Casper Clausen (Efterklang) seçti: 15 yılın ardından “Crossing The Bridge”e bir bakış

“2004 hem Bant’ın kurulduğu hem de Efterklang’ın ilk albümünü yayınladığı yıldı. Bu sebeple Bant’ın başladığı zamanlardaki İstanbul müzik sahnesi için, 15 yılın ardından Crossing The Bridge filmine bir bakalım…”

-Casper Clausen

15 yıl önce, 15 yıl sonra: “Crossing The Bridge: The Sound of İstanbul”

Hazırlayan: Cem Kayıran – İllüstrasyon: Mert Tugen

Danimarkalı deneysel pop grubu Efterklang, geride bıraktığımız 15 yılda defalarca İstanbul’da ve dergi sayfalarında konuk ettiğimiz gruplardan biri. Grubun Türkiye müziklerine de merakını halihazırda bildiğimiz üyesi Casper Clausen, özel sayımız için bizi nostaljik bir yönde doğrulttu: Crossing The Bridge belgeseli.

Fatih Akın’ın yönettiği, ikonik endüstriyel rock grubu Einstürzende Neubauten basçısı Alex Hacke’nin anlatıcısı olduğu Crossing The Bridge: The Sound of İstanbul belgeseli, çekildiği 2004 yılında İstanbul’daki müzik sahnesine dair kapsamlı bir anlatı sunuyor. BaBa Zula, Sezen Aksu, Replikas, Ceza, Duman, Orhan Gencebay, Selim Sesler, Müzeyyen Senar, Siyasiyabend, Aynur, 2005’te vizyona giren ve sonrasında birçok dünya festivaline katılan belgeselde şarkıları ve hikâyeleriyle yer alan isimlerden. 

Yalnızca konser salonlarının, ihtişamlı stüdyoların ürünü olan müziğin değil, şehirde hayat bulan hemen hemen tüm alt kültürlerin peşine düşüyor. Bir dönemin resmini çekerken, bu noktaya nasıl gelindiğini de anlatısına katıyor. Birçoklarına ilham kaynağı olan söyleşileri, performansları ve anlarıyla; türlü dertleri ve gerçek hisleri perdeye yansıtıyor. Bant adıyla başlayan dergi serüvenimizin ilk sayısında BaBa ZuLa sahnelerinin çekimini ziyaret etmiş olmamız itibariyle de bizim yolculuğumuzda Crossing The Bridge’in özel bir yer işgal ettiğini belirtmekte fayda var.

Dönemin ruhunu ve filmin neler ifade ettiğini bir kez daha hatırlamak adına belgeselde karşımıza çıkan müzisyenlerden Murat Ertel, Gökçe Akçelik ve Ayben’den hislerini ve düşüncelerini bizlerle paylaşmalarını istedik.

“ÇOK İYİ HATIRLIYORUM, BİR GÜN OTOBÜSTE ORTAKÖY’E DOĞRU GİDERKEN ROLL’DA OKUDUĞUM HABERDE FATİH AKIN’IN İSTANBUL MÜZİĞİYLE İLGİLİ BİR BELGESEL ÇEKECEĞİ GÖRMÜŞTÜM. ÇALIŞACAĞI İSİMLER ARASINDA BABA ZULA’YI DA GÖRÜNCE ÇOK SEVİNMİŞTİM. ROLL’DAN BU HABERİ DUYMAKTAN DOLAYI ÇOK HEYECANLANMIŞTIM.” –Murat Ertel

Fotoğraf: Aylin Güngör

Murat Ertel (BaBa ZuLa)

Filmin yaratılışında kilit rol oynayan isimlerden biri olan Murat Ertel, Crossing The Bridge öncesi dönemden bahsederek hikâyeyi eski Peyote günlerine geri sararak anlatmaya başlatıyor:

Crossing The Bridge öncesi dönemde Peyote’den bahsetmek gerek. Peyote’nin İmam Adnan Sokak civarında olan bir versiyonu vardı. Orada çalmaya başlamıştık ve hoşumuza gitmişti. Daha sonra kulübün işletmecileri ‘Buranın müzik yönetmenliğini yapsanıza’ demeye başladı. Bizim de BaBa ZuLa’yla ilk konserden itibaren çalan yarı İskoç yarı Kızılderili bir kontra basçımız vardı: William MacBeath. Onun San Francisco’da bir barı vardı ve iyi bir yatırım yapmaya karar verdi. William’ın doğum gününde herkese kapalı bir parti yaptık ve o partide dekordan sevmediğimiz kısımları, kazma kürek vahşi bir şekilde parçaladık. Kırdık döktük o gece, sonra da en baştan yaptık. Sahnenin yerini değiştirdik, Peyote’yi tam istediğimiz bir hale getirdik. Orada çalan gruplara birtakım eklemeler yaptık. Mor ve Ötesi zaten çalıyordu, biz ‘Selim Sesler çalacak’ dedik. Biz çalıyorduk, Replikas çalıyordu, Siyasiyabend çalıyordu. Etnik özelliği olan, coğrafyayla, kültürle bağ kuran birtakım müzisyenleri orada ağırlamaya başladık. Orada çalan insanlara karışmaya başladık. DJ geliyordu, ne çaldığını sorup ona nasıl çalması gerektiğini söylüyordum. Bunlar arasında ‘Parçalarda soprano saksafon olmasın’ gibi bir notum vardı, çocuk da ‘Peki’ demişti. Çaldığı bir parçada soprano saksafon solosu vardı, gidip çocuğa bana söz verdiğini hatırlattım. ‘Ben nereden bileyim burada soprano saksafon solosu olduğunu’ demişti. Ben de onu ‘Ne biçim DJ’sin sen. Çaldığın parçanın içinde 30 saniye soprano saksafon solosu var, bilmediğin şarkıyı niye çalıyorsun?’ diye azarlamıştım. Bu kadar karışıyorduk çalan müziğe, böyle komik hikâyeler de oluyordu.”

BaBa ZuLa’nın kırıp dökerek yeniden inşa ettiği Peyote, yönetmen Fatih Akın’ın filmde yer verdiği müzisyenlerin büyük kısmıyla tanıştığı mekân olmuş:

“Sonra öğrendik ki Fatih Akın gelip bizi izleyenler arasındaymış, Peyote’ye takılıyormuş. O filmde Peyote’de çalan isimleri kullandı; filmdeki ağırlıklarını hissedebilirsiniz. O günlerde Brenna’yla Selim Sesler’i biz tanıştırmıştık. Andon’da çalıyorduk Zen olarak. ‘Üst katta birisi çok güzel çalıyor, tanışın’ demişti oranın yöneticisi Şule Ateş. Baktık bir adam fasıl yapıyor, Selim Sesler’miş meğerse. Zen’le çalmaya başladı. BaBa ZuLa oldu, onla da çalmaya başladı. Brenna MacCrimmon bizim konserlere gelip kaset kaydediyor, sonra da bize hediye ediyordu. ‘Ay ne kadar iyi bir insan, biz kaydetmiyoruz konserleri, o kaydediyor’ dedik, arkadaş olduk, bizle şarkı söylemeye başladı. Derken, o Selim Sesler’le tanışmış oldu ve bir ilişki kuruldu. Brenna aldı Selim Sesler’i Kanada’ya turnelere götürdü. Fatih Akın’ın Duvara Karşı filminde Selim Sesler’in bir şarkısı kullanıldı. Selim Abi’ye bu şarkıyı Brenna’yla değil başka biriyle yaptığı için kızmıştım. Aldattı bence Brenna’yı orada.”

“Fatih kendisi seçiyordu belgeseldeki müzisyenleri. Herkesten albümler topluyordu, bize de sordu. Biz de ona türlü kasetler, albümler veriyorduk. Çok net hatırlıyorum, Fairuz Derinbulut’u vermiştim ve ‘Bak bu grup filmde olmalı’ demiştim. Sonra onları seçmedi. Jenerikte öyle bir geçirdi ismini ama yer vermedi. Sonra da Brenna’nın o filmde olması gerektiğine dair onu ittirdiğimi de hatırlıyorum. Başka da hiçbir konuda ısrar etmedim, sevdiğim şeyleri önerdim. Yüzlerce albüm dinliyordu, onların arasında ben de 10-15 albüm katmışımdır. ‘Keşan ne alaka? Bu İstanbul filmi’ dediğimi hatırlıyorum ama çok heyecanlanmıştı Roman müziğinin izini Selim Sesler üzerinden sürme fikrinden.”

O dönem Türkiye’deki dinleyici profilinin, yaptıkları müziğe, hatta belgeselde yer bulan müziklere karşı pek de ilgili olmadığını söylüyor Murat Ertel ve bu profili şöyle tanımlıyor:

“Coğrafi-kültürel bağ kuran yeni kuşak müziklerden utanılıyordu. ‘Türkçe rock müziği yapılabilir mi?’ gibi paneller yapılıyordu. İnsanlar rock müzik ve buraların müziğini ayrıştırıyordu. Nedense Erkin Koray ve Barış Manço rock sayılmıyordu. Bilmiyorum insanlar ne düşünüyordu. Göbek atmaktan utanç duyuluyordu. Ayrıştırma vardı. Sazdan nefret ediliyordu. Bana büyük eleştiriler geliyordu. Zen’in büyük bir izleyici kitlesini kaybetmesine sebep olmuştu daha fazla saz çalmam. Bazı insanlar konserlerimize gelmemeye başladı. O yıllarda hem Zen hem BaBa ZuLa vardı. Zen’ciler ve BaBa ZuLa’cılar olarak ikiye ayrıldı dinleyiciler. Zen dağıldıktan sonra yepyeni bir BaBa ZuLa kitlesi oldu. Eski Zen dinleyicileri, BaBa ZuLa’nın ticari müzik yaptığı fikrine sahip oldular ama biz kafamızın dikine gidiyorduk. İnsanlara aldırmıyorduk. Tabii o zamanlar Moğollar tekrardan bir araya geldi. Çok alternatif bir hareket gibi duruyordu ama iyi oldu. Pop müziği ya da ana akımı etkileyecek bir hareket gibi değildi. Belli bir çevre, alternatif akımın bir kolu onu sahiplenmişti. Diğer kol acayip batıcıydı. Herkes İngilizleri, Amerikalıları dinliyor, onlar gibi müzik yapmaya çalışıyordu. Sampling yaygınlaşmıştı ama yine batıdan yapılıyordu. Birkaç kişi vardı buralardan sampling yapan. Biz ikisini de yapmıyorduk. Türkiye’den, Orhan Gencebay’dan ya da Zeki Müren’den sample yaparak onlardan daha iyi bir müzik yapmak mümkün değil. Ya da James Brown’dan bir sample kullanarak… İnanmıyorum, görmedim. Biz kendi kendimizden sample alıyorduk. BaBa ZuLa’nın en büyük farkı buydu.”

“ALEX HACKE’YLE DE ELEKTRİĞİMİZ ÇOK İYİ TUTTU. BİZİM BASÇIMIZ YOKTU, ‘SEN ÇALSANA’ DEDİK, O DA ÇALDI. SONRA BİR SÜRÜ DEFA ÇALDIK, KAYITLAR YAPTIK. BERLİN’DE, İSTANBUL’DA, AVRUPA’DA BİR SÜRÜ YERLERDE ÖZEL PROJELERLE KONSERLER VERDİK.” –Murat Ertel

Fotoğraf: Aylin Güngör

Fatih Akın ve Alexander Hacke’yle iletişimlerinin proje için kritik olduğunu belirten Murat Ertel, ilk toplantılarında yönetmenin hiçbir fikri olmamasına rağmen iyi bir iş çıkacağına inandıklarını anlatıyor:

“Fatih Akın’ın ünü yükselmeye başlamıştı. Ödül alınca iyice patladı. Çok iyi hatırlıyorum, bir gün otobüste Ortaköy’e doğru giderken Roll’da okuduğum haberde Fatih Akın’ın İstanbul müziğiyle ilgili bir belgesel çekeceği görmüştüm. Çalışacağı isimler arasında BaBa ZuLa’yı da görünce çok sevinmiştim. Roll’dan bu haberi duymaktan dolayı çok heyecanlanmıştım. Levent’le ne yapacağımızı düşünmeye başladık, sonra Fatih gelip bizimle bağlantıya geçti. Londra Oteli’nde tanıştık, çok tatlı bir insan ve hemen samimi olduk. 40 yıllık arkadaşımız gibi hissettik ve filmin şahane olacağına inandık. Daha film hakkında hiçbir fikri yoktu! ‘Hiçbir şey bilmiyorum, yalnızca İstanbul müziği hakkında bir belgesel yapmak istiyorum. Einstürzende Neubauten basçısı Alexander Hacke var, o da bir anlatıcı olacak. Film hakkında yalnızca şunu söyleyebilirim, iki sahne var aklımda olan: biri giriş, diğeri de final. Girişte İstanbul’un tepesinden helikopterle bir çekim olacak. Sonunda da sizin ‘Cecom’ isimli bir parçanız var, onla final yapmak istiyorum’ dedi. Sözünü de tuttu. Elektriğimiz tuttu ve hâlâ da tutar.”

“Alex Hacke’yle de elektriğimiz çok iyi tuttu. Bizim basçımız yoktu, ‘Sen çalsana’ dedik, o da çaldı. Sonra bir sürü defa çaldık, kayıtlar yaptık. Berlin’de, İstanbul’da, Avrupa’da bir sürü yerlerde özel projelerle konserler verdik. Bu keyifli ilişki de Crossing the Bridge filminin setinde başladı.”

Dosyanın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:69’a ulaşabilirsiniz.