum. Riskli bir seçim olduğu kesin; tam da bu yüzden yapılmış zaten.

En çok hangi sahneye yükseldin? 

Nellie’nin ilk set günü, diyebilirim. 1920’lerde bir kadın yönetmenle oyuncusu arasında başarılı bir yaratıcı diyalog görmek, ikisinin birbirinden nasıl beslendiğine şahit olmak çok hoştu.

Ayrıca neyi sevdin?

Besteci ve Chazelle’in daimi iş birlikçisi Justin Hurwitz’in kimi yerlerde kendi müzikal temalarını tekrarlar gibi olduğunu düşünsem de yine de döktürmüş; nitekim kendisi En İyi Orijinal Beste Altın Küre’sine de layık görülmüştü. İkiliden beklendiği standartta bir caz ama çok daha yeni bir sound.

Öte yandan görüntü yönetmeni Linus Sandgren de maharetini konuşturmuş.

Modunu nasıl etkiledi?

Eğlendirdiği oldu ama yordu da. 

Karakterlere dair

Seyirci perspektifini doğrudan temsil eden Manny’nin naif ama zeki, sektörde kendine bir yer bulmak isteyen umut dolu bir gençten, en az Nellie ve Jack kadar yozlaşmış birine dönüşmeye başladığını görmek iyiydi. Böyle bir değişim görmeyi beklemiyordum sanırım. 

Diğer yandan Nellie’nin çok tipik bir karakter olduğunu fakat Margot Robbie’nin aşkın bir iş çıkardığını düşünüyorum. Onun için aşırı yorucu bir süreç olmuş olmalı. Brad Pitt ise ikinci yarıdan itibaren bambaşka bir boyuta geçiyor.

Aslında her birinin az çok streotip olduğu söylenebilir. Karakterlerin asimilasyonu ve beklentiler karşısında yaşadıkları kimlik krizlerinin odakta olduğu metinde Brad Pitt, Margot Robbie ve Jean Smart dışında Diego Calva, Jovan Adepo, Li Jun Li de başarılı ve özgün performanslar gösteriyorlar. Özellikle Adepo ve Li çok dikkat çekici. Absürt raddede marjinalize edilen ve bunu idare etmek durumunda kalan karakterler olarak kendilerinden emin, ince ve hatırlanmaya değer icraları var.

Soru işaretleri/varsa açtığı tartışmalar…

Filmi, Paul Thomas Anderson’ın Boogie Nightsına (1997) biraz fazla benzer bulanlar var. İzleyeli 10 yılı aşkın süre olduğu için bunun hakkında bir yorumda bulunmayayım diyorum. Fakat filmin aynı PTA’nın tercih ettiği gibi 8mm Kodak filme çekilmiş olması ve kimi kadrajların direkt onu çağrıştırması da söz konusu.

Formu dolduran: Zeynep Naz Günsal