Elektronik müziğin şafağında: Bülent Arel & İlhan Mimaroğlu

Yazı: Leyla Aksu (The Note, 2019)

Elektronik müziğin daha emeklediği 50’li ve 60’lı yıllarda, Türkiyeli iki müzisyen, dünyanın öbür ucunda bu çağdaş sanatın rotasını belirleyen sayılı insanın arasında yer alıyordu. Aynı yollardan geçmiş, laboratuvarda gecelemiş bu iki açık sözlü, çok yönlü besteci, Bülent Arel ve İlhan Mimaroğlu, sanat hayatlarını sürekli yeniyi keşfetmeye adamış iki isimdi.

11. kez düzenlenecek Canlandıranlar Uluslararası Film Festivali kapsamında 28 Ekim Cumartesi günü Institut Français Istanbul’da heyecan verici bir etkinlik var. Çağdaş Bestecilerimiz ve Animasyon başlıklı buluşmada Mimaroğlu belgeselinin yönetmeni Serdar Kökçeoğlu’nun yeni projesi 20. Yüzyılın Sesleri: Usmanbaş belgeselinin araştırmaları sırasında denk geldiği; müzikleri Bülent Arel tarafından yapılmış, sanatçı Irving Kriesberg’in yönettiği, 1970’lerden beri izleyiciyle buluşamayan Out of Into isimli animasyon film gösterilecek. Programda, Pelin Kırca’nın Annecy gibi festivallerde kendine yer bulan, İlhan Mimaroğlu’nun bir bestesi eşliğinde hazırladığı 2022 tarihli The Crowd adlı kısa animasyonu da var. Gösterimin ardından Kökçeoğlu ve Kırca, araştırma ve deneyimlerini aktaracağı bir söyleşi gerçekleştirecek. Detaylar burada.

Out of Into (1972) Yönetmen: Irving Kriesberg Müzik: Bülent Arel 16’
The Crowd (2022) Yönetmen: Pelin Kırca Müzik: İlhan Mimaroğlu 7’ 6’’

Çağdaş Bestecilerimiz ve Animasyon buluşmasından önce biraz arşive dalıyoruz. 2019’da Red Bull Music Festival Istanbul için hazırladığımız The Note dergisinde, gerçek anlamda deneysel elektronik müziğin ilk kuşağında yer almış, arkalarından gelenlere kapıları açmış Bülent Arel’i 100. doğum yılında ve Mimaroğlu belgeseliyle de dünyanın yeniden tanıyacağı İlhan Mimaroğlu’nu beraberce hatırlamıştık.


“Dinleyicinin bu müziği kabul etmesiyle ilgili şunu söyleyebilirim: Herhangi bir dinleyici Zeki Müren’e yahut The Beatles’a harcadığı vakti elektronik müziğe harcadığında anlamaması için hiçbir sebep yok”
–İlhan Mimaroğlu

Fransa’dan yükselen musique concrète, Almanya’dan çıkan Elektronische Musik ve New York’ta bu iki okulu buluşturan bir laboratuvar… Elektronik müziğin ilk günleri, seslerle oynayarak veya sinyaller sentezleyerek, onları işleyerek yepyeni bir müzik anlayışı oluşturuyordu. Manyetik şeritlerin baş araç olarak kullanıldığı bu denemelerde, besteciler kendi geliştirdikleri yöntemler, kolaj benzeri organik tekniklerle sesten yepyeni renkler, tınılar, yankılar, yapılar yaratıyordu. Kendilerini Rockefeller Vakfı aracılığıyla New York’ta bulan Bülent Arel ve İlhan Mimaroğlu da makinelerle el işini buluşturan bu deneysel yaklaşımın başını çeken, elektronik müziğin temelini atanların arasında yer alıyordu.

Bülent Arel
“Arel, elektronik müziği heykel sanatı gibi düşünürdü. Hareket eden bir heykel gibi…”
–Mario Davidovsky

Çağdaş klasik müzik ve elektronik müzik bestecisi, eğitmen, mucit, ressam ve heykeltıraş olan Bülent Arel, çocukluğundan beri elektriğe meraklıydı. İstanbul Şişli’de, müzik dolu bir evde büyüyen sanatçı, mühendis dayısının ekipmanlarını kurcalar, radyoları bozup yapar, model uçaklar ve pil ile çalışan pikaplar hazırlarmış. Bu merakı “Biraz garibine gitmişti milletin, bu ne biçim oğlan diye” sözleriyle tanımlıyordu. Arel, müziğe odaklanmaya karar verdikten sonra ise 1940’lı yıllarda Ankara Devlet Konservatuarı’nda kompozisyon, piyano ve orkestra şefliği okudu. Mezuniyet sonrası dönemde de müzik öğretmeni ve bale piyanisti olarak çalıştı, RDF Fransız Radyosu’ndan teknisyenlerin altında ses uzmanlığı okudu, Ankara Radyosu’nda tonmeister ve Batı Müziği Yayın Şefi oldu. Modern sanat kuruluşu Helikon Derneği’nde de yaylılar orkestrasını kurdu ve yönetti.

İşte tam bu yıllarda musique concrète’e ve bu müziğin sunduğu olanaklara ilgi duymaya, elektrikli enstrümanları eserlerinde kullanmaya başladı Arel. 1957 yılında da ona tüm kapıları açan, elektronik müzik macerasını başlatan elektro-akustik eseri, “Kuartet ve Elektronik Frekansmetresi için Müzik” geldi. Ankara Müzik Festivali kapsamında icra edilen parçayı, “Bir mühendis arkadaşla benim isteğime göre bir tane osilatör yaptık. En ilkel usullerle… Hoparlörü masanın altına sakladık. Kimse görmesin sürpriz olsun diye. Sonra masanın altından sesler çıkmaya başlayınca millet epey şaşırdıydı ve sevdilerdi parçayı” sözleriyle anlatıyordu. O gece hayrete düşen o seyircilerin arasında da Rockefeller Vakfı’ndan bir temsilci oturuyordu.

‘‘Sanıyorum tekniğe olan doğal merakı, sanatta hep en yeni yaklaşımları hedefleyen atılımcı karakteriyle birleşince onu bu dala yöneltti’’
–Erdal İnönü
CPEMC

Böylelikle Arel, 1959–1962 yılları arasında Rockefeller bursuyla uluslararası bestecilere kapılarını açan ve Amerika’daki ilk elektronik müzik laboratuvarı olan Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi’ne (CPEMC) teknik asistan olarak geldi. Burada Vladimir Ussachevsky’nin önderliğinde; Edgar Varése, Milton Babbitt ile Otto Luehning gibi bu yeni müzik formunun elebaşları olan isimlerle merkezin kuruluşunda rol oynadı. Yepyeni teknikler ve ekipmanlar geliştirdi, birçok eser yazdı ve öğrencilere ders vermeye başladı. Merkezin McMillan Tiyatrosu’nda düzenlenen çıkış konserinde de en çok tanınan parçalarından biri olan, büyüleyici çoksesliliğiyle seyirciyi bir kez daha şaşırtan ve 60’lar boyunca avangart müzik dünyasında etkisi hissedilen “Electronic Music No. 1”ı paylaştı: “[Bu parça] aslında beş ayrı ses grubundan meydana gelir. Yani bir sesin katlanması değil de tamamen müstakil kompozisyonlardır. Seyirciler tenis maçı seyreder gibi sağa sola bakarlar.”

“Türkiyeli besteci Bülent Arel’in ‘Electronic Music No:1’ adlı eseri bir başeser görünümündedir.”
–Jonathan Cott

1962 yılında Türkiye’ye geri dönen Arel, aslında CPEMC’ye yalnızca üç yıl sonra tekrar dönecekti. Türkiye’deyken eğitmenlik, Ankara Radyosu’nda programcılık ve ses uzmanlığı yaptı, radyonun Madrigal Korosu’nu kurdu. Ancak asıl yapmak istediği, Ankara’da ODTÜ’de New York’takine benzer bir elektronik müzik merkezi kurmaktı. Ussachevsky’nin de desteğiyle fon bularak çalışmalara başlayan Arel, ne yazık ki bürokrasi ve idari zorluklar nedeniyle birkaç yıl sonra bu isteğini gerçekleştiremeden Amerika’ya temelli olarak geri dönecekti. CPEMC’de 1972 yılına kadar ders verdi. Yale Üniversitesi’nden aldığı davetle oradaki elektronik müzik laboratuvarını kurdu ve hocalık yaptı, ardından da New York Stony Brook Eyalet Üniversitesi’ndeki Elektronik ve Bilgisayar Müzik Laboratuvarı’nı başlattı ve emekliliğine kadar orada kompozisyon alanında ders verdi, enstrümantal ve elektronik yapıtlar vermeye devam etti.

“Hayatımda İlhan gibi başka birini tanımadım… Eşi benzeri yoktu. Kimsenin daha önce gitmediği yerlere gitti, başka kimsenin göremediği şeyleri gördü ve onları sanata, müziğe, fotoğraflara dönüştürdü.”
–Güngör Mimaroğlu
İlhan Mimaroğlu

Müzisyen, besteci, prodüktör, yazar, müzik tarihçisi, fotoğrafçı ve aktivist İlhan Mimaroğlu’nun babasının ona aldığı fonograf ve plaklar müzik aşkını küçük yaşta körüklemişti. Piyano ve klarnet dersleri alan ve lise yıllarındayken caz müziğine tutulan Mimaroğlu, 1949 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirirken, müzik eleştirmenliği ve radyo programcılığı yapıyor, savaş sonrası Avrupa’nın yeni sanatsal akımlarını takip edip caz müziğini Türkiye’ye yayıyordu.

Mimaroğlu da 1955 yılında New York’ta müzik eleştirmeni olmak üzere Rockefeller bursuyla New York’a, Columbia Üniversitesi’nde Paul Henry Land ile müzikoloji ve Douglas Moore ile kompozisyon okumak üzere davet edildi. Gecelerini caz kulüplerinde geçiren Mimaroğlu, 1958 yılında da hayatı boyunca ona arkadaş ve ortak olacak eşi Güngör Batum ile evlenip bir yıl sonra da temelli olarak Manhattan’a yerleşti. Bu dönemde radyoda program yapmaya devam edip sanat eleştirilerini, sosyal yorumlarını paylaşan ve Record Hunter plak şirketinde repertuar uzmanı olarak çalışan Mimaroğlu, 30 yıl kadrosunda kalacağı CPEMC’ye de 1959’da geldi.

“Mimaroğlu’nun müziği, ruhuma James Brown, Ornette Coleman gibi sanatçıların müziğiyle kıyaslanacak bir duygusal etkiyle nüfuz etti.”
–David Toop

Mimaroğlu elektronik müzik sahnesini uzun zamandır yakından takip ediyordu. Hızlı bir kararla, burada Ussachevsky’nin altında çalışarak elektronik müzik alanında lisansını yaptı. “Columbia’daki elektronik müzik stüdyolarını gördüğüm zaman dedim ki, ‘yapmak istediğim bu’” demişti. Merkezdeki öğrencilik yıllarında Stefan Wolpe ile kompozisyon okuyan ve Edgar Varése’yle çalışıp ona akıl danışan Mimaroğlu, derecesini aldıktan sonra da merkezin kadrosuna katılarak ders vermeye başladı. 1960’lı yıllarda elektronik bestelerini paylaşmaya başlayan Mimaroğlu, bu yeni akımın ikinci neslini temsil ediyordu ve onu yaymak için de prodüktör olarak yaptığı çalışmalar büyük bir iz bırakacaktı. Fakat bir yandan da caz aşkını unutmuş değildi…

“Eski nesil bir centilmen gibi geldi bana. Müzikte olduğu gibi hayatta da çok yüksek standartları vardı. Kusursuz adabı onu en orijinal ve cüretkâr bir maneviyatı ifade etmekten alıkoymuyordu.”
–İdil Biret

1970’li yıllarda Ahmet ve Nesuhi Ertegün’le bir araya gelen İlhan Mimaroğlu, Atlantic Records için prodüktör olarak çalışmaya başladı. Oradayken caz dünyasından Charles Mingus, Ornette Coleman, John Coltrane ve Duke Ellington gibi isimlerin prodüktörlüğünü üstlendi, ancak bir yandan da deneysel, çağdaş müzik yapan sanatçıların daha çok tanınmasını istiyordu. 1972’de Atlantic’in çatısı altında, düşük bir bütçeyle çalışmak şartıyla da Finnadar Records etiketini başlatabildi. “Yalnızca kayıtlar yapmak ve satmayacaklardan birkaçını yayınlamak istiyordum” diyordu. Mimaroğlu’nun kendi Wings of the Delirious Demon’ıyla yola koyulan Finnadar, aktif olduğu yıllar boyunca piyasaya yaklaşık 50 albüm sürdü ve John Cage, Karlheinz Stockhausen, Jean Debuffet, Suzanne Ciani ve İdil Biret gibi isimlerin işlerini paylaştı. 1980 yılında şirketin kapılarını kapamasıyla da Mimaroğlu kendi yaratıcı üretimlerine, elektronik müziğe, fotoğrafçılığa, kitap yazmaya, eleştirilerini paylaşmaya devam etti.

“[Bülent Arel’e] oynadığım bir oyunu hatırlıyorum. Piyanonun başına oturdum, tuşları vurmaya başladım ve kaydettim. ‘Bülent, sana bir şey çalmak istiyorum. Stockhausen’in yeni parçası.’ dedim. Çaldım parçayı. Büyük bir ciddiyetle incelemeye, analiz etmeye başladı… Ona yaptığımı söyleyince çok kızdı.”
–İlhan Mimaroğlu

İkisi de Galatasaray Lisesi mezunu olan Mimaroğlu ile Arel’in yolları ise ilk olarak CPEMC’de kesişmişti. İkisi de bu dönemde klasikçi Edgar Varése ile iş birliği yapmış; Arel, “Déserts”in elektronik bölümlerini yeniden düzenlemişti. Arel’i “elektronik müziğin Türkiye’deki öncüsü” olarak anan Mimaroğlu’nun merkezdeki öğrencilik zamanında da Arel hocalık yapıyordu. Bu iki öncü ismin eserleri günümüzde hâlâ deneyselliğini koruyor ve hayatlarını adadıkları bu müziğe olan yaklaşımlarında da paralel, yenilikçi yollar görülebiliyor. Arel elektronik müziğe bir heykel gibi bakarken, Mimaroğlu ise sinemaya benzetiyordu; ikisinin de amacı ise daima yeniyi bulmak ve yakalamaktı. Besteciliği dur durak bilmeyen bir hastalık olarak görüyordu Arel ve kendi hâlini de “Malzemesini kendi yapan Orta Çağ ressam veya heykelcisinin durumu”na benzetiyor, “her rengi, her sesi, her saniye için kendin yapacaksın” diyordu. Arel, elektronik aletlerini insanın çıkaramayacağı, yapamayacağı sesleri üretmek üzere ayırıyor; her zaman da eserlerinin sıradan dinleyiciler için ulaşılabilir olmasını diliyordu.Müziğe olan yaklaşımını şu sözlerle özetlemişti: “Elektronik müzik dili ve tekniğinde kendi yolumu geliştirdim… Maksadım tamamen duyulmadık sesler yaratmaktı. Ben işin başına gittim doğrudan doğruya. En sade ses dalgalarıyla, onları üst üste koyarak, yeni ses renklerine gittim.”

Bir de sanatçı kişiliğinin yanı sıra, öğretmenlik anlayışı vardı. Öğrencileri için zengin bir kaynak olan, elektronik müziğin bir sonraki nesiller için bilgi akışını sağlayan Arel, gayri resmî yaklaşımı, kritiklerindeki yüksek standartları ve yalnızca teknik değil, estetiğe de önem veren bütünleyici yorumlarıyla hatırlanıyordu.

“Çok ilginç yorumlar ve düzeltmeler yapardı… Bir keresinde birisi bir kaset getirmişti. Bu daha öncesinde de bazı şeylerini düzelttiği birisiydi. Bir sigara yaktı, kasedi aldı ve dedi ki: ‘Dinledim bunu. Biliyor musun, beyefendi, bazen müziğini koyabileceğin en iyi yer çöp tenekesidir.’ Ve alıp çöp tenekesine attı! Sonra da ‘toplu edit dediğin şey de budur’ dedi.”
–Daria Semegen
İlhan Mimaroğlu

Mimaroğlu ise daha dramatik, inişli çıkışlı, kontrast yüklü eserleri ve üslubuyla öne çıkıyordu. Küçük yaşından beri dünyada olup bitenlere, müzik açısından en yeniye meraklıydı ve bunu kendine prensip edinmişti: “Bugün olanlarla başlaman gerekiyor ve ondan sonra yavaş yavaş geçmişe, geldiği yere dönmen gerekiyor” diyordu. Elektronik müziğin yalnızca elektronik kaynaklardan gelmesi gerekmediğini savunan, deneyselliği esas alan Mimaroğlu, musique concrète ekolüne uygun olarak bulduğu seslerle yoğun, çağırışıma açık kompozisyonlar yaratıyor; resimleri, şiirleri, yazıları kendine esas alıyordu. Bir yandan da çalışmalarını politik, devrimci ruhuyla aşılayan Mimaroğlu, müziğinde vokallere de yer veriyor, Nazım Hikmet’ten ilham alan “Tract” ve Freddie Hubbard’lı savaş karşıtı “Sing Me a Song of Songmy” gibi eserleri Bertolt Brecht, Angela Davis, Karl Marx ve Marco Antonio Flores gibi isimlerden alıntıları buluşturuyordu. Yıllar geçse de bilgisayarda beste yapmaya ısınamayan sanatçı, bir elektronik müzik bestecisinin prosedürleri takip etmek yerine “kendisine ait olan bir müziği” bulması gerektiğini söylüyor, gelecek nesli açık bir kulakla dinliyordu.

“Mimaroğlu anlaşılmak, alkışlanmak, ön sıralarda yer almak için üretmiyordu; paylaşımcılığa inanan biri olarak, yaratıcı fikirlerin başka yaratıcı fikirleri tetikleyeceğini sürekli olarak vurguluyordu.”
–Dr. Necmi Sönmez

1990’da aramızdan ayrılan Bülent Arel ve 2012 yılında kaybettiğimiz İlhan Mimaroğlu’nun müzikal yankıları, janr gözetmeksizin günümüzde yayılmaya devam ediyor. Deneysel elektronik müzik derken artık aklımıza gelenler, günün teknolojisiyle artan kolaylıklar birçok şeyi değiştirse de işlenen organik, bulunmuş sesler, katmanlı döngüler ve çağrışımsal kompozisyonlar günümüz müziğinin yapıtaşlarından olmaya devam ediyor. Birbiri ardına kendilerini ülkelerinden uzakta, aynı New York laboratuvarında bulan Arel ve Mimaroğlu, öğrendikleri ve keşfettikleri bu yeni lisanın sağladığı özgürlükle 20. yüzyıl teknolojisinin ve müziğinin en ön saflarında çalışıyordu. Günün imkânlarıyla laboratuvarda manyetik şeritleri kesip hesaplar yaparak sabahlıyor, çağdaş elektronik müziğin temellerini atarak müzik tarihinin geleceğini değiştiriyorlardı. Yeniyi arıyorlardı, gelecek kuşağı hazırlıyorlardı; hâlâ da hazırlamaya devam ediyorlar.