Bant Mag. No:31'den // Şevval Kılıç röportajı: Trans cinayetleri politiktir

Trans cinayetleri basında tek tek örneklerle şahit olduğumuz ve ölümü normalleştirmiş günümüz toplumlarında ciddiyetine tam olarak varamadığımız vakalar. İntiharları ve basına yansımayan örnekleri saymazsak Türkiye’de 2008’den beri en az 35 trans birey nefret cinayetine kurban gitti. Bu cinayetleri konuşmak için LGBTİ aktivisti Şevval Kılıç ile buluştuk, laf kentsel dönüşüme, radikal solun meseleye bakışına, hapishaneler ve göçmen bürolarındaki LGBTİ ayrımcılığına kadar gitti.

Röportaj: 13 Melek – İllüstrasyon: Sadi Güran

Trans mücadelesinin neresinde olduğunuzla ve yapılan çalışmalarla başlayalım.

Kendimi insan hakları savunucusu olarak tanımlıyorum ama 16 yıldır LGBTİ mücadelesi içinde yer aldım. Çeşitli STK’larda çalıştım, kurucuları arasında bulundum. İstanbul LGBTT’nin kurucu başkanıyım fakat iki üç sene çalıştıktan sonra trans olanlar ve olmayanlar ayrışması meydana gelince ayrıldım. Biz o örgütü trans ağırlıklı çalışan ve trans bireylerin karar alma mekanizmalarında yer aldığı bir örgüt olarak kurmuştuk. Hareketin beyazlaştığını, gay-lezbiyen dominasyonuna girdiğini, trans bireyleri görmezden geldiğini ve bunun sadece Türkiye’de değil dünyada da bir problem olduğunu bildiğimiz için trans odaklı bir politika yapılması gerektiğini öngörmüştük. Adını da Trans İstanbul koyacaktık, ama bir ablamızın bunun demokratik bir isim olmayacağı itirazı ile adını İstanbul LGBTT koyduk. Yoksa örgütte LGB bir çalışmamız yoktu. Daha sonra trans olmayanlarla trans olanlar arasında bir ayrışma oldu ve translar ayaklandı. “Karar alma mekanizmalarında translar olmazsa biz de yokuz” dedik ve oradan ayrıldık. Bir sene kadar önce Trans Blok’u kurduk, şimdilik bir merkezimiz yok ama zamanı gelince buranın bir trans sosyal merkezi olmasını istiyorum. Zira aktivizm yapan örgütler var ve kimsenin alanı ile çelişmek istemiyorum. Başka şehirlerde de birçok örgüt var, Gezi’den sonra Diyarbakır, Antep, Mersin, Antakya ve Malatya gibi şehirler de dâhil olmak üzere 10-15 LGBTİ örgütü kuruldu. Herkesin çalışma alanı farklı. SPoD’cular “Biz beyaz yakalı da olabiliriz, tabanda çalışmak ya da sokak aktivizmi yapmak zorunda değiliz” diyerek lobicilik ve personel eğitimleri gibi aslında çok da ihtiyaç olan ve bir boşluğu dolduran çalışmalar yapıyorlar. Lambda daha kültür merkezi gibi işliyor, Onur Haftası Lambda’nın ev sahipliğinde yapılıyor. İstanbul LGBTT sokak aktivizmi konusunda çok tecrübeli, megafonlarının pili sürekli doludur. Hattâ Roboski bombalandığında İstanbul’da ilk eylem koyan örgüt İstanbul LGBTT idi. Çabuk reaksiyon gösterebilen bir yapılarız, birçok sol örgüt gibi ağır bürokratik süreçlerimiz yok, hemen inisiyatif alıp harekete geçebiliyoruz. Bense bir sosyal merkez kurmak istiyorum çünkü diğer LGB bireyler için daha kolay olan sosyalleşme aktiviteleri bizim için sorun olabiliyor. Transların herhangi bir nefret söylemine maruz kalmadan rahatlıkla çay kahve içebilecekleri alanlar sınırlı. Elbette alttan politik bir zemin oluşturulur ama kimseye politikayı dayatmayacağız. Gezi sürecinde şunu da gördük, zırıllar dediğimiz bugüne kadar hiç örgütlenmemiş ve politize olmamış bir sürü LGBTİ birey de geldi parka. Onlar geldiğinde bizi elektrik çarptı, çok politize olduğumuzu, dilimizin çok değiştiğini, tabandan çok koptuğumuzu fark ettik. Bununla yüzleştik ve özeleştirimizi verdik.

DÜNYANIN NERESİNE GİDERSENİZ GİDİN TRANS BİREYLER LGBTT HAREKETİ İÇİNDEKİ EN FAKİR, ÖTEKİLEŞTİRİLMİŞ VE EZİLEN KESİM. BU DURUM JAPONYA’DA, ABD’DE, NORVEÇ’TE YA DA BİR AFRİKA ÜLKESİNDE HEP AYNI.

22 Nisan’da Çağla Joker çalıştığı evde öldürüldü. Yakın geçmişte Kuşadası’nda Dora Özer, Antep’te Sevda Başar ve Beyoğlu’nda Gaye isimli trans kadınlar öldürüldü. 2008’den beri en az 35 trans cinayeti işlenmiş. Bu cinayetler kimler tarafından ve hangi gerekçelerle işleniyor?

Bunlar bizim duyabildiğimiz cinayetler. Arada bir sürü de intihar oldu, örneğin 19 yaşında bir kız Boğaz Köprüsü’nden attı kendini. Biz bu tip kader intiharlarının da cinayet olduğunu söylüyoruz. Bunlar hayat koşullarının dayattığı intiharlardır ve onları da nefret cinayeti olarak adlandırmak gerekli. Bu cinayetlerin neden işlendiğini bilsem sokağa çıkıp bu cinayetleri durdururdum. Bir sürü etmen bir araya geliyor. Bir kere bu topraklarda savaş var, Kürdistan’a gidince bunu görmek çok kolay. Bu savaşı ayakta tutmak için topluma sürekli agresyon pompalanıyor, agresif bir topluma dönüştük. Kadını, erkeği, çoluğu, çocuğu, Kürt’ü, Türk’ü, kedisi, köpeği, bitkileri bile agresif. Bu bir sebep. Toleranssızlık, cinsel açlık, cinsel devrimini yaşamamış geleneksel bir toplum oluşumuz da var. Burası için muz cumhuriyeti diyorlar, bunu fazlasıyla ırkçı bir tanım olarak görüyorum. Burası bir Çük Cumhuriyeti, heteroseksizmin ve erkek egemenliğinin kalesi. Erkek olmanın ve erkeğe dair kodlara sahip olmanın göklere çıkartıldığı bir toplumda trans olmak neredeyse absürt bir şey. Trans bireyler bu heteroseksist sistemin kırılma noktaları, erkekliğe çarpılmış birer tokatlar. Transların varlığının hazmedilmesi çok güç, çünkü adamlar hayatlarını ve bütün ideolojilerini bir organın üzerine kurmuş. Sen o ideolojinin karşısına geçip gülüyorsun, adamsa bir de üstüne para verip o erkten ve testosterondan arıtıyor bedenini. Adamın hayatının temellerini kurduğu şeyi sen yok sayıyorsun, buna bir nefret var. Ben artık bunun sadece saydığım gerekçelerden dolayı olduğunu da düşünmüyorum. Derneğimiz vasıtasıyla yurtdışındaki birçok toplantıya katılıp değişik örgütlerle bir araya geliyoruz. Dünyanın neresine giderseniz gidin trans bireyler LGBTT hareketi içindeki en fakir, ötekileştirilmiş ve ezilen kesim. Bu durum Japonya’da, ABD’de, Norveç’te ya da bir Afrika ülkesinde hep aynı. Transların LGB bireylerden daha aptal oldukları için böyle olduğunu düşünmüyorum, bu sınıfsal bir hadise. Sistemin hiçbir zaman trans bireylerle arası iyi olmayacak. Gay, lezbiyen ve biseksüel bireyler sistem için bir noktada kazanılabilinirler. Eğitim alabilir, sisteme kalifiye emek verebilir, gerekirse çocuk sahibi bile olup yeni emekçiler de üretebilirler. Elbette homofobi yok demiyorum ama translara geldiğimizde translar sisteme hiçbir noktasından entegre olamazlar. Zaten kendi ekonomilerini yaratmışlar, çoğu seks işçisi ve hiçbir şekilde üretmiyorlar. Birçok toplum geleneksel ailenin, erkek ve kadının bir araya gelip çiftleşmesi ve çocuk doğurmasının üzerine kurulu. Her zaman ilk gözden çıkarılabilecek kesim bu yüzden translar. Zaman içerisinde dezavantajlı gruplar ya da hassas gruplar gibi tanımlar kullanıldı translar için, zira toplumdaki sosyoekonomik değişikliklerde ilk ve en çok etkilenen grup translar. Geçenlerde Beyoğlu Emniyet Müdürü değişti ve translar girmesin diye iki binanın kapısını kaynaklattı. Bunu çok kişi bilmez ama biz biliriz. Asker uğurlama günlerini biliriz, o gün sokağa çıkmayız çünkü saldırılar olur. Futboldan nefret edenlerimiz bile maç günlerini herkesten iyi bilir. Bilhassa seks işçiliği yapanlar bilir ki, bunlar trans nüfusun ağırlığını oluşturuyor maalesef.

Cinayetlerden sonraki hukukî süreçler nasıl yürüyor?

Çok fazla sorun var ve LGBTİ örgütler bu yüzden çok çalışmak durumunda. Şu an Türkiye’de en hızlı büyüyen hareketlerden biri LGBTİ hareketidir. Bunun sonucu olarak durum 10 sene öncesine nazaran farklı. Örneğin katilin “Bu beni düzmek istedi” lafı hâkimler tarafından yüzde 90 ağır tahrik olarak algılanırken şimdi bu biraz değişti. Devlet ve hâkimler bizi daha çok sevmiyor. Ama onları bizim istediğimiz gibi karar vermek zorunda bırakıyoruz. Medyayı kullanıyoruz, kamuoyu yaratıyoruz ve her şehirde aynı anda eylemler koyuyoruz. Kadınlık gururu diye bir şey yok kanunlarda ama erkekliğe hakaret diye bir şey var. Diyarbakır’da Roşin Çiçek’i amcası ve babası öldürmüş. Biz buradan tüm örgütler oraya gittik, aile bize saldırdı. Madem çocuk ölmüş, akrabalardan biri içeri girmiş, bir tane daha girmesin diye tepki veriyorlar. Birçok örnek var. Trans seks işçilerinin çalıştığı son kalan randevuevlerinin bulunduğu Bayram Sokak’ta oturan ve Cihangir’de yaşayan bir kız vardı. Romantik ilişki yaşadığı bir çocukla sevişiyor ama bir yere varamayacağını düşündüğünden bir daha sevişmek istemiyor. Çocuk da bunu öldürüyor. Çocuğun babası polis, hattâ kızı öyle tehdit ediyor, “Seni öldürürüm, iki senede çıkarım” diyor. Çocuğu karakola babası götürmüş, cezanın üçte birinin gitmesi demek bu çünkü kendisinin teslim olması iyi niyet göstergesi olarak sayılıyor. Kız iyi çalışan ve para kazanan bir kızdı. Ailesi bankadaki paralarına, arabasına, tapularına ve hattâ evdeki halılarına kadar her şeyi aldı ve cesedi bize bırakıp gitti. “Günah” dediler, “Ailemizi lekeliyor” dediler, ama halısına kadar almaktan da imtina etmediler. Bizdeki emsal dava sistemi ABD’deki gibi işlemiyor, o yüzden nefret cinayeti davalarının bir standardı yok, hâkimin takdirine kalmış durumda. Biz de çok gümbürtü koparıp hâkimi bizim istediğimiz kararı almaya zorluyoruz. Mesela Ahmet Yıldız davasında sidik yarışına döndü, koca hâkim biz aşağıda eylem yaparken “Siz nefret suçuna dair slogan atıp bu davayı başka bir şeye dönüştürmeye çalışıyorsunuz, bu sıradan bir cinayet davasıdır” diye haber gönderdi. Ama bu sıradan bir cinayet davası değil, Ahmet Yıldız ailesi tarafından eşcinsel olduğu için öldürüldü. O dava da sürüyor, aynı Pınar Selek davası gibi, Türk adaletinin absürtlüğüne şahit oluyoruz. Genelde nefret suçları cinayetle sonuçlanıyor, nefret saldırısı ile sonlanmıyor, yumruk, tokat ya da lafla kalmıyor. Cinayete dönüşmeyen saldırılarda da mağdur translar hiçbir yere gitmezler, evlerine dönüp ağlarlar. Adalete güvenmezler çünkü, ikinci bir mağduriyet yaşamak, karakolda tekrar tacize uğramak, devletin heteroseksist ve aşağılayan tavrına maruz kalmak istemezler. Translar toplu taşıma bile kullanmaz. Orada saldırıya uğramıyorlar ama milletin tacizkâr ve yıldırıcı bakışını görmek istemiyorlar. O yüzden translar aç bile olsalar ceplerindeki son parayı taksiye vermek zorundadır, evlerine başka türlü gidemezler. En son nefret suçlarına yönelik yasa bile oluşturuldu ama cinsel kimlik ve yönelime dair suçlar kapsama alınmadı.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:31’e gidebilirsiniz.