Berlinale yanıyor!

Yazı: Müge Turan

74. kez düzenlenen Berlin Film Festivali’nde ödüller, 24 Şubat akşamki törenle sahiplerini buldu. Bu yılki festivalde altı çizilmesi gereken birçok konu var: İlki festivalin artistik direktörü Carlo Chatrian ve ekibinin beşinci ve son kez derlediği bir program olması. 20 filmden oluşan bu yılki yarışma festivalin DNA’sına özgü politik ve ekolojik konuların, hibrit, essay filmlerin yanında daha yıldız odaklı, Oscar’a göz kırpan (Cillian Murphy’nin başrolündeki açılış filmi Small Things Like These gibi) prestijli filmleri bir araya getirdi. Beklenen yönetmenlerin filmleriyle yarışmada görmeye alışık olmadığımız, festivalin daha çok Forum veya Encounters bölümlerinde yer alan filmler yarıştı bu yıl. Dört Afrika filmi vardı yarışmada ve nitekim Altın Ayı da bu filmlerden biri olan Mati Diop’un sömürgecilik tarihine kültürel miras üzerinden baktığı 67 dakikalık Dahomey belgeseline gitti. Diop sahnede “Filistin’in yanındayım” dedi.

Dahomey

Zaten bu yılı asıl özel kılan konu tam da buydu. İsrail-Filistin gündemi festival filmlerinin önüne geçerek festival boyunca sessiz bir gerilim yarattı. Chatrian her ne kadar Berlinale’nin hassas politik meseleleri tartışmak için iyi bir platform sunduğunu, ihtilaftan kaçınmadıklarını, sinemanın özellikle de Almanya’daki kutuplaşmaya karşı iyi bir cevap olduğunu belirtse de festivalin genel tavrı tam tersi oldu. Bırakın “ateşkes” kelimesini, Filistin veya Gazze bile demekten çekinen, “Ortadoğu’daki savaş” diye soyutlaştırarak savaşın adını bile koymaktan aciz bir festival iletişimi yaşadık. 

Daha en başından Berlinale yönetimi aşırı sağ parti AfD üyelerini açılışa davet etmiş, gelen çok sayıda tepkinin ardından daveti geri çektiklerini açıklamıştı. Almanya’nın İsrail devletine olan tavizsiz desteğinin etkileri, bu devlet dilinin sadece anaakım medya değil sol basın tarafından da sahiplenmesine dönüştü gözümüzün önünde ve bu üzücü durum bu yılki festivale damgasını vurdu. Berlinale yasaklı kelime olan “ateşkes”i kullanmamak için kasarak daha muğlak ve yuvarlak sözcüklerle konuyu antisemitizm dışında herhangi bir bağlamda tartışmayı reddettiğini açıkça gösterdi.

Tam da bu yüzden ben bu yıl Berlinale’nin en çok ödüllerini, ödül törenini ve o törende söylenebilenleri sevdim! Dahomey’in En İyi Film ödülü kadar En İyi Yönetmen’in Pepe filmiyle Nelson Carlos de Los Santos Arias’a gitmesine sevindim. Bir su aygırının bakış açısından güç, dil ve maneviyat üzerine düşünen halüsinatif bir belgesel-dram Pepe. Dört farklı oyuncu tarafından farklı dillerde seslendirilen hipopotam elektronik bas sesiyle kendi tarihini anlatıyor. Kolombiya’da vurulup öldürüldükten sonra öteki taraftan konuşan hippo, uyuşturucu baronu, “kokain kralı” Pablo Escobar’ın özel hayvanat bahçesi için Atlas Okyanusu üzerinden taşınan su aygırlarının soyundan geliyor. İki bacaklılar, iktidar ve sürgün üzerine düşünürken en çok “Bu kelimeleri nasıl biliyorum? Bir kelimenin ne olduğunu nasıl biliyorum?” sorularına takılıyor. 

“Filmin içinde, sömürgeciliğin daireselliğiyle ilgili felsefi bir imge var” dedi de Los Santos Arias. “Oradan nasıl kaçabiliriz? Belki sadece ölümde.” Pepe, biçim olarak arşiv materyallerinden Afrika’da çekilmiş doğa görüntülerine, yeniden canlandırılmış sahnelere uzanıyor ve 16 mm’den siyah-beyaz’a farklı formatlarda gezinerek sinematografik olarak çok çeşitli bir dünya sunuyor.

Pepe

Fransa tarafından yağmalanan Dahomey Krallığı’na ait 7 bin tarihi eserlik koleksiyonun bir kısmının Paris’teki müzeden Benin’e iadesini takip eden Dahomey’nin hikâyesi ile Pepe’ninki birbirine benziyor. İkisi de Afrika’dan çalınıp uzak bir ülkede hapsedilenlerin hikâyesi. İki filmde de insan olmayan karakterleri dinlerken kölelikle açık paralellikler kuruluyor. Diop’un filmindeki “imkânsız anlatıcı” da hipopotam gibi konuşan, elektronik işleme tabii tutulmuş bir kralın heykeli. Belki artık gerçekten sadece ölmüşler tarafından anlatılabileceğine inanılıyor bu sömürge hikâyesinin. İki film de bu tarihe yeni bir yerden bakarak sıradışı bir anlatım yolu öneriyor. 

74. Berlinale’ye damgasını vuran filmin Panorama bölümünde gösterilen ve En İyi Belgesel ödülüne layık görülen No Other Land olduğunu söyleyebiliriz. İsrail’in Gazze Şeridi’ne yaptığı büyük çaplı işgalden dört ay sonra gelen bu belgesel, varlığı ve yarattığı tartışmayla 10 gün boyunca üç maymunu oynayan festivalde en azından bir çatlak bıraktı. Yıllardır işgal altında yaşamanın ölümcül tehlikesini ve zihinsel yükünü gözler önüne seren film, bugünkü durumun uluslararası manşetlere girmesinden çok önce patlamak üzere olduğunu da kanıtlıyor. No Other Land bir Filistin-İsrail ortaklığı. Genç Filistinli aktivist Basel Adra, İsrailli gazeteci Yuval Abraham ile evinden sürülenlerin umutsuzluğunu belgelemek için bir araya geliyor. 2018’den 2023’e uzanan beş yıllık süreçte Batı Şeria’nın Masafer Yatta bölgesindeki Filistin köylerinin İsrail tarafından yıkılıp yok edilmesini takip ediyor. 

Sadece üretim koşulları göz önüne alındığında bile hayati bir öneme sahip olduğu söylenebilir No Other Land’in. Filmin yoğun ve sarsıcı etkisi sıklıkla cep telefonu kameralarıyla çekilen işgal ordusunun yasa tanımazlığını, İsrailli yerleşimcilerin ordu desteğiyle uyguladıkları şiddeti gösteriyor. Adra’nın ailesinin ve komşularının hayatlarını ele alan daha sakin, gözlemci sahnelerde ise sürekli olarak altlarından kayıp giden bir zeminde yaşamlarını sürdürmeye çalışan insanları izliyoruz. Uluslararası destekli profesyonel bir savaş makinesine karşı sivil halkın ortaya koyduğu bu direnişin sonucu ne olacak? Bir sonraki neslin ata topraklarını koruyabileceğine dair umutları kaldı mı? Filmde gördüğümüz şu ki eğer başarırlarsa, bu ancak Adra’nın aktivizmini miras alarak olacak. No Other Land zamanın hem geçtiği hem de kendini tekrar ettiği duygusunu çok iyi yakalıyor.

No Other Land

Alman devletine göbek bağıyla bağlı olan Berlinale yönetiminin ağzına almaktan korktuğu Gazze’de ateşkes çağrısını sahneye çıkan sinemacılar ile ödülleri veren jüri üyeleri yaptı. Festivaldeki tüm gösterimleri ve soru-cevapları hararetli geçen film, En İyi Belgesel’den önce açıklanan Seyirci Ödülü’nü de kazandı. Kapanış töreninde ödüllerini almak üzere sahneye çıkan Basel Adra ve Yuval Abraham, İsrail’in Gazze saldırısına dair hem çarpıcı hem de reddedilemeyecek kadar gerçek bir konuşma yaptılar. Üstelik bunu tüm dünyanın gözü önünde yaptılar. Abraham’ın sözlerini aktarmak istiyorum:

“Şu an ödülü Basel ile iki eşit insan gibi birlikte alıyoruz. Ancak geri döndüğümüzde ben medeni hukuk altında yaşıyorum, Basel askeri hukuk altında. Birbirimize sadece 30 dakika uzaklıktayız ama benim oy verme hakkım var, Basel’in yok. Bu topraklar içinde ben istediğim yere gitme özgürlüğüne sahibim. Basel, milyonlarca Filistinli gibi işgal altındaki Batı Şeria’da hapis durumda. Bu apartheid hâli, aramızdaki bu eşitsizlik son bulmalı. Filmimiz güç dengesizliğini konu alıyor. İşgali sonlandırmak ve politik bir çözüme ulaşmak için ne yapabileceğimizi sorup duruyoruz. Bu soruya bir cevabımız yok ama olası cevaplardan biri, insanların ayağa kalkıp seslerini yükseltmesi. Bu salonda pek çok güçlü insan var; milletvekilleri, sesini duyurabilecek kişiler var. Ateşkesin sağlanmasını, politik bir çözümü ve işgalin sona ermesini talep etmek zorundayız.” 

Yuval Abraham ve Basel Adra

Abraham’ın bu sözleri yoğun alkış ve ateşkes sloganlarıyla desteklendi. Hikâyenin buraya kadarı bir nebze de olsa ümit vericiyken sonrasında festival tarafından gelen açıklama artık üç maymunu bile oynayamayacaklarını kanıtladı. Ödül kazananların Orta Doğu savaşıyla ilgili tek taraflı ve aktivist açıklamalarının kişisel görüşleri olduğunu, festivalin tutumunu hiçbir şekilde yansıtmadığını belirterek hem adını bile koyamadıkları işgali soyutlaştırdılar hem de ateşkes çağrısını desteklemediklerini söylediler. Hatta Kültür Bakanı Claudia Roth, “Ben sadece İsrailli yönetmeni alkışladım, yanındaki Filistinliyi değil” diyerek çıtayı daha da yükseltti. 

Sonrasında Abraham, bir grup sağcı İsraillinin ailesinin evine giderek onları tehdit ettiğini açıkladı. Festival yönetiminin davet edip ödüllendirdiği bir sinemacının arkasında durmak yerine tam tersi onu aslanın ağzına atmasının sonucu yaşandı bu. 

Son olarak da Carlo Chatrian ve film programlarının başındaki Chatrian’ın sağ kolu olan Mark Peranson yine yuvarlak, yine tarihi 10 gün kadar gecikmiş ve yine ateşkes kelimesini geçirmeyen bir mektup yazdılar. En azından uluslararası bir film festivali normuna uymasa da Berlinale’nin kararlarına göre hareket ettiklerini, Alman basının ve devletin antisemitizmi kendi politik çıkarlarına göre kullandıklarını itiraf eden bir mektup. Ama aslında festivalin yüzü olarak keşke yüzleri tutsaydı da bunu hepimizin önünde festival sırasında söyleyebilselerdi! 

Tüm bu ikiyüzlülük devam ederken, kelimeler, kanunlar tükenmişken karşımızda tek bir gerçek var: İnsan hakları ten rengine tabi ve tenin ne kadar koyuysa o kadar az hakkın var. Susturulmaya çalışsak da İsrailli insanların can güvenliği umurumuzda değilmiş gibi gösterilmeye çalışılsa da tüm bunlar sadece her geçen gün daha fazla Filistinlinin öldürülmesinden başka bir işe yaramıyor maalesef. 

Faruk

Son olarak bütün bu yıkık dökük insanlık dramında bana en insani ve sıcak anlar yaşatan Aslı Özge’nin Panorama’da gösterilen filmi Faruk oldu. Yönetmen, yaşlanma ve ölüm gibi konuları 1928 doğumlu babası Faruk ve oturduğu kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacak olan apartman üzerinden, gerçekle kurmaca arasında tatlı bir oyunla işliyor. Aslı Özge, apartmanın yıkılacağı haberini alması üzerine bir film yapmaya karar veriyor ve Faruk da filmin baş karakteri oluyor. 

Faruk, gerçek karakterler ve mekânlar kullansa da yıkım sürecindeki apartman toplantıları, Faruk’un bu süreçte başlayan kendini yeniden keşfetme süreci, yaşlılığın getirdiği bedensel ve zihinsel değişimler derken baba-kız arasındaki ilişkiyle kurmacaya dönüşüyor. Faruk her ne kadar bizden ve buralı bir hikâye de olsa mizahı ve pathosu yaratıcı ve sevimli yollarla karıştırarak Türkiye’nin değişen sosyal ve kültürel portresini de çiziyor. Projenin meta-kurmaca olması insan durumuna dair eğlenceli, ümit verici ve içten bir söz söylüyor.