Hafızayı fotoğraf ve nakışla işlemek: Damla Sandal

Röportaj: Zeynep Ayta

Evi barkı olmayan eski fotoğrafları, iğne iplik ile işleyerek hayata döndürüyor Damla Sandal. Kimiyle bir antikacının bavulundan, kimiyle eski bir arşivden tanıştığı insanların hikâyelerini devam ettirirken, sürdürdüğü atölyeler ile bir kolektif üretim imkânı da yaratıyor. 

“Erkekler Çiçektir”, “Arşivde Kaybolduk” gibi bireysel projelerinin yanı sıra, uzun süredir yürüttüğü Hafızayı İşlemek atölyelerinde fotoğrafı nakış ile işleme pratiğini katılımcılarla paylaşıyor. Eski fotoğraflardaki mekânları, insanları iğne iplik ile dokurken kendi yaşamlarımızdan yola çıkmak, hem yeni ile hem eski ile dayanışmak amaç.

Damla Sandal ile üretim pratiğinin çıkış noktalarını, kent hafızası ve toplumsal cinsiyet gibi kurcaladığı meseleleri, hem bireysel üretimlerini hem de Hafızayı İşlemek atölyelerindeki atmosferi masaya yatırdık.


“Sıradan insanların da bu dünyadan geçtiğini dillendirmek istiyorum hep. Resmî tarih anlatılarında yer bulamayan bizler…”


Hayatımızın çok içinden bir materyal ile, fotoğrafla çalışıyorsun aslında ama ona nakış ile “müdahale” ederek bambaşka bir çıktı ortaya koyuyorsun. Nasıl başladı fotoğrafları iğne-iplikle işleme yolculuğun, nedir bu müdahalenin odağı?

Fotoğraf hayatımızın içinden bir parça ama fotoğrafa dair algımız zamanla değişti. Bugün albüm hazırlama, fotoğraf bastırma alışkanlıklarımızı neredeyse yitirdik. Basılı olanın yerini dijital aldı. Ânı ve anıları saklama yöntemlerimizin değişmesinin yanı sıra poz verme, fotoğraf çekme alışkanlıklarımız da başkalaştı. Dijitalde poz sınırı yok. Fotoğrafı çeken de çekilen de bu sınırsızlığın, tekrarlanabilirliğin rahatlığına alışmış durumda. 

Eski fotoğraflarla ilk karşılaşmam ise üniversiteye geldiğim yıllarda oldu. Kadıköy’de yaşıyordum ve arkadaşlarımla sık sık sahafları, antikacıları geziyorduk. O dönem okuduğum, sevdiğim kitapların bir de ikinci el olanlarını alırdım. Başkası nasıl okumuş, hangi cümlelerin altını çizmiş merak ederdim. Yeniden kullanmak üzere çantalar, takılar da alıyordum. Esasen kitap ve takı ararken karşılaştım çeşitli kutularda veya bavullarda sergilenen bu eski fotoğraflarla. Tanımadığım onca insanın fotoğrafı bir kutuda öylece duruyordu, yadırgamıştım. Gel zaman git zaman fotoğraflar ilgimi çekmeye başladı. Birer ikişer seçip alıyordum bakmaktan hoşlanacağım şeyleri biriktirme hevesiyle… Özellikle siyah beyaz, kenarları tırtıklı fotoğrafları çok seviyorum. Arkalarındaki notlardan iz sürmeye, kim olduklarını çözmeye çalışıyorum. Onlar, ait olmak istediğim bir zaman dilimden çıkıp gelmiş misafirlerim gibiler.

Zarif bir ruhu var geçmişin. Fotoğraflara baktıkça inceliklerden mahrum kalmış hissediyorum kendimi. Birinin eşyasını satmak da, almak da değişik bir tecrübe. Fazla bağ kurunca bu kadar hakikatin altında kalmak da mümkün. Eskinin bir kokusu olduğu gibi bir ağırlığı da var. 

Zaman içinde farklı sahaflardan aynı kadının fotoğraflarını bulmaya başladım. Fotoğraflarının bu kadar dağılmış olması başta hüzünlü gelmişti. Sonra hüznü terk ettim. Yaşantımıza, varoluşumuza, gözümle gördüğüm bedenimle tecrübe ettiğim eşitsizliklere dair eyleme geçmek isteyen Damla’ya “Bu fotoğraflar senin dilin olsun” dedim. Öyle pek de düşünmeden, kendime danışır gibi, kendimle dayanışır gibi; dertlerim, zevklerim, hikâyelerim üzerinden kurduğum bir nakış dili oluşturdum. Müdahalelerimin odağı burada saklı.

Sıradan insanların da bu dünyadan geçtiğini dillendirmek istiyorum hep. Resmî tarih anlatılarında yer bulamayan bizler… Ne kadar gerçeğiz ve fotoğraflarımız şehrin dört bir yanında… Benim bu müdahalelerle yapmak istediğim şey özünde bir dayanışma. Bulduğum fotoğraflardaki mekânlar ve insanlar geçmişten; bense bugünden çıkageliyor ve güçlerimizi birleştiriyoruz. Birlik olup hikâyemizi anlatıyoruz. İğne, iplik, fotoğraflar ve Damla olarak çıktığımız bu yol ise beni de şaşırtmaya devam ediyor. 

Müdahale yönteminin neden nakış olduğuna gelince… Annem liseyi el işlerinin yapıldığı bir okulda okumuş. Onun ellerinden çıkma bir sürü kanaviçe var evde. Bir sürü kermes fotoğrafı, nakışlar, kanaviçeler, danteller… Annem ona biçilmiş bu rolü bir görevi üstlenir gibi üstlendi ve şahane kanaviçeler işledi. Taşındıkça aşınan bir sandığımız vardı. Anneme ait her şey onun içindeydi. Küçükken o sandığı ara ara döker muhabbet ederdik, çok keyif alırdım. Ben annemin düzinelerce işleme yaptığı bu geleneksel yöntemi aldım, bozdum ve yeniden kurmak istedim. 

Bir sanatçı olarak uğraştığın işlerle sivil toplum çalışmaların da örtüşüyor. Örneğin Kadıköy sokaklarına yerleştirdiğin nakışlı fotoğraflar bir harika. Kent hafızası gibi mesele edindiğin konulardaki savunuculuğunu sanatla nasıl birleştirdiğinden bahsedebilir misin biraz?

Sanıyorum her şey kente dair ufkumu açan Karakutu Derneği ile tanıştıktan sonra başladı. Karakutu, hafıza yürüyüşleri düzenleyen, gençler arasında akran eğitimi diyebileceğimiz bir yöntemle kenti keşfetmeyi sağlayan bir sivil toplum kuruluşu. İçinde yaşadığım şehre, İstanbul’a bakmanın ötesinde görmeyi, dokunmayı da mümkün kıldı. Hikâyeyi de mekânı da geçmişle yüzleşme için bir enstrüman olarak kullanabileceğimin farkına vardım. Ardından sözlü tarih ve fotoğraflar geldi. 

Karakutu ile çıkardığımız ilk İstanbul rotası Beşiktaş’tı. Ben de bu rota için Beşiktaş Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) binasının hikâyesini yazmak istedim. Yıllarca düzenlediğimiz Hafıza Yürüyüşlerinde Beşiktaş’taki eski DGM binası üzerinden “ifade özgürlüğünü” anlattım. 90’lı yıllarda bu binada Yaşar Kemal yargılanmış. Önünde nice aydın, sanatçı, aktivist destek için beklemiş. Bugün artık DGM’ler yok. Yasaların adları, numaraları çoktan değişti. Ama mekânların da insanların da mücadelesi devam ediyor. Kişisel tarihim açısından önemli bir yerdi Beşiktaş DGM binası. Yazdığım ilk anlatı olması açısından da biricik kalacak hep.

Karakutu’daki kent yürüyüşü ve anlatıcılık deneyimim neticesinde kente ve toplumsal hafızaya dair çalışmalarımı bir “hikâye anlatıcısı” perspektifinden kurdum. Yıllarca Hafıza Yürüyüşlerinde pek çok mekânın hikâyesini yazıp yeni rotalar oluşturduk. Sonra bu rotalar neden nakışlarımla birleşmesin dedim ve işe koyuldum. Kadıköy sokaklarına yerleştirdiğim nakışlar bunun eseri. Nakış işlerimin yanına işin/mekânın hikâyesine dair karekodlar da bırakıyorum. Bırakıyorum ki rotayı takip etmek isteyenler önlerinde durdukları mekân hakkında fikir sahibi olabilsin. 

Beni besleyen en önemli kaynak geçmiş ve geçmişte yaşananlar. Hatırlamanın kentteki iz düşümünü sanat aracılığıyla oluşturmak istedim. İşlerimin sokakta olması, bambaşka insanların yolunu keserek daha önce karşılaşmadıkları figürlerle, bilmedikleri hikâyelerle tanışmaları beni mutlu ediyor. Geçmişle yüzleşmenin, insan hakları ihlallerinin, ayrımcılığın ve toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklerin bilinmesine sanatı aracı ediyorum. Çünkü yaşananları bilmek gelecekte benzer ihlallerin yaşanmaması için bir başlangıç noktası olabilir.

Hafızayı İşlemek Atölyeleri toplumsal cinsiyete de dokunuyor. Atölyenin ilk bölümünde toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri üzerine düşündükten, konuştuktan sonra fotoğraf üzerine nakış tekniklerine geçiyorsunuz. Toplumsal cinsiyet üzerine nasıl diyaloglar gelişiyor orada ve çıkan sonuçları nasıl etkiliyor sence?

Hafızayı İşlemek adını ilk kez Postane’de yaptığımız atölyede dile getirmiş, Ressam Eleonora Arhelaou’nun Salt’taki arşivinden fotoğraflar seçmiştik. Yıllar içinde Eleonora, Beyoğlu’dan Tarlabaşı’na, Karaköy’den Balat’a ve daha pek çok semte uzanan rotasında   Rum mirasının izini sürerek fotoğraf çekiyor. Salt’ın arşivinde 5 binden fazla fotoğraf var. Arşivi gezerken Eleonora’nın bizi fotoğrafları çektiği yıllara ve sokaklara götürmesi şahane bir his. Biraz havaya bakarak yürüyen, geçtiği sokakların, apartmanların adını not eden Damla ile Eleonra arasında benzerlik kurdum arşivi incelerken. İlk atölye için bu arşivden 30 kadar fotoğraf seçmiştim. Hatta atölyenin yapıldığı Postane İstanbul binasının da bir fotoğrafı vardı seçkide. Yani Hafızayı İşlemek Atölyesi’nin yolculuğu kent hafızası için, kendi hafızası için üretmiş bir ressamın fotoğrafladığı sokaklarla, insanlarla başladı. 

Yaptığım her atölyede farklı bir ritimde ilerledik. Buradaki en önemli etmen katılımcılar. Onların duyduğu merak, dâhil olma isteği çok belirleyici oluyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kavramsal olarak ele almıyoruz ancak fotoğraflarda yer alan özneler ya da fotoğrafı çeken kişinin/kişilerin cinsiyet kimliği, cinsel yönelimi, mensup olduğu gruplar, maruz bırakıldığı ayrımcılıklar üzerinden konuşuyoruz diyebilirim. Bu nedenle katılımcılara sunduğum seçki, onların işlemek istediği fotoğraflar, kullandıkları renkler yapbozun bir parçası gibi. 

Kim olduğumuzu, neden bu atölyede bir araya geldiğimizi anlattığımız noktalardan bile patır patır patlatıyoruz eşitsizlik baloncuklarını… Katılımcının fotoğrafı seçişi, yorumlayışı, kurduğu bağ ve onu anlatış biçimi gündelik yaşamda, aralarda derelerde yitenlerin ya da sürekli altı çizilenlerin bir yansıması oluyor. Böyle kolektif üretimlerin güzel yanı da bu. Sessizlikte yitip gitmek üzere olanla çığlık atmaktan yorgun düşmüşler karşılaşıyor… Anlattığımız hikâyelerde, işlediğimiz nakışta, sakladığımız yüzde, kondurduğumuz bir çiçekte bu eşitsizlikleri görmek mümkün. Tüm bunları usul usul, ince ince işleyerek yapıyoruz. Sanatın şaşırtıcı yanının da bu olduğunu düşünüyorum.


“Barınma, beslenme, eğitim gibi bir ihtiyaç sanat da; ancak çoğunlukla lüks olarak görülüyor. Yerel yönetim ve sivil toplum bu noktada önemli aktörler. Bir sanatçı olarak imkânlarım ölçüsünde dâhil olmaya çalışıyorum.” 

Atölye katılımcılarının süreçteki deneyimleri de merak konusu. Buluntu fotoğraflarla çalışmanın, geçmişteki yüzlerle bağ kurarken bir yandan da şimdiyi işlemenin terapötik bir tarafı da olmalı. Sanatla iyileşme hâli söz konusu olabilir mi sence atölyelerinde? Ya da sen ne tür duygularla, yansımalarla karşılaşıyorsun?

Atölyelerimin “iyileştirici” yanından bahsedeceksek öncelikle bende bıraktığı etkiden bahsetmem gerekir. Yaklaşık bir buçuk yıldır neredeyse soluk bile almadan atölyeler veriyorum. Her kesimden, her yaş grubundan bir sürü insanla tanıştım. Bu kısa karşılaşmalar, birinin öğrenme ve yaratım sürecine eşlikçi olmak öncelikle bana iyi geldi. İyileştirdi mi, bilmem ama acıyı dindiren bir yanı var sahiden. Fotoğrafı işlemek de senden çıkan el emeği bir nakışı bitirip duvarına asmak da böyle bir etki yaratıyor. Diğer yandan kolektif bir üretim söz konusu bunun da bizi sağalttığını düşünüyorum.

Atölye katılımcıları fotoğraf seçimlerini yaparken ayrı bir heyecan duyuyorum. Sunduğumuz seçkide benim için yeri ayrı fotoğraflar mevcut. Katılımcılardan biri sevdiğim bir fotoğrafı seçince hemen kanım kaynıyor. Bazıları inanılmaz güzel çalışmalar çıkarıyor ortaya. Bağcılar’da yaptığım bir atölyede iki kız kardeşin benzer bir yorumla yaptığı işler var mesela onları çok beğenmiştim.

Fotoğrafı seçme işinden sonra, eğer kalabalıksak önce heyecanla karışık bir gerginlik dalgası yayılıyor. Ben genel bir açıklama ile anlatsam da herkesle tek tek ilgilenene kadar karmaşık seslerin duyulduğu, benim oradan oraya koştuğum bir süreç yaşıyoruz. Bir süre sonra katılımcılar ne yapacağına karar vermiş ve iğne iplikle gerekli yakınlığı kurmuş oluyor. O anlarda bir sessizlik çöküyor işte. Herkes kendi dünyasından yola düşüp elindeki fotoğrafı, iğneyi, ipliği aracı ederek yeni bir şey üretmenin kabuğuna çekiliyor. O sessizliği çok seviyorum. İnsanları böyle sakin sakin nakış yaparken gördüğüm seferlerde “bir fotoğrafa bata çıka işledikleri şey onlara iyi geliyor” diye düşünüyorum. Bazı atölyelerin iki buçuk-üç saat sürdüğü oluyor. Atölye sonunda derin bir uykudan uyandırmış gibi hissediyorum katılımcıları. 

Atölyelerime defalarca gelenler, yakınlarını getirenler de var. Sonrasında fotoğraflara nakış yapmaya devam eden, sevdiği birine yaptığı nakışı hediye edenler de öyle. Öğrendiği bu yöntemi bulunduğu alanda yaygınlaştıranlar da… Atölyelerime katılan öğretmenler kendi sınıflarında “Hafızayı İşlemek” ismiyle benzer uygulamalar yapıyorlar. Ben de gördükçe mutlu oluyorum.  

Atölyeleri yürüttüğün yerler daha çok belediyeler ve sivil toplum kuruluşları ağırlıklı. Mekânları ya da iş birliği yaptığın kurumları seçerken nelere dikkat ediyorsun?

Bugüne kadar Postane İstanbul, ÖRAV, Habitat, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Karakutu, Hafıza Merkezi, Lavarla, VEKAM gibi kuruluşlarla çeşitli işlerde birlikte çalıştım. İBB kütüphanelerinde bir yıldan fazladır atölye veriyorum. Avcılar’dan, Kartal’a, Beykoz’dan Beşiktaş’a, Esenyurt’tan Ümraniye’ye neredeyse tüm kütüphaneleri ziyaret ettim. Belediye kütüphanelerinde İstanbulluların ücretsiz ulaşabileceği sayısız etkinlik var. Hafızayı İşlemek Atölyesi de bunlardan biri. Buradaki temel motivasyonum atölyeyi daha erişilebilir kılmak. Kurumlar olmasa İstanbul’un bir ucunda bu organizasyonu yapacak gücü de motivasyonu da bulamam.

Bu bir buçuk yıllık süreçte dezavantajlı mahallelerde çocuklarla ve gençlerle bir araya geldik. Buralarda yaşadığım deneyim de özlediğim bir şeydi. Barınma, beslenme, eğitim gibi bir ihtiyaç sanat da; ancak çoğunlukla lüks olarak görülüyor. Yerel yönetim ve sivil toplum bu noktada önemli aktörler. Bir sanatçı olarak imkânlarım ölçüsünde dâhil olmaya çalışıyorum. Çünkü tanıtım broşüründe yer alan iki saatlik bir atölyeden fazlası yaşadığımız deneyim. Bunu en çok çocuklarla yürüttüğüm atölyelerde farkediyorum. Kimseyi cinsiyet kimliği, yaşı, deneyimi, kökeni, ekonomik durumu nedeniyle dışarıda bırakmayan yerlerle iş yapmaya çalışıyorum. 

8 Mart tarihli atölye için yaptığın duyuruda, katılımcılardan kendi fotoğraflarını getirmelerini istedin bu sefer. Nasıl bir beklentiyle / hayalle / arzuyla yöneldin buna? 

Aslında uzun süredir katılımcılar kendi aile albümlerinden fotoğraflarla katılma isteklerini belirtiyorlardı. Daha önce kendi fotoğrafını getiren ve işleyenler de olmuştu. 8 Mart’taki atölyenin böyle bir konsepti olsun istedim. Katılımcılar kendi aile albümünden bir fotoğrafla gelince daha başka oldu. Kendi yaşantısına, anılarına, ailesinin hikayesine dair kafasında bir anlatı ile gelmişti herkes. Çalışma yapacakları fotoğrafı anlatabilecekleri bir alan oluştu. Benim için de arşivlerde, sokaklarda ulaşamayacağım fotoğraflara ulaşma, üstüne bir de hikayesini dinleme fırsatı yaratıyor böylesi. O nedenle atölyeyi böyle katman katman açma ve çeşitlendirme işini çok seviyorum. 

Hafızayı İşlemek atölyelerinin sonraki buluşmalarında başka yenilikler de olacak mı ya da ufukta yeni atölyeler, projeler de görünüyor mu?

Hafızayı İşlemek Atölyesi format olarak pek çok konuya ve mekâna uyarlanabilir hâlde. Kendi yaptığım nakışlarda kent hafızası, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konulara odaklanıyorum daha çok. Atölyeler bu çalışmaların ardından geldi. Atölyeler sayesinde fotoğrafı ve nakışı seven insanlar olarak çoğaldığımızı hissediyorum. Üstelik yavaş yavaş kendi aile albümlerimizden başlayarak kayıt tutmanın yollarını da arıyoruz. 

Bu işe başlarken bir kucak dolusu buluntu fotoğrafın fotoğrafını çekip şöyle paylaşmıştım : “eski bir şeylerden yeni bir şeyler:)”. O yüzden bu “eski şeyler”, “yeni şeyler”e kapısını hiç kapatmayacak, biliyorum. Atölyem yeni iş birlikleriyle, ortaklıklarla mekânları insanlarla buluşturmaya, bambaşka mevzular etrafında kıymetli arşivlerin derinliklerine dalmaya devam edecek. Sevgili Arsız Ölüm’de Dirmit’in dönüp dolaşıp kurduğu iki cümle var. “Durur muyum? Durmadım.” Ben de böyle “yerleşik bir coşkuyla” ilerliyorum Dirmit Kız gibi.:)

Harika blogunuz Göz Kararı geri dönecek mi? Bu projenin blog formatında ya da başka şekillerde karşımıza çıkma ihtimali var mı?

Göz Kararı, Hafıza Merkezi’nin Hafıza ve Gençlik programı vesilesiyle ortaya çıkmış ve yemeğin, sofranın, tariflerin peşine düşmüş bir projeydi. Temelde etsiz sofraların ve yemek tariflerinin hafızasını tutan bir blog olarak tasarlandı. Göz Kararı ekibi çevresindeki kadınların hikâyelerine odaklanarak tarifler kaleme aldı. Proje bana geldiğinde ilk önce kısır tariflerini okumuştum. Okuduğum gibi annemin yanına koşup bizim evin kısırı nasıl yapılıyor diye sormuş, kayda almıştım. Annemle yaptığım sohbetin ses kaydı hâlâ duruyor. Benim için inanılmaz kıymetli bir sohbetti. Sonra ben Göz Kararı için ekibin tarifleri aldığı kadınların fotoğraflarını nakışladım. O dönem bloga yaptığım nakışlarla görsel destekte bulunmuş, tarif yazmamıştım ama işin peşini bırakmadım. Kent, yemek hafızası, gündelik yaşam, ev içi görünmeyen emek gibi anahtar kelimeler etrafında dolanıp bir tez yazmaya çalışıyorum. İstanbul’da yaşayan kadınlarla görüşüyor, tarifler topluyorum. Göz Kararı ekibinden arkadaşım Zeynep ile de yemek hafızası, mutfak ve tarifler üzerine yaptığımız sohbetlere devam ediyoruz. Bir şekilde Göz Kararı ile başlayan yolculuğumuza, unutulduğunu, unutulacağını düşündüğümüz yöresel yemek tariflerinin hafızasını tutmaya çabalıyoruz. Bu güzel proje farklı formatlarda mutlaka yeniden karışacak aramıza.