Damon Krukowski’nin “duyma biçimlerini” ele aldığı kitabından çıkardığımız notlar

1980’ler sonunun kısa soluklu ama uzun tesirli indie rock gruplarından Galaxie 500’ın dağılmasının ardından Naomi Yang ile Damon & Naomi adı altında ve türler arasında dolaşan bir müzikal birliktelik içerisinde üretimlerine devam eden Damon Krukowski, geçtiğimiz yıllarda birden çok kez konser için İstanbul’da ağırladığımız da bir isim.

Krukowski, müzik kariyerinin yanı sıra müzik, sanat ve teknoloji üzerine The Wire ve Pitchfork gibi mecralara yazılar da yazıyor. 2017’de yayımladığı The New Analog: Listening and Reconnecting in a Digital World adlı kitabının ardından geçtiğimiz aylarda ise MIT Press aracılığıyla Ways of Hearing adlı yeni bir yayın yaptı. Aslında bu son yayın, Showcase için hazırladığı, aynı adı taşıyan ve Bandcamp üzerinden de dinlenebilen altı bölümlük podcast serisinin kitaplaştırılmış halinden ibaret. Ve kitabı ele alınca bir podcast yayınını basılı kitaba dönüştürme motivasyonu üzerinden bile içinde yaşadığımız döneme ve bugünün geçmişle kurduğu ilişkilere dair zihinde çokça kapı açılıyor.

Ways of Hearing bugünün dijital dünyasını dinleme ve duyma üzerinden altı başlık altında kurcalıyor: zaman, mekân, aşk, para, iktidar ve gürültü. Analogdan dijitale geçişin olası tesirlerine ve dönüştürdüklerine dair bu başlıklar üzerinden tartışmalar açıyor. Sesler her türlü mesafeye taşınabiliyor. “Ama bu sesler acaba nasıl duyuluyor?”

“John Berger’in 1970’lerdeki popüler televizyon serisi Ways Of Seeing nasıl izleyiciye dünyayı görme biçimlerini anlatıyorsa, Ways of Hearing de duyduğumuz seslerin zamansallığını, mekânsallığını ve toplumsal anlamlarını araştırıyor.” Kitapta ara bir metin kaleme alan tarihçi Emily Thompson bu cümleyle tanımlamış Damon Krukowski’nin kitabını. Ancak podcast serisini kitaplaştırmasının ardında bir format fetişizmi olmadığını da sözlerine ekleyerek… Podcast ile birlikte basılı mecrayı bir arada kullanmaktaki (bir diğer deyişle, iki farklı mecra kullanmaktaki) motivasyonunun, mesajının etkisini büyütme arzusu olduğunu belirtiyor. Yani post-analog dünyada da mecranın önemine dair mühim bir hatırlatma yapıyor. Podcast’i dinlemeksizin, yalnızca kitaptaki kelimelerin zihinde uyandırdığı seslere kulak vermenin bile nasıl güçlü bir duyu açma egzersizi olduğunu deneyimlemek bu amaca ulaşıldığını kanıtlıyor galiba.

Ways of Hearing’in sayfalarını çevirirken öğrendiğimiz bazı bilgileri ve aldığımız notları aşağıda sizin için derledik:

*A Tribe Called Quest, 1990 tarihli hiti “Can I Kick It?”i yazarken Lou Reed’in “Walk on the Wild Side”ının basını sample’ladı ve Lonnie Liston Smith’in bir albümünden aldığı davul loop’unun üzerine döşedi. Ancak A Tribe Called Quest’in bunu yapabilmek için parçanın tüm haklarından vazgeçmesi gerekti. Evet, grubun “Can I Kick It?” hitinin tüm telifi Lou Reed’e ait. Hepsi.

*Adobe’un “Photoshop’un ses versiyonu” olarak tanıtılan yazılımı Project VoCo’nun metinleri kendi sesinizle okuyabilmenizi sağlayan ve geliştirilmekte olan programlama teknolojisi, güvenlik bakımından masaya yatırıldığı gibi podcast’çiler ve sesli kitap editörleri arasında da hararetle tartışılmaya devam ediyor.

*Kitapta Damon Krukowski’nin podcast yayınına konuk olmuş, “Vanishing New York” adı altında kent üzerine bir blog hazırlayan Jeremiah Moss ile tanışıyoruz. 1990’lardan bu yana New York üzerine çalışan ve onu gözlemleyen Moss, şehrin dönüşüm hızını ve kontrol edilmezliğini tarif ederken yeni bir terim kullanıyor: “hiper-soylulaştırma”. Moss, New York’taki bir binaya özellikle dikkat çekiyor: Yaşayanların arabalarını evlerine çıkarmalarını sağlayan bir araç asansörüne sahip olan binayı “dikey banliyö” olarak tanımlamış.

*Büyük şehirlerin hiper-hızdaki dönüşümü sokaklardaki gürültü seviyesini de haliyle olumsuz yönde etkiliyor. Bu noktada Damon Krukowski’den güzel bir tespit gelmiş: “Tıpkı 1920’lerde olduğu gibi bugün de iç mekân sesiyle refüjler yaratıyoruz. Ancak dijital cihazlarımız iç mekân tanımını sokaklara taşımış durumda. Kamusal mekânlarımızı ses aracılığıyla özelleştiriyoruz.”

*“Aşk” başlıklı bölümde Damon Krukowski, Frank Sinatra’nın sesiyle dinleyiciye dokunabilmesinin temel sırlarını ve mikrofonla mesafelenme tekniklerindeki (yakınlık etkisi deniyor) ustalığını özetliyor. Ancak Sinatra’nın kendinden sonraki jenerasyonun rock’n’roll icracılarına yönelik eleştirileri onların ne dediklerini anlamadığı çünkü şarkıları tane tane okumadıkları yönünde. Oysa ki “tane tane okumasa da” örneğin Mick Jagger’ın sesi aracılığıyla sözcüklerden öte geçen çok yoğun duygulara işaret ediyor Krukowski. “Sesin salt tınısıyla yaratılan duyguları” düşünmeye sevk ettiriyor okuyucuyu.

*99 % Invisible adlı podcast’iyle tanınan Roman Mars, dijitalleşmeyle birlikte telefonun diğer ucundan gelen seslerin kalitesindeki düşüşe dikkat çekiyor. Ama bunun sebebi telefonlardaki mikrofonların kötüleşmesi değil elbet. Cep telefonlarında eski analog telefonlara göre çok daha duyarlı mikrofonlar kullanılıyor. Ama “yakınlık etkisi” faktörü tamamen denklemden çıkmış durumda. Artık herkes aynı mesafedeymiş gibi duyuluyor. Artık telefonlar eski analog telefonlardaki gibi mikrofonlarının aldığı sesi iletmiyor; sesler mühendislerin karar verdiği şekillerde sıkıştırılarak dijital olarak işleniyor. “Önemli olan bilginin iletilmesi” mantığında yaklaşılıyor konuya. Sesin sözcükler dışında yaptığı aktarımları mühim bulmayan cep telefonu iletişimi üzerinden, bizim çıkardığımız başka hangi sesleri mühim bulduğumuz sorusu tartışmaya açılıyor böylece.

*Damon Krukowski’nin annesi, caz şarkısı Nancy Harrow bu mevzuyla telefon flörtü arasında bağlantı kurmuş. Eski telefonların mikrofon gibi kullanılabilmesi, telefona uzaklaşıp yakınlaştıkça, sesi boğuklaştırdıkça çok farklı sonuçlar alınabilmesi, telefon flörtü adına birçok imkân yaratıyordu. Şimdiki telefon flörtleriyse salt sözcüklere mahkûm. Duygu aktarımı yaratan başka hiçbir ses iletimine artık telefonlarda yer yok.

*“Para” başlıklı bölümde müziğe değer biçme konusu masaya yatırılıyor. Dave Grohl’un 2001 yılındaki bir televizyon röportajından, 1999 yılında Shawn Fanning tarafından hayata geçirilen ve 14 milyar dolarlık müzik endüstrisini karşısına alan Napster uygulaması üzerine söylediklerini hatırlıyoruz: “50 milyon albüm satıp 50 milyon dolarlar kazananlar, penny’lerle uğraşmayı bırakın!” Chuck D’nin yorumlarıysa konuya sağlam bir özet getirir nitelikte: “Son 50-60 yıldır sanat odaklı olmayan, avukat ve muhasebecilerle yürütülen bir endüstriden bahsediyoruz. Ben Napster’ın gücü yeniden insanlara teslim ettiğine inanıyorum.” Peki şimdi biraz mesafelenerek bugüne bir bakın, sizce insanların o gücü teslim aldığı söylenebilir mi?

Yazı: Ekin Sanaç