Bant Mag. bugün vizyona giren ''Annemin Şarkısı'' filminin yönetmeni Erol Mintaş’la konuştu

Saraybosna ve Antalya’dan ödüllerle dönen Erol Mintaş’ın ilk uzun metraj filmi Annemin Şarkısı/Klama Dayîka Min, Kürdistan’dan İstanbul’a göç ettikten sonra Tarlabaşı’ndaki evinden ikinci bir göçe zorlanan Nigar Hanım ile İstanbul’da bir Kürt edebiyatçısı ve Türkçe öğretmeni olarak yolunu bulmaya çalışan oğlu Ali’ye odaklanıyor.

Mintaş’la yaptığımız röportajın bir kısmını aşağıda sizin için bir araya getirdik. Röportajın tamamını Bant Mag. Aralık sayısında okuyabileceksiniz.

Röportaj: 13melek / Neyir Özdemir

Annemin Şarkısı’nın çıkışı nasıl oldu?

Bütün filmlerim birbirinin tohumu aslında. Anne-oğul üçlemesinin ikinci filmi “Berf”in hazırlıkları için bir anne arıyordum. O arayış esnasında Köy derneklerinde dinlediğim yaşlı kadınların çoğunun köye dönme özlemlerini gördüm ve bu bana fikir verdi. Diğer taraftan İstanbul’da bizzat tanık olduğum, burada hayatını iki dilli bir şekilde kuran bir kuşak var, o da Ali karakterini oluşturmaya başladı.

Ali karakterini filmde hep ikilem içinde görüyoruz, Türkçe-Kürtçe, köy-şehir, kız arkadaş-anne ve edebiyat-öğretmenlik arasında. Bu karakterinin ayrıntıları nasıl oluştu?

Ali’nin annesi ile ilişkisinden başlayalım. Ali yeni bir hayat kurmak istiyor. Bir şekilde kente uyum sağlamış, üniversite bitirmiş, öğretmen olmuş. Fransızca’ya çevrilen kitapları var, üniversitelerde sohbetlere davet ediliyor ve edebiyat çevrelerinde takip ediliyor. Öte yandan annesi Ali’yi sürekli geçmişe doğru çekiyor. Ali aslında birçok kentli insanın yaptığı gibi annesini huzurevine de bırakabilir, bakıcı da tutabilir, birçok çözüm yöntemi var ama Ali bunu yapmaz. Zira anne savaş sonrası dağılıp gitmiş aile fertlerinden Ali’ye kalmış bir emanet gibi. O da bu emanete sahip çıkma sorumluluğuyla bazen kendini göz ardı edebiliyor. Öbür tarafta Ali’nin kurmak istediği geleceğe dair hem kız arkadaşı ile olan ilişkisi, hem de edebiyat ile olan ilişkisi var. Benim birçok edebiyatçı arkadaşım var, iki-üç kitapları çıkmış ama hayatlarını idame ettirmek için öğretmenlik yapıyorlar. Bu Türk edebiyatında geçmişten gelen bir gelenek. Ali öğretmenlik yaparken de toplumsal geçmişinden kaynaklanan bir mücadele veriyor. Okulda Türkçe öğretiyor, kendi edebiyatını ise Kürtçe yapıyor. Mücadelesinde inandığı şeylerden biri de dili edebiyatla geleceğe ve çocuklara taşımak, Ali de dernekte çocuklara Kürtçe öğreterek kendine küçük de olsa bir mücadele alanı açıyor. Kız arkadaşı meselesine gelirsek, çocuk sahibi olmak geleceğe adım atmak ve bir sürü sorumluluk demek. Bütün bunların olması için de Ali’nin geçmişine dair birçok şeye bir nokta koyup çözmesi gerekiyor. Bu anlamda şu andaki Kürt toplumunun ruh hali biraz Ali’nin ruh hali gibi. Ne geçmişten kopabiliyor, ne de geleceğe dair güçlü bir adım atabiliyoruz. Dünyanın konjonktürel durumu ve mücadelenin olanaklarının değişmesi sürekli bir gel-git durumu yaratıyor ve bu Ali’ye de yansıyor, Ali de bu topluma ait bir birey.

Nigar Hanım’dan bahsedelim. Köyden geldikten sonra Tarlabaşı’nda bir hayat kurmuş, ancak ikinci kez göçe uğramak zorunda kalıyor ve dört duvar arasına sıkışıyor. En büyük isteği köye dönmek. Bu mümkün mü Nigar Hanım için?

Aslında köye dönen döndü, bizim Doğu Beyazıt’ta çektiğimiz filmdeki köyde de bazı insanlar dönüp yeni yerler inşa ediyorlar. Hatta bir önceki filmim için bazı açılar belirlemiştim, sonra bir daha gidince bir baktım ki evler belirmiş. Özetle köye dönülüyor. Ama bence bunun önünün açılması, teşvik edilmesi gerekiyor. Çünkü köye dönüş yeniden bir inşa gibi ve bizim tam olarak buna ihtiyacımız var. Zaten harabe olmuşuz. Bunun için yapılabilecek her şeyin önü açılmalı. İnsanlara tazminatları ödenmeli, maddi-manevi talepleri koşulsuz şartsız yerine getirilmeli.

Nigar Hanım’ın bir oğlu 90’larda kaybediliyor. O da oğlunun anısını yaşatmaya çalışıyor, duvarda oğlunun fotoğrafı ve elbisesi asılı. Aslında bir Cumartesi annesi Nigar Hanım. Filmi izlerken Nigar Hanım’ın bir noktada Galatasaray Lisesi’nin önüne gidip gitmeyeceğini merak ettik.

Dediğiniz gibi oğlu Nigar Hanım’ın hep yanında ve kalbinde tüm Cumartesi Anneleri’nde olduğu gibi. Peki neden Galatasaray’a gelmedi Nigar Hanım? Lise önündeki anneleri birçok farklı filmde gördük, ben bilerek annenin o dünyasını göstermedim. Lisenin önü Tarlabaşı’na çok yakın bir yer, evden çıkıp oradaki insanlarla buluşmak çok basit. Nigar Hanım o insanlardan çok uzak bir yere göç etmek zorunda kalıyor ve zaten bir sahnede elinde fotoğrafla dışarı çıkınca kendini otogarda buluyor. Biz Cumartesi Anneleri’ni sürekli Galatasaray’ın önünde görüyoruz. Ama bu insanların günlük hayatı nasıl acaba? Birçok insan lisenin önündeki anneleri görüyor ve bir fotoğraf çekip geçiyor ama önemli olan bu değil. Benim için o annelerin Galatasaray Lisesi önünde buluşması çok kıymetli ve anlamlı bir şey ama onlar oradan dağılıp gittiklerinde acaba nereye gidiyorlar? Her biri acaba nasıl bir ortama ve eve dönüyor? Bütün bunlar da benim için çok kıymetli olduğu için ben daha çok annenin o tarafına, Nigar Hanım’ın kendiyle başbaşa olduğu zamanlara yoğunlaştım.

Bu röportajın tamamını Bant Mag. Aralık sayısında okuyabilirsiniz.