Başardıkları ve başaramadıklarıyla Ryan Murphy'nin tek kişilik televizyon imparatorluğu

Takvimler 2019’un sonbahar aylarını gösterdiğinde, televizyon dünyasının en yaratıcı ve çok yönlü dehâlarından biri olarak tanımlanan Ryan Murphy hakkında tüm endüstrinin konuştuğu bir gelişme yaşandı. Pose, American Crime Story, American Horror Story, Feud, Glee, The Normal Heart gibi ödüle ve eleştirmen takdirine doymayan yapımları hayata geçiren, üretimlerini Fox kanalı çatısı altında sürdüren yazar/yönetmen/yapımcı; Netflix ile 300 milyon dolar gibi (rekor!) bir meblağ karşılığında, 5 yıldan uzun süreyi kapsayan bir anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşmanın tarihi bir nitelik taşımasının birçok sebebi vardı; en önemlisi de açık bir eşcinsel olan ve LGBTİ+ temsiliyeti açısından devrim niteliğinde hamleleriyle televizyonun çehresini değiştiren bir ismin, âdeta tek kişilik bir televizyon imparatorluğu kurmasıydı.

Netflix ile başlattıkları iş birliğinin ardından belli bir zaman aralığı geçtiği, Murphy’nin inanılmaz bir çalışkanlıkla seri üretime devam ettiği bugünlerde, ortaya çıkan işlerin kitleler tarafından tatmin edici olmaktan uzak, vasat, hatta sorunlu bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Ne Ratched, ne Halston, ne da The Prom beklenen etkiyi yarattı; Hollywood birçoklarını çileden çıkardı. Peki ne oldu da çıta bu kadar görünür biçimde düştü; işlerinin büyük takdir toplayan temsiliyet yönü, haklı eleştirilerin odağına yerleşti?

Geldiği konuma büyük oranda kapsayıcılığın gücüyle erişen; ırk, cinsel yönelim ve cinsiyet temsili ekseninde başardıkları yadsınamayacak Ryan Murphy’nin -yer yer hassasiyetlerini ve niyetlerini sorgulayan- fazlasıyla subjektif bir portresi. 

Dünden bugüne, sıfırdan yaratılmış bir kariyer

“Sahip olduğum hayattan kurtulmanın tek yolu, kararlılığa erişip büyük güç kazanmaktı. Lisede koridorda yürür ve hakarete uğrardım, ama bunun beni durdurmasına asla izin vermezdim. O zaman bile bir hedefim vardı; liseyi sağ salim bitirmek istiyor ve kendime sık sık soruyordum: ‘Neden popüler olamıyorum? Neden baloya gidemiyorum? Neden şu kulübün başkanı olamıyorum?’”

Murphy’nin yeterince temsil edilmemişlerin görünürlüğüyle ilgili dertlerinin oldukça kişisel temellere dayandığı, The Hollywood Reporter’a verdiği bu demeçten bile idrak edilebilir. Sıfırdan doğuş öyküsünün başlangıç noktasındayken, “cebinde 55 dolarlık bir birikimle 1989’da Hollywood’a taşınan, Indianalı eşcinsel bir çocuk” olarak tanımlıyor kendisini.

Televizyonda gördüklerini yeniden yaratmaktan ziyade, tanıyıp bildiği dünyayı kitlelere ulaştırmak istiyor ve yazıp çizdikleriyle birer birer önemli şirketlerin, yönetmenlerin, yapımcıların kapısını çalmaya başlıyor. Ne var ki yazdığı her şey, Hollywood’un beyaz, heteroseksüel erkekleri tarafından ya fazla “gey” ya da “aşırılıklarla dolu” bulunuyor. Senaryolarından kuir karakterleri çıkarması talep edilse de o tüm bu geri bildirimlere rağmen vizyonundan sapmayı reddediyor ve işlerini birine kabul ettirene kadar Los Angeles Times, New York Daily News ve Entertainment Weekly gibi önemli yayınlarda kalem oynatmayı tercih ediyor. Why Can’t I Be Audrey Hepburn? isimli senaryosunun 90’ların sonlarında, Steven Spielberg tarafından satın alınması kendisi için önemli bir adım oluyor, fakat bu proje hiçbir zaman hayata geçmiyor.

Popular

Nihayet Hollywood’un kapıları onun için aralanıyor ve Murphy’nin camp estetiğinin ilk ibarelerinin yer aldığı, Glee ile kimi tematik benzerlikler taşıyan Popular yayın hayatına başlıyor. Lisede popülerlik yarışı içinde olan iki genç kadının ekseninde bir anlatı sunan dizinin ömrü 2 sezon sürse de önemli bir eşiği atlamasına yardımcı oluyor: büyük sükse yaratan Nip/Tuck ile şeytanın bacağı kırılıyor! Sean McNamara ve Christian Troy isimli iki plastik cerrahın klinik deneyimlerinin merkeze alındığı dizi, cüretkar yapısı ve ekranlara görmeye alışık olmadığımız karakter galerisi sayesinde Murphy’nin parlak zekâsının ilk belirtilerini açık ediyor. 2009’da prömiyerini yapan Glee ise -en azından ilk 2 sezonu boyunca- kariyerinin dönüm noktası olarak yorumlanıyor, müzikal janrını ele alış şekli kadar LGBTİ+ karakterlerin temsiliyle de büyük takdir topluyor.

Glee’nin ardından gelen American Horror Story, American Crime Story, Pose ve Feud gibi işlerle Murphy, kariyer rotasını çok daha olgun bir yöne çevirse de; temsil edildiğine alışık olmadığımız farklı kimliklere yer veren, çoğulcu ve fazlasıyla politik bakış açısı yerli yerinde durmaya, çoklarınca takdir toplamaya devam ediyor.

“Sidekick” olma, kendi öykünün lideri ol: Murphy’nin başardıkları

Televizyon tarihinde kuir deneyimleri işleyen çeşitli yapımları göz ardı etmemekle birlikte, bugün streaming servislerini açtığımızda LGBTİ+ karakterlerin başrolde yer aldığı sayısız dizi görebiliyorsak, sektörün değişip dönüşmesinde -ve imkânsız sandıklarının aslında ne kadar imkânlı olduğunu fark etmesinde- Ryan Murphy’nin katkılarını inkâr edemeyiz. İşleri belki her zaman niteliğiyle değil ama öncü konumu ve kendisinden sonra gelenlere açtığı yollarla büyük fark yarattı, Hollywood’un yıllarca sistematik olarak görmezden gelip, “marjinal” olarak etiketlendirdiği çeşitli gruplar daha görünür kılındı.

Murphy’nin hikâyesini anlatmayı seçtikleri kadar işe alım politikalarında yaptığı radikal iyileştirmeler de fazlasıyla değerli. En güzel örnek; kadın, LGBTİ+ ve beyaz olmayan oyuncuların sektörde daha fazla rol bulması amacıyla kurulan Half Foundation oyunculuk ajansı. Bu ajans sayesinde irtibata geçtiği isimlerle, -belki de en çığır açan çalışması olan- Pose’un ekibini kurdu, dizi büyük alkış topladı. Başta başrollerdeki trans kadınlar olmak üzere televizyon tarihindeki en geniş LGBTİ+ oyuncu kadrosuna yer veren yapım, kamera arkasında da kuir yeteneklere çokça alan tanıdı. 

Pose

80’ler ve 90’lar New York’unda yaşayan alt kültürlerin deneyimlerine, “balo” sahnesine, toplumda kendilerine yer bulma mücadelelerine temas eden Pose; LGBTİ+ camiası tarafından da övgülerle karşılandı. Disclosure belgeselinde transların medyadaki görünürlüğü hakkında görüşlerini aktaran Laverne Cox, Nip/Tuck’taki sansasyon niyetli temsillerin ne kadar yanlış olduğu üzerinden Murphy’ye eleştirilerde bulunsa da, Pose’un sektör adına oldukça önemli bir adım olduğunu dillendirmişti.

Ryan Murphy, heteronormativiteye meydan okuyan işlerinin gayet politik olduğunu ve misyonunun eğlendirmek kadar eğitmek olduğunu mutlulukla kabul ediyor. Glee, American Horror Story, Scream Queens gibi yapımlar vesilesiyle kariyerini takip eden genç seyircilerin, 90’lardaki AIDS krizininin iç yüzünü The Normal Heart sayesinde öğrendiklerini söyledikleri sosyal medya paylaşımları, bu çabaların sonuçsuz kalmadığını kanıtlıyor mesela. LGBTİ+’lar için tarih yazımının ehemmiyet taşıdığını ve hafızaları tazelemek adına kendince girişimlerde bulunduğunu da ayrıca belirtmekte. Bunu da Pose 2. sezonun başlarında gösterilen, AIDS nedeniyle vefat eden binlerce insan cesedinin toplu şekilde gömüldüğü Hart Adası’nı işaret ederek örneklendiriyor.

Ryan Murphy evreninde temsiliyet şansı bulan tek grup LGBTİ+’lar değil elbette. Birçok dizisinde kadın karakterleri merkeze yerleştirdiğine, kadın hikâyelerine büyük ilgi beslediğine aşinayız. American Crime Story’nin ilk sezonunun, O. J. Simpson davasının avukatlarından olan ve medya organlarının cinsiyetçi kampanyaları sonucu yıllarca karalama kampanyalarına maruz kalan Marcia Clark’a hak ettiği saygınlığa kavuşturduğu söylenebilir. Bill Clinton ve Monica Lewinsky ilişkisinin perde arkasını işleyecek 3. sezonun da yapımcı kadrosunda yer alan Lewinsky nedeniyle, iade-i itibar görevi göreceğini öngörmek zor değil.

Bu kadın odaklı anlatılar, Hollywood’un kirli çarkları içinde belirli streotiplere hapsedilen, 40’lı yaşların ardından dişli roller bulmakta zorlanan kadın oyuncular için hayati önem taşıyor elbette. Jessica Lange, Angela Bassett, Kathy Bates, Susan Sarandon ve saymakla bitmeyecek daha birçok isim, kariyerlerinin bir dönem durma noktasına geldiğini ve Murphy sayesinde birçok yeni fırsata erişebildiklerini sıklıkla dillendiriyorlar. İddialı performansları ve Murphy etiketinin gücü sayesinde hemen hepsi, Emmy ve Altın Küre gibi başat ödüllere aday gösterildiler.

Tüm bunların yanı sıra, American Crime Story’nin ilk sezonu ve Pose gibi işlerin de görmezden gelinen Siyah yeteneklere çeşitli kapılar açtığını belirtmeden geçmeyelim.

Temsiliyetin gücü sömürülüyor mu: Murphy’nin başaramadıkları

Seveni olduğu kadar sevmeyeni de bol Ryan Murphy, özellikle senarist ve yapımcı kimliğiyle, kariyerinin başlarından beri birçok haklı eleştirinin odağında yer almakta. Kendini ciddiye almayan, sabun köpüğü işlerine kıyasla mühim temalara eğildiği yapımları -senaryosuna el atmadıkları hariç- fazlasıyla didaktik, hatta yüzeysel bulanlar çok. Orijinal bir fikirle başlayan dizilerinin ilk veya ikinci sezonun ardından, antoloji formatındaki kimi yapımların da birkaç bölümden sonra kan kaybettiğine sıklıkla tanık oluyoruz. Ayrıca konsept yaratma becerisi uygulamada aynı sonuç veriyor mu, tartışılır.

Netflix’e geçiş yaptığı ve Hollywood, Ratched, The Politician, The Prom, The Boys in the Band, Halston gibi yapımları platform kataloğuna kazandırdığı şu günlerde, bu seslerin daha gür çıktığını fark etmemek imkânsız. Dizi/filmlerin görece tatmin edici olmaktan uzak tarafı bir yana, sorunlu addedilebilecek yapıları haklı eleştirilere önayak oldu ve kendisinin ırk, cinsel yönelim ve cinsiyet çeşitliliği hakkındaki hassasiyetleri tartışılır hâle geldi. Peki neden?

Hollywood

Ezelden beri devam eden bu “niyet sorgulama” durumunun fitili; farklı etnik ve cinsel kimliklere sahip, şöhret basamaklarını tırmanmaya niyetli bir grup hırslı oyuncu ve yönetmen adayını izlediğimiz Hollywood aracılığıyla ateşlendi esasında. Dizi resmen alternatif bir tarihi akışı yaratıyor, o dönem beyaz veya heteroseksüel olmadıkları için sektörde hak ettikleri muameleyi görememişlerin anısını (görünürde) onurlandırmaya çalışıyordu.

Karakterlerin eylemleri, sorunlarını çözme biçimleri ve dizinin peri masalı kıvamında, ciddiye alınması zor atmosferi inandırıcılıktan o kadar uzaktı ki; kadınların, LGBTİ+’ların ve beyaz olmayanların günümüze ulaşan mücadelelerine, ödedikleri ve ödemeye devam ettikleri bedellere saygısızlık olarak değerlendirenler oldu. Yaratılan yeni gerçekçilikte herkes mutlu mesut istediğine ulaşıyor, sistemin problemli yapısı adeta hafife indirgeniyor, “Şöyle şöyle yapılsaydı belki de her şey daha farklı olurdu.” okumalarına alan açabilecek bir hadsizlik örneği sunuluyordu.

Hollywood’un yol açtığı tartışmalar çığ gibi büyükçe hem Murphy külliyatının önceki yapımları hem de arka arkaya, fabrika üretimi gibi sunulan işleri yeni bir perspektifle değerlendirilmeye başlandı. Sayelerinde kendisine bir imparatorluk inşa ettiği “ötekilerin” öykülerini, deneyimlerini, problemlerini ne kadar önemsiyordu? Bu anlatıları sömürüyor veya nemalanıyor muydu? Eğer niyetinde samimiyse, dert edindiği meselelerinin altını uygulama aşamasında ne kadar doldurabiliyordu?

Kendisinin LGBTİ+ karakterler galerisine baktığımızda büyük oranda beyaz, eşcinsel erkeklerle karşılaşıyor (Normal Heart ve The Boys in the Band); bir kısmına heteroseksüel oyuncuların hayat verdiğini görüyoruz (Darren Criss, Mark Ruffalo, Edgar Ramírez, James Corden ve nicesi). Ayrıca komedi unsuru olarak kullandığı Siyah ve “sassy” kadın karakterlerde göz ardı edilmeyecek bir stereotipleştirme var (Glee’den Mercedes, The New Normal’dan Rocky Rhoades, AHS: Coven’dan Queenie, Scream Queens’den Zayday ve Denise). Transların maruz kaldıkları ayrımcılığa bulunan kimi çözüm önerileri ise, Glee’deki Unique’i anımsarsak, dehşete düşüren cinsten: Karakterin tuvaletleri kullanmasına izin vermeyen zorbalar eğitilmemiş, kendisine boş başka bir tuvaletin anahtarı hediye edilmişti.

Üretimlerine soluksuz devam eden Murphy’nin yaklaşan projeleri arasında Broadway klasiği A Chorus Line‘ın uyarlaması, gözden düşmüş pop starlara odaklanacak bir müzikal film, seri katil Jeffrey Dahmer’ın biyografisi, American Crime Story’nin yeni sezonu, American Horror Stories isimli çiçeği burnunda bir antoloji ve işyerlerindeki cinsel istismarlar üzerinden #MeToo hareketine saygılarını sunacak bir proje var. Anlatacağı yeni öyküler, tanıştıracağı yeni karakterler, dâhil edeceği yeni evrenler çıtayı yükseltebilecek mi; Netflix döneminde niyeti fazlasıyla sorgulanan temsiliyet çabaları bu sefer kitleleri tatmin edebilecek mi, hep birlikte göreceğiz.

Yazı: Merdan Çaba Geçer – İllüstrasyon: Mert Tolga Geçer

Bant Mag. Haziran – Ağustos 2021 sayısı No:75’e buradan ulaşabilirsiniz.