Bant Mag. No:32'den // Ortadoğu'dan Uzak Doğu'ya: Monira Al Qadiri
Körfez Savaşı’yla ve Japon animeleriyle geçen bir çocukluk sonrasında her iki kültüre de birer kök salan Monira Al Qadiri, bu uzak diyarlarda aynı anda varolabilme özgürlüğünü bu kültürlere uzaktan bakabilme yeteneğiyle beraber elde etmiş. Bu zamanlarda bizim yaşadağımız coğrafyada da iyiden iyiye görünürlük kazanan toplumsal cinsiyet, hüznün estetiği ve yolsuzluk kültürleri gibi konular üzerine çok çeşitli formatlarda işler üreten Al Qadiri ile gerçekleştirdiğimiz sohbet bu konuların bizdeki izdüşümlerine de yeni ve farklı bir perspektif kazandırdı.
Röportaj: Yetkin Nural
Senegal’de doğdun, Kuveyt’de büyüdün ve 16 yaşında eğitim için Tokyo’ya yerleştin. İşlerinde özellikle kültürel analizlere –özellikle toplumsal cinsiyet üzerine– odaklanıyorsun. Bu göçmen hayatın ve yaşadığın farklı kültürlerin senin ve işlerin üzerinde nasıl etkileri oldu?
Kuveyt’te Arapça dublaj yapılmış Japon çizgi filmleri izleyerek büyüdüm. Düz, iki boyutlu Japon çizimleri ve dramatik Arapça seslendirme performansları birbirlerini harika bir şekilde tamamlıyordu. Bir noktada bu “birleşik” estetiği (dramatik fakat düz imajları) işlerimde de kullandım ama tabiî özellikle Japonya’ya gittikten sonra yoğunlaştı diyebiliriz. Ben her iki dünyanın da en iyi taraflarını işlerime taşıdığımı düşünmeyi seviyorum ama tabiî bu her zaman bilinçli bir seçim olmuyor.
Senegal’e gelince, orada sadece doğdum ve doğduktan altı ay sonra ailem Kuveyt’e taşındı, o nedenle hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece eski bebeklik fotoğraflarımda kendimi orada görüyorum ve bu bende hayal ürünü, egzotik bir çocukluğun yaşandığı, fantastik bir yer hissi uyandırıyor.
Japonya’da eğitim alma kararı ortaya nasıl çıktı? Senin olduğun yerden bu kadar uzak bir ülke ve kültür… Seni orası hakkında çeken özellikler neydi?
Ben yedi yaşımdayken Kuveyt’te Körfez Savaşı (1990-91) patladı, ben ve ailem bu savaşı yaşayanlardanız. O dönemde ben Japonya ve Japon kültürüyle takıntılı hâle geldim. Sanırım bu benim için içinde yaşadığım sert gerçeklikten olduğum yerden en uzak ülkeyi keşfederek kaçmanın bir yoluydu. Gerçeklerden kaçmanın sorunları olduğu kadar avantajları da var diye düşünüyorum.
Video işlerinden enstalasyonlara, heykellerde ahşap baskılara varan iş bütününe baktığımızda, format ve araç anlamında kesinlikle çeşitlilik sahibi bir yaratıcılığın var. Bir sanatçı olarak farklı stiller arasında gezinme özgürlüğünü nasıl kazandın?
Yaşadığımız bu döneme kadar pek çok sanatçının diğerlerine erişimleri ve kabiliyetleri olmadığı için kendilerini tek bir formatla kısıtlamak zorunda kaldığını düşünüyorum. Fakat içinde yaşadığımız bu çağda insan istediği format ve stili seçmekte çok daha özgür, zira teknoloji ve iletişim gerekli işleri gerçekleştirmeyi çok daha kolay kılıyor. Bu şekilde yeni işler hayal etme süreci çok daha heyecanlı, ve farklı projeler gerçekleştirmek her seferinde yeni bir deneyim yaratıyor. Tüm sınırlamaların çöktüğü bu dönemde bir sanatçı olarak yaşıyor olmanın gerçekten şanslı bir durum olduğunu düşünüyorum.
Peki yeni bir iş için düşünceler oluşmaya başladığında format ve stile nasıl karar veriyorsun?
Bu gerçekten işin genel konseptine bağlı. Format genelde ifade etmeye çalıştığım fikirlere dayalı olarak şekilleniyor. İş için kullanacağım araçların da kendi başlarına bir anlamı var ve işi üretirken bu anlamlar üzerinde de düşünmeye çalışıyorum.
Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:32’ye ulaşabilirsiniz.