Zamanın yüzeyine çıkmayı beklemek: Dahomey

Yazı: Asya Yigit

74. Uluslararası Berlin Film Festivali’nden (Berlinale) Altın Ayı ödülü ile ayrılan Dahomey, politik olanla şiirselliği muazzam bir şekilde bir araya getirmesine alışkın olduğumuz Fransız-Senegalli sinemacı Mati Diop’un imzasını taşıyor. 43. İstanbul Film Festivali programında yer alan 67 dakikalık belgeselde, 1892 yılında Fransız sömürgesi tarafından Afrika’daki Dahomey Kırallığı’ndan yağmalanan yaklaşık 7000 sanat eserinin 26 tanesinin, Kasım 2021’de bugünkü adıyla Benin Cumhuriyeti’ne geri gönderilmesi süreci anlatılıyor.

*Bu yazı, henüz Dahomey belgeselini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.


Zaman dilimi ve mekân

Atlantik, yaranın kıyıları. Kasım 2021, Paris’ten Benin’e. Sanat eserlerinin taşındığı dönemde olsak da bakışın yönü bizi geçmişe ve geçmişin yeniden şekillendirilmesi ile bugüne ve sorulan sorularla geleceğe götürüyor.

Konu nedir?

“Ben gitmedim burdan, burdayım. Unutmuyorum!”

Sömürgeciliğin Avrupa müzelerinde varlığını hâlâ sürdüren sanat yağmasını pür ve lirik bir şekilde aktaran Mati Diop, şiirsel dilini bu kez de bir sanat eserinin bakışı üzerinden ekrana taşıyor. Dalgalarla açılıp dalgalarla kapanan hayaletimsi bu belgeselde, köklerinden koparılan 26 sanat eserinin ülkelerine geri gönderilmesi anlatılıyor. Her biri büyük boyutlara sahip olan olan bu eserlerin dikkatli bir şekilde paketlenmesi, kargolanması ve sergilenecekleri müzede kutuların açılıp içindekilerin sınıflandırılması gibi işlemlerin arasında birden geçmişten ürpertici bir ses, 26 numaralı eser dile gelir. Karanlıkta kalan ve rüyalarının içinde kaybolan Kral Ghezo zamanın yüzeyine çıkar ve bütün süreci onun bakışından takip ederiz.

Eserlerin taşınma sürecine, bu eserlerin iade edilişinin Benin’de nasıl karşılanması gerektiğini tartışan Abomey-Calavi Üniversitesi öğrencileri eşlik ediyor. Mati Diop bu eserlerin eve dönüşünün nasıl bir etki yaratacağını detaylı bir şekilde inceliyor. Bir bayram havasına bürünen Benin sokakları, geleneksel giysilerle, şarkılarla ve dansla karşılıyor bu eserleri.

İlk intiba?

Yersiz ve yurtsuzluğu münferit bir yerden alıp Atlantik Okyanus’una taşıyan Mati Diop, bu duyguyu 2009 yapımı Atlantics isimli kısa belgesel filminde de yaratmıştı. Yarattığı biçimin anlattığı duyguya hizmet edişi ve ortaya çıkan pür lirizmin gücü de buradan kaynaklanıyor olsa gerek. Atlantics’te görüntünün zerreleri, okyanusun dalgaları gibi ekran boyunca titreşir ve ortaya içinde kaybolunan sisli bir ortam çıkar; öyle bir sis ki gözlerinizi kısarak bakmak zorunda kalırsınız. Aynı biçimsel kaygıyı Dahomey’de de görüyoruz: Hareketsizlik, sessiz anlar ve ürpertici bir ses; geçmişten gelen şiir biraz da ürperticidir, özellikle de zamanın yüzeyine çıkmayı hiç beklemediyse.

Bunun yanında üniversite öğrencilerinin açtığı tartışma konuları oldukça kıymetli. Hâlâ sömürgecilerin diliyle (Fransızca) konuştuklarını söyleyen bir öğrenci kültür ve kimlik konusuna değinirken; yaklaşık 7000 sanat eserinden sadece 26 tanesinin geri verilmesine neden sevinmeli başlığı açılıyor. Başka bir öğrenci bu eserlerin sergilenmesinin, sayıdan bağımsız, kültür ve kimlikle yeniden bağ kurmak için oldukça önemli olduğunun altını çiziyor.

En çok neyi sevdin?

Politik bir kimliği olan bir objenin o kimliğini yeniden kazanarak konuşan ve cevap veren bir bakışa dönüşmesi ve 129 yıl sonra evlerine dönmeleri tek başına güçlü bir imaj.

Bu etkiyi yönetmenin bakışının yanı sıra sanat eserlerinin kendi başlarına yarattıkları imaj da destekliyor. En dikkat çekici eserler bocios, zoomorfik yaratıkları (insan bacaklı bir köpek balığı gövdesi, yarı kuş/yarı insan yaratık) tasvir eden oyulmuş ahşap heykeller ve Dahomey’in hükümdarı Kral Ghezo’nun bir kolunu kaldırmış hâlde duran görkemli heykeli ve bu heykelin izleyiciyi yüzüstü yatar bir pozisyonda karşılaması.

Yaratıldıkları kültürden uzaklaşan bu “melez yaratıklar” sürekli bir yarı işitilmiş yankı olarak; zamansızlık ve yerinden olma duygusunu giymişçesine öylece, sabit, hareketsiz duruyor.

En çok hangi sahneye yükseldin?

Mati Diop’nun kendi deyimiyle “fantazi belgeseli” ile yarattığı ve gerçekliğin büyülü bir yere bağlandığı melezliği çok sevdim. Kadrajına aldığı her şeyin öfkeli bir ruhu var ve bu ruh musallat olmaktan vazgeçmiyor. Bu musallat olma üzerinden en çok yükseldiğim sahne siyah bir ekran üzerinden, esaretin ve yerinden edilmenin yalnızlığını duyduğum ses oldu.

“Zihnimde o kadar çok yolculuk yaptım ki ve bu yabancı yer o kadar karanlıktı ki… Her şey rüyalarımda gördüğüm bu topraklardan o kadar tuhaf, o kadar uzak ki…”

Kimler sever?

Belgesel filmlerde şiirsel dokunuşları seven herkesin Dahomey’i sevebileceğini düşünüyorum.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar… 

Dahomey’de ortaya çıkan bütün soruların ve tartışmaların karşılığı üniversite öğrencileri ve Cotonou sokaklarını dolduran Benin halkı tarafından karşılığını buluyor. Söz konusu sömürge tarihi olduğu zaman bütün tartışmalara eşlik eden hayaletler ve yankısı dinmeyen sesler de eşlik ediyor ve edecek. Çünkü sürekli Atlantics’e ve Kral Ghezo’nun “hepimizin yaraları aynı” dediği yere dönüyoruz; “Atlantik’in yaralı kıyılarında” yüzyıllar boyunca kendi istekleri dışında birçok insan ve nesne yolculuk yaptı, birçoğu geri dönmemek üzere.

Müzikler…

Filmin harika müziklerine değinmeden kapatmak istemem. Yüz üstü yatan, sesi yankılanan ve zamanın yüzeyine çıkmaya çalışan Kral Ghezo’nun kaybolduğu rüyaların ürpertici sesine Wally Badarou ve Dean Blunt’ın ürkütücü müziği bambaşka bir boyut kazandırıyor.