Bant Mag. No:39'dan // Köklerin, masalların ve yeşilin huşu içinde buluştuğu yer: Sylvania
Anna Beeke, köklerinin olduğu yere dönmeye çalışan ve kişisel evrimini fiziksel olarak oralarda bulunarak tamamlamaya çalışan genç ve çok yetenekli bir sanatçı. Kendisi, Amerika’nın ormanlık alanların bir keşfi niteliğinde olan ve büyük oranda halk kültüründen ve edebiyattan etkilenen masalsı fotoğraf serisi Sylvania ile ormanı nasıl bildiğinizi sorgulamaya geliyor.
Röp: Ege Yorulmaz
Fotoğraf serin Sylvania, Amerika’nın ormanlarına bir yolculuk tadında. Yolun nasıl ormana düştü? Yolun en başında senin için davetkâr olan neydi? Bu projeyle ilgili en sevdiğim hikâye, başlangıç hikâyesi aslında, hiç de zannedeceğiniz gibi bir şey değil üstelik. Ben Washington DC’de doğup büyüdüm ancak henüz yakın zamanda ailemden, annemin bana Washington eyaletinde San Juan Adası’nda hamile kaldığını öğrendim. Sonrasında kendimi oraya, bana ilk hayat verilen yere gitmek zorunda hissettim. Oralarda ne olduğunu tam bilmediğim bir şey bulabileceğimi hissediyordum. Böylece Pasifik Kuzey Batı’ya ilk yolculuğuma çıktım. İlk bulduğum ve bana anlamlı gelen şey ormandı, ki orman o bölgenin tabiatının çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Ormanı her zaman sevmiştim, ama büyük bir şehirde onca yıl yaşadıktan sonra kavuştuğum bu yeni mekân beni çocukça bir sevinç, hayalperestlik ve daha ilkel bir çerçeve içinde tadını çıkarmaya itti. Ormanda çektiğim ilk fotoğraflarda bu hissi yakalamaya çalıştım. Sonrasında proje oradan evrilmeye başladı, Pasifik Kuzey Batı’ya birkaç kez gittim geldim ve sonrasında Amerika’nın başka ormanlarını daha evrensel bir çerçevede, insanın ormanla olan ilişkisi ve bunun hayal dünyamızdaki, hikâyelerimizdeki, tarihteki ve bilimdeki yerini inceleyen bir hâle getirdim.
Kolektif belleğimizdeki orman kavramı hem çok özgül hem de çok kültürel. Biz ormanı hep kaotik, karmaşanın ve karanlık güçlerin yeri olarak bildik. Bu kanı seninle birlikte nasıl gelişti? Bir fotoğrafçıolarak, amacını ve izleyeceğin yolu bu anlam içinde nasıl keşfettin?
Doğru. Tüm kültürler ve yüzyıllar boyunca, ormanlık alanlar kolektif hayal gücümüzde eşsiz bir yere sahip. Hemen tüm kültürler ormanlık alana ya da ağaca bir çeşit anlam yükler ya da bir çeşit sembolizmle bağdaştırırlar. Ben de küçükken ormanı büyülü bir yer olarak düşündüm hep ve büyüdükçe bu büyülü alanın daha karanlık özelliklerini özümsemeye başladım. Böylece artık bu uzamı belli başlı ikilemler içinde değerlendirmeye başladım, karanlık ve aydınlık, iyi ve kötü, kaos ve huzur, aşkınlık ve tehlike gibi. Zaten hep içinde bir çeşit tezat olan fotoğraflar çekmeye meyilliydim, bir şeylere cevap veren fotoğraflar değil de, daha çok soru soran fotoğraflar çekmek istiyordum. Ormanlık alan bu anlamda en doğru konulardan biri.
Peki gerçekten, fiziksel olarak ormanın derinliklerindeyken nasıl hissettin? Neler senin sınırlarınızorladı?
Bir sürü insan ormanda yalnız olmaktan korkup korkmadığımı soruyor, ama hayır, çoğu zaman korkmuyordum. Genelde orman bana enerji veriyor, ilgimi daha çok etrafımdaki detaylara yöneltmemi sağlıyor. Ormanın içindeyken tüm duyularım daha keskinleşiyor, biraz daha hayvanlarınkine benzer bir hâl alıyor. Fiziksel olarak ormanın derinliklerinde seyahat etmek değil de, doğru fotoğrafları bulmak benim için bu işin en zor kısmıydı. Bazen orman çirkin ve tatsız olabiliyor, ama bazen de öyle güzel oluyor ki, imgeler içli bir hâl alıyor. Bazen de ormanın çok karanlık olduğu saatlerde, tripod kullanmadan fotoğraf çekmekte zorlandım.
Bu projeyle ilgili beni en zorlayan şeylerden biri, uzun yıllardır tarihsel ve geleneksel olarak sanatta ormana yüklenmiş anlamlardı. Pek çok zaman bu anlamlar bana ilham da verdi, ama pek çok zaman aşmam gereken bir problemdi. Çok eski bir mevzuyu, taze bir şekilde yorumlamak zordu.
Fotoğraflarındaki hâkim betimleyiş şeklin çok şiirsel, masal gibi… Ve biliyoruz ki sen de bir İngiliz Dili mezunusun. Bu proje edebiyattan, efsanelerden ve Amerikan halk hikâyelerinden ne oranda etkilendi?
Bu proje yazınsal işlerden çok fazla etkilendi. Edebiyat, halk hikâyeleri, efsaneler, peri masalları olmadan Sylvania da olmazdı. Tarihte, içinde kendi medeni sınırlarını aşmaya çalışıp, ormanın derinliklerine, kaosa doğru giden karakterler olan sayısız hikâye görüyoruz. Fotoğraflarımı çekerken bunu hep aklımın bir köşesinde bulundurdum. Şu anki yetişkin hayal gücüm hâlâ çocukluğumda dinlediğim peri masallarının etkisi altında. Aslında bu durum, çalışma yöntemim açısından çok avantaj sağladı. Bu öykülerin pek çoğunun yapısına benzer şekilde, ben de ormana bir çeşit bilinmeyen macera peşinde gittim. Yalnızca topluma dönüşümde, bir ejderhayla dövüşmüş ya da prensesi kurtarmış değildim. Onun yerine fotoğraf çektim.
Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:39’a ulaşabilirsiniz.