Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’yle dönen ve 6 Kasım’da gösterime girecek olan Ablukadaki karakterlerin paranoya hâlinin toplumsal izdüşümlerine, gerçeklik ve hayal arasındaki muğlaklığa ve filmdeki atmosferle paralellik gösteren güncel siyasi konjonktüre dair yönetmen Emin Alper’le söyleştik. (Not: Söyleşi filme dair spoiler içermektedir ve 1 Kasım seçimlerinden önce gerçekleştirilmiştir.)


Abluka‘da Tepenin Ardı’ndaki paranoya hâlinin biraz daha kişisel ve şehre taşınmış bir hâlini izlediğimiz hissine kapıldık. Bu hikâye kafanızda ne zaman oluşmaya başladı; politik arka planını oluştururken nelerden etkilendiniz?

Teşhisiniz doğru. Tepenin Ardı‘nın konusu daha çok kolektif bir paranoya hikâyesiyken, Abluka’da bireysel düzeyde işleyen bir paranoya ve birbirini tahribe yönelmiş iki karakterin hikâyesi var. Filmin öyküsü uzun zaman içerisinde ve yavaş yavaş şekillendi, ilk olarak 2000’lerin başında kafamda oluşmaya başlamıştı. Ana hatları Tepenin Ardı‘ndan önce çıktı ama daha büyük bir prodüksiyon gerektirdiği için kenara koymak zorunda kalmıştım. Fikrin ortaya çıkışı üniversite yıllarının tecrübesi, 90’lı yılların sonu ve o zamanlar yaşadığımız politik havanın ilhamıyla gerçekleşti. Filmin atmosferi tam anlamıyla 90’lı yılların havasından esinlenerek oluştu. Başlangıçta iki farklı hikâye gibiydi Kadir’le Ahmet kardeşlerin hikâyeleri. Zamanla hikâyeler değişti, biçim kazandı ve birbirleriyle ilişkiye geçti, yan karakterler girdi ama fon ve atmosfer neredeyse ilk fikrin oluştuğu andan itibaren buna yakın bir atmosferdi.

Kadir ve Ahmet’in dozu gittikçe yükselen bir paranoyanın içine sürüklendiklerine şahit oluyoruz ve bu paranoyanın somut ve bireysel sebeplerini de görebiliyoruz. Ancak bir yandan da bu paranoya hâlini destekleyen mahalledeki abluka durumu var. Siz alegorik açıdan baktığınızda Türkiye toplumundaki birbirine güvensizlik durumunun Abluka‘ya nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz?

Birebir yansıyor. İçinde yaşadığımız politik atmosferin bizi nasıl birbirine güvenemez, paranoyak hâle getirdiği ve bu ruh hâlinin bizi nasıl yer yer delirmenin eşiğine sürüklediği fikri bu filmin de temel ilerletici fikirlerinden bir tanesi. Dediğiniz gibi karakterlerin yavaş yavaş paranoyaya sürüklenmesinin aslında birden çok nedeni var. Bunlardan bazıları kişisel, mesela Kadir’in Meral’le kurduğu ilişki çok önemli bir faktör ya da Ahmet’in kendi kişisel dünyasındaki kırılganlıkları çok belirleyici. Ama bütün bunların yanısıra bu politik atmosfer karakterleri kuşatsın, bu kuşatılmışlık hâli onları yavaş yavaş paranoyak bir ruh hâline doğru itsin istedim. Dışarıdan geçen kamyonlardan Ahmet’in camının çatlamasına, Kadir’in sokakta dolaşırken karşısına çıkan TOMA’lara kadar hepsi bu dünyanın bir parçası. Böyle bir dünyada Ahmet bağlandığı köpeğe tutunmaya çalışırken, Kadir de kaybolmuş bir şekilde bu kaotik dünyaya anlam verebileceği bir komplo teorisi peşinde dolanıyor. Bu anlamda o atmosferle karakterler arasında bazen belli belirsiz bazen daha güçlü hissettiğimiz sürekli bir ilişki mevcut ve atmosfer karakterleri belli bir tarafa yönlendiriyor.

İki karakterin paranoyasının birbirini beslemesi söz konusu ve bunu iletişimsizliğe bağlıyoruz. Karakterler birbirleriyle konuşamadıkça da paranoyanın ve hayalî dünyanın dozu yükseliyor. Toplumsal anlamda düşünürsek paranoyalarımızın temel sebebinin iletişimsizlik olduğunu söyleyebilir miyiz?

Buradaki iletişim eksikliğinin arkasında hem bireysel, hem pratik nedenler olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet’in beklentileriyle abisinin beklentilerinin çok farklı olmasının da burada bir rolü var. Ahmet’in hayatında hiç önemli olmamış bir karakter birden hayatına girmeye çalışıyor, bu işin bireysel kısmı. Toplumsal kısmına gelecek olursak da modern toplumun insanı atomize etmesi ve yabancılaştırması durumu var. Tepenin Ardı‘nda da iletişim eksikliği vardı ama ben her iki taraf için de iletişim eksikliğini yaratan şeyin daha çok korkularımız ve güvensizliğimiz olduğunu düşünüyorum. Ahmet söz konusu olduğunda böyle bir korku onun içine kapanmasına yol açıyor. Kendi yaptığı köpek öldürmek işiyle, köpeğe yönelmekle açığa çıkan duygusal zaafı arasındaki ilişki onu daha tedirgin, daha korkak yapıyor. Köpekle kurduğu ilişki öğrenilsin istemiyor. Bu durum onun için hem bir zaaf hem de işini doğru yapmaması sebebiyle işini kaybetmesi anlamına gelebileceği için, Ahmet’in içe kapanması büyük ölçüde bizim toplum olarak içinde bulunduğumuza daha yakın bir güvensizlik, korku ve içe kapanma hâliyle ilişkili diyebilirim.  Kadir ise aslında iletişim kurmaya çalışan, daha mütecaviz olan, kardeşinin dünyasına saygı göstermeyen, sürekli onun dünyasına girmeye çalışan taraf. O da başka bir memleket tipolojisi. Ağabeylik pozisyonuyla bunda hak gören, sahip çıktığını düşünen ama Ahmet üzerinde otorite kurmaya çalışan, onu sahiplendiğini söylerken aslında için için kıskanan, Meral’e karşı hissettiklerini kardeşine yansıtıp onu âdeta kontrol etmeye çalışan bir tip olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu tavrı da Ahmet’in onu daha da itmesine neden oluyor.

Image

Öte yandan Kadir’in sırtına binen ve o paranoyayı besleyen bir devlet mekanizması var.

Aslında Ahmet için de durum öyle. Ahmet’in hikâyesi daha alegorik, Kadir’in hikâyesi daha doğrudan bir hikâye. Az önce bahsettiğim hem bireysel hem atmosferden kaynaklanan nedenlerin yanında bir de otoriteyle kurdukları ilişki nedeniyle bu karakterlerin paranoyaya sürüklenmesi durumu var. Kadir’in üzerinde açık bir baskı var ve belki de bu baskı onu bir an önce bir senaryo kurmaya yöneltiyor. Aynı şey bence Ahmet için de geçerli. Ahmet’in de belediye görevlisi Vahap’la olan ilişkisi bir kırılma noktası. Vahap’ın onu odaya aldığı ve karıştırarak ezdiği sahnede aslında bayağı bir sarsıntı geçiriyor Ahmet. O sarsıntıdan sonra suçluluk duygusunun daha da arttığını ve köpeği korumak için daha yoğun bir çabaya girdiğini görüyoruz.

Filmlerinizde toplumsal paranoyayı erkekler dünyasının içinde örülen ve beslenen bir olgu olarak gösteriyorsunuz. Sizce bu erkekliğe özgü bir durum mu? Eğer öyleyse bu evrensel bir durum mu yoksa filmlerinizdeki erkekler Türkiye toplumuna ait belli kodları da barındırıyor mu içlerinde?

Bu paranoyanın erkeklere özgü bir şey olduğunu düşünmüyorum ama iki filmde de politik şiddet bir şekilde gündemde olduğu için erkekler kendiliğinden öne çıkıyor, paranoya olgusu nedeniyle değil. Paranoya bu karakterleri hareket etmeye zorluyor, bu hareketten bir şiddet doğuyor ya da şiddeti çağıran hareketler ortaya çıkıyor. Belki bu nedenle erkekler kendiliğinden öne çıkıyor, yoksa paranoyak senaryolar kurmak tabii ki cinsiyetlere özgü bir özellik değil. Tepenin Ardı’ndan sonra çok erkeklerle dolu bir film olduğu söylendi, bazıları bunu çok eleştirdi. Abluka’da kadın karakter olabilir mi diye çok zihin jimnastiği yaptım, ama bu karakterler icra ettikleri meslekler itibariyle de kadın olamazlardı. Birisi çöp toplayıcısı, öbürü de köpek avcısı. Bu nedenlerle karakterlerin erkek olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’ye topluma özgülük sorusunun cevabı ise hem evet, hem hayır. Bu karakterler bir yönüyle evrensel, politik şiddetin olduğu her yerde buna benzer bir hâl olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan yerli karakterlerden, yerel gözlemlerden beslendiğimiz için buradan bir şeyler taşımaması düşünülemez.

Bu toplumsal güvensizlik hâli Türkiye’de daha da keskin bir şekilde yaşandığı için belki de daha açık bir şekilde karakterlere yansıyor olabilir mi?

Aynen öyle; dünyanın farklı yerlerinde olan şeyler bizde çok daha keskin bir şekilde yaşanıyor demek en doğrusu.

Kadın karakterlere dönersek, sinemanızda kadın karakterlerin erkeklerin içindeki ikiyüzlülüğü, cinsel takıntıları ortaya çıkaran birer turnusol kâğıdı görevi gören ama bir yandan da daha edilgen karakterler olduğunu düşünüyoruz. Filmlerinizdeki kadınlar için siz ne dersiniz?

Cinsel takıntı konusu önemli. Bu bizim erkeklik halimizin önemli bir meselesi. Aynı zamanda yine meseleyi biraz daha yerli kılan bir şey. Bizdeki erkeklerin cinsel takıntısı bence daha uç noktalarda. Cinsel takıntının getirdiği öfke, kıskançlık hâli ve buradan türeyen çatışmalar Tepenin Ardı‘nda da Abluka‘da da ortak noktalar. Bence Tepenin Ardı‘nda Meryem çok pasifti ama bu filmde Meral o kadar pasif bir karakter değil. Tabii Meral’i Kadir’in gözünden görüyoruz, Kadir’in bakışı dışında bir varoluşu olduğunu söyleyemeyiz ama bütün karakterler için aynısını söyleyebilirim; bütün yan karakterler iki ana karakterin gözünden görünüyor. Ancak Meral’in Kadir’in dünyasına çok daha alt üst edici bir etkisi olduğunu düşünüyorum, o yüzden daha aktif zaten. Belki Meral’i çok eylerken görmüyoruz ama varoluşuyla bile daha aktif bir rol üstleniyor. Kadir’deki suçluluk duygularını ve kardeşine yönelik kıskançlık hissini canlandırıyor ve bir taraftan da Kadir’in saf tutmasına ve belli bir şaşkınlık yaşamasına neden oluyor. Belki de Kadir mümkün olsa, böyle bir talep gelse Meral’e yardım edecek. Belki de ona gerçekten yardım etmek istiyor ve bunu yapamadığı için daha da hınçlanıyor. Bundan sonrası zaten tamamen cinsel fanteziler, belki de Meral’in Ahmet’in evinde saklandığına dair fantezileri de bunun ürünü. Meral’in Ahmet’in evinde saklanıyor olmayı tercih etmesi belki de Kadir’i öfkelendirecek ve bilinçaltında bir şekilde kardeşini yok etmeye sürükleyecek.

Image

Filmde gerçeklik, kâbus ve sanrı birbirine karışıyor, senaryo zaman atlamaları sebebiyle gittikçe karmaşıklaşıyor. İzleyici açısından da neyin gerçek, neyin hayal olduğu belirsizleştiğinden karakterlerdeki paranoya hâli izleyiciye de sirayet ediyor. Sizi bu tercihi yapmaya iten neydi?

Tepenin Ardı her ne kadar bazı şeyleri gizli bıraksa da daha objektif ve tepeden bakan bir göze sahipti. Karakterlerin arasındaki ilişkiler ve çatışmaları biraz daha mesafeli izliyorduk. Abluka’da ise karakterlerin biraz daha gözüne girmeyi tercih ettik. Hikâye en başından beri karakterlerin sanrıları ve fantezileriyle birlikte oluştu. Bunları seyircinin de paylaşması çok önemliydi. Tabii bir taraftan da seyircinin yolunu kaybetmemesi de gerekiyordu. Bu konuda farklı tepkiler geliyor, tamamen yolunu kaybedenlerin de olduğunu görüyorum. Aslında geriye dönüp bazı sahneler düşünüldüğünde neyin rüya neyin gerçek olduğu birkaç sahne dışında belirginlik kazanıyor, hem senaryo hem de kurgu aşamasında buna dikkat ettim. Filmin yapısı da böyle, karakterlerin dünyalarına teker teker girerek o dünyaya daha yaklaşmamızı sağlıyor. Önce bir karakterin gözünden her şeyi görüyoruz, ne olduğunu tam olarak anlamıyoruz, sonra dışarı çıkıp diğer karakterin gözünden ne olup bittiğini anlamlandırmaya çalışıyoruz. Aslında ikisi de bize tam olarak fikir vermiyor ve bu çatışmadan bir şeyler çıkarsamaya çalışıyoruz.

Finale dair ne söylemek istersiniz?

Final, rüya mı gerçek mi olduğunu en net şekilde söylemediğimiz sahne. Aslında sahnenin atmosfer itibariyle absürtlüğü ve garipliği, rüya olduğuna dair bir şeyler sunuyor, ben de bu yorumu tercih ediyorum. Kadir’in suçlu bilincinin bir yansıması, kendi kendini cezalandırıyor ama aynı zamanda bunu ayinsel bir şekilde yaparak kendine bir tür paye biçip kendisini Meral’in ve mahalledeki bütün örgüt üyelerinin huzurunda trajik bir kurbana dönüştürüyor. Gerçek olarak yorumlanırsa da grotesk bir infaz sahnesi denilip geçilebilir.

Ses tasarımı da görsel tasarım da klostrofobi ve paranoya hâlini yansıtmak için çok başarılıydı. Bunun için kimlerle çalıştınız?

Filmin hem görsel hem de işitsel dünyası, senaryoyu yazma aşamasından itibaren benim için çok önemliydi ve üzerine çok düşündüm. Görüntü yönetmenimiz Adam Jandrup’la Ahmet Sesigürgil’in vasıtasıyla tanıştık. İşlerine baktık, çok beğendim, yazıştıktan sonra buraya geldi ve tek tek sahnelerle ışık üzerine konuştuk. Ortaya çıkan işbirliğinden çok memnunum. Ses için de öyle. Hikâyenin işleyişi için çok önemli olduklarından senaryoda kapı vurma sesinden bomba sesine her şey vardı zaten; senaryoda olmayan bir ses eklemedik. Bu dünyanın yansıtılması için çok titiz çalışılması gerekiyordu. Hem ses hem de müzik dünyasını Cevdet Erek’le birlikte tasarladık, daha sonra Cenker Kökten de bize katıldı, verimli bir çalışma oldu.

Filmi nerede çektiniz?

İlk başta uzun süre tam aradığıma benzer bir mekân bulamadık çünkü artık gecekondu semtleri kentsel dönüşüm nedeniyle çok değişmiş. Sanat yönetmenimiz İsmail Durmaz bize Başakşehir’de Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyinde bulunan Şahintepe mahallesini gösterince çok etkilendik. Etrafında yeni yeni yükselmeye başlayan gökdelenlerin bulunduğu ve İstanbul’un neredeyse bittiği yerdeki bir yamaca konumlanmış bir mekân zaten kendiliğinden polis ablukasını güçlendiren bir doğal izolasyon duygusu içeriyor. Ben medeniyetten bir otoyolla ayrılmış bu gecekondu mahallesinin atmosferini, örneğin köpek avlama sahnelerindeki çeşitli fotoğraflarla görsel olarak biraz daha güçlendirmeye çalıştım. Mekân özellikle kışın iyice depresifleşiyor, mahallede kömür hattâ oradaki tekstil fabrikalarından alınan kumaş yakıldığı için ortalığı doğal bir sis kaplıyor. Bu da görsel açıdan hoşumuza giden bir etki yarattı.

Yurtdışındaki festival deneyimlerinizden ve Türkiye’de son bir yılda sansür ve iptallerin damga vurduğu festival ortamından bahsedebilir misiniz?

O esnada Türkiye’den çok kötü haberler alsak da Venedik kısmı işin güzel tarafıydı. Venedik’te olmak çok önemli ve gurur verici bir şey bizim için, ödül almak elbette bizi ayrıca memnun etti. Yurtdışı festival yolculuğu bir taraftan devam ediyor. Türkiye kısmında ise festivaller açısından çok kötü bir sene geçirdik. Festivaller üzerinde esen kara bulut memleketin politik havasıyla çok yakından ilişkili. Bu hava yumuşamadıkça, iktidarın hayat alanları üzerinde baskısı hafiflemedikçe, daha önemlisi bizim hayat alanlarımız üzerinde çok büyük bir baskı olduğu yönündeki yer yer çok gerçek yer yer paranoya seviyesine varmış algımız biraz rahatlamadıkça bence doğru düzgün sanat etkinliği de yapamayacağız. Çünkü sansür mekanizması hakkında Antalya’da başlayan tartışmalar bir süre sonra kendimize döndü ve birbirimizi yıpratmaya başladık. Bir arada sanatın özgür bir şekilde nasıl yapılabileceği sorusunun cevaplarını ortaya koyabileceğimiz bir ortam yok artık maalesef. Bir tehdit ve sansür olduğu zaman ilk işimiz birbirimizi yemek oluyor. Bu açıdan filmle de benzerlik var, filmde iki insanın güvensizlik ortamı içerisinde birbirini nasıl yıpratıp yok ettiğinden bahsediyoruz, benzer bir şeyi biz gündelik hayatta da yaşıyoruz, enerjimizi biriktirip anlamlı bir muhalefet yapmak yerine çoğu zaman birbirimize saldırıyoruz. Yoksa Antalya’da da İstanbul’da da festival organizatörleri ve bizler arasında aşılamayacak büyük uçurumlar olduğunu düşünmüyordum. Biraz daha sakin olsaydık, ne yapılabileceğine dair ortak bir tavır üretebilirdik ama karşılıklı çekilen kılıçlar ortamı tanınmaz hâle getirdi.

Image

Filme dair distopik, fütüristik ve apokaliptik gibi bazı sıfatlar kullandığınızı gördük. Biz ise filmi izlerken esasında bugün geçen ve bir yönüyle realiteye sıkı sıkıya bağlı bir film izlediğimizi düşündük. Bu konudaki yorumunuz nedir?

Bu Türkiye’nin ayıbı diyebilirim. Biz filmi düşünürken mekân ve zaman ötesi olmasına çok dikkat ettik. Tüfekle köpek öldürme ya da çöpten teröriste erişme gibi pratikler gündemimizde yoklar. Çöp pazarı ve kaçak meyhane gibi yerler Türkiye’de var ama biz bunları biraz daha büyütüp groteskleştirerek biraz daha mekân ve zaman üstü bir yer yapmaya çalıştık. Benim kafamdaki tasarım hep böyleydi. Ama şu an içinde yaşadığımız durum post-apokaliptik olduğu için film birden güncel bir hâl aldı.

Bizdeki etkisi ise filmde gördüğümüz imgeleri bugünden bulup Okmeydanı ya da Cizre’deki bir abluka hâliyle özdeşleştirdiğimiz için bahsettiğiniz gerçeküstü öğelerin güncellikte var olup olmadığını tartışmak oldu.

Senaryo 2013’te son hâlini aldığında Gezi bile olmamıştı ve barış süreci başlamıştı, ülkede çok farklı bir hava vardı. Âniden distopya fikrinin gerçek olduğu bir durumla karşılaştık. Yaşadığımız dönem filmin izleyicisinin tepkisini de değiştirebilir. Belki de bir taraf zayıf bulacak, daha kötüsü yaşanırken neden daha ayrıntılı anlatılmadığına dair tepkiler de gelebilir, neden örgütün adını açıkça koymuyorsun gibi tepkileri de kışkırtabilir.

Buradan hareketle 7 Haziran seçimlerinden sonra Suruç katliamıyla başlayan ve Ankara’daki bombalı saldırıyla doruk noktasına ulaşan cinnet hâline dair fikirlerinizi merak ediyoruz.

Gidişat elbette çok kötü. Maalesef her şeyi çok acı bir biçimde ve göz göre göre yaşıyoruz. Türkiye toplumunun yüzde 60-70’inin net bildiği bir şey var. HDP ve Kürtler seçim sonrası cezalandırılıyor ve ateşkes sürecinin bozulması tamamen yeni seçim hesaplarıyla ilişkili. Bence AKP tabanı bile bunun farkında ama itiraz ediyorlarsa da görünüşü kurtarmak için itiraz ediyorlar. Hep ateşkesi bozan iki polisin öldürülmesi olayı deniyor ama bundan önce bütün politikacılar çeşitli provokasyonlar olabileceğine ama yine de barış sürecinin devam ettirileceğine dair demeçler veriyordu. Peki bu olay niye provokasyon olarak değerlendirilip barış sürecine devam edilmedi? Çok açık ki bu süreç ateşkesi bozmak için bahane olarak kullanıldı. Bu, hem HDP’ye yönelik irrasyonel bir öfkenin, hem de HDP’yi baraj altında bırakma fikrinin bir sonucu. Bunlar çok açık bilinmesine rağmen büyük ihtimalle aynı parti %40 oranında oy alacak, bu da bizim çaresizliğimizi daha da artıran bir şey. Ama yine de 7 Haziran’a benzer bir sonucun ortaya çıkması ihtimali iyimser olmamız için bize az da olsa bir ışık sunuyor. Bence artık hükümet de hata yaptığını anladı zira artık savaşı 90’lardaki gibi sürdürmek imkânsız. Daha çok insan iki ay önce ölmeyen bu çocukların şimdi niye öldüğü sorusunu soruyor. Artık canımız istediği zaman barışı getiririz, canımız istediği zaman savaşırız politikası kolay kolay tutmayacak. Olası bir koalisyonda da bir an önce ateşkesi kurmak için çalışmaya başlanacağını ümit ediyorum. Öte yandan artık 7 Haziran’a göre koalisyon daha zor çünkü süreç iyice gerildi. Ama Türkiye’nin başka çaresi de yok, bir koalisyon olmak zorunda. Üç ay sonra bozulacak bir koalisyon daha büyük bir kaos, iktidar boşluğu ve felaketler demek. Umarım öyle bir şey yaşamayız. 

  1. Alımlı dünyalar, anlık portreler: David Armstrong

    David Armstrong’un, kendisi ve arkadaşlarının 70’lerde çektiği fotoğrafları bir araya getiren Polaroids kitabının yayımlanışını göremeyeceği kimsenin aklından bile geçmemişti...

  2. Etrafınızı tutkulu insanlarla çevreleyin: Chris Bilheimer

    “Bazen kıyıda köşedekilerle ana akım arasındaki açığı kapayabilecekmişim gibi hissediyorum.”

  3. Dünyayı değil, hayatlarımızı yönetmek için: Janet Jackson

    Yeni albümü Unbreakable’la aramıza dönen Janet ve bazılarımızın neden onun albümlerini Michael’ınkilere tercih etmiş olabileceği…

  4. Başka yerlerden gelen sesler: 15 “fantastik” grup/müzisyen

    Hayaletler, uzaylılar, zaman yolculukları, kostümler, synthesizer’lar...

  5. En akışkan hâliyle deneysel hip hop: Shabazz Palaces

    Ishmael Butler ve Tendai “Baba” Maraire’nin güç birliği Shabazz Palaces, 13 Kasım’da Babylon Bomonti’de!

  6. Şamanik, karanlık ve sürprizlerle dolu: Deradoorian

    Angel Deradoorian’la Anticon etiketiyle yayınlanan ilk albümü "The Expanding Flower Planet" üzerine...

  7. Herkesin bir düşünceye ihtiyacı var!: Peaches

    Dünyanın bir ucundaki evini kapatıp Berlin’e yerleşen Peaches, 15 yıldır Almanya’da yaşıyor. Altı yılın ardından gelen albüm Rub için Beth Nisker da en az bizim kadar heyecanlı.

  8. Güzel melodilerin arasından parlayan bir ses: Nilipek.

    “İnsanları sadece güldürmeye çalışıyor olabiliriz ya da mutsuzluklarına ortak olabiliriz...”

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  10. “Politik şiddetin olduğu her yer”: Emin Alper’le Abluka üzerine

    Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’yle dönen ve 6 Kasım’da gösterime girecek olan Abluka’daki karakterlerin paranoya hâlinin toplumsal izdüşümlerine, gerçeklik ve hayal arasındaki muğlaklığa ve filmdeki atmosferle paralellik gösteren güncel siyasi konjonktüre dair yönetmen Emin Alper’le söyleştik.

  11. 52. Uluslararası Antalya Film Festivali: Prömiyerler, Festival Hitleri Ve Ustaların Son Filmleri

    Bu yıl tarih değişikliği nedeniyle, her yıl olduğu gibi ekim ayında değil, 29 Kasım – 6 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilecek 52. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde uzun zamandır merak edilen çok sayıda film prömiyer yapacak.

  12. Bant Mag. Fantastic Fest’ten bildiriyor

    Eylül ayının sonunda yolumuz 10 yıldır Texas, Austin’de düzenlenen, Amerika’nın en büyük janr sinema festivali Fantastic Fest’e düştü...

  13. Austin Texas iftiharla sunar: Fantastic Fest

    Amerika’nın en büyük “janr” festivali üzerine notlar ve dünyanın en pahalı film posterleri kitabı "Act Of Seeing"in metinlerinin sorumlusu, Sid Vicious’ın kankası sinema eleştirmeni Alan Jones’la bir sohbet.

  14. Fantastic Fest ekibinden bir ses: Evrim Ersoy

    Bu yılki Fantastic Fest’in göz dolduran Türkiye teması ve seçkisinin sorumlu kişisi, festival programlama direktörü Evrim Ersoy, festivale dair merak ettiklerimizi yanıtladı.

  15. Texas’ta Yeşilçam esintisi: Kunt Tulgar ve Cem Kaya

    Fantastic Fest’in şüphesiz en özel konuklarından biri, sadece bizim için değil, tüm festival için, yönetmen, sesçi ve aktör Kunt Tulgar’dı. Cem Kaya’nın festivalin Türk içeriğine yön veren belgeseli Remake, Remix, Rip-Off’un öne çıkan sahnelerinin yanısıra, 1972 yılında başrollerinde oynadığı Yılmayan Şeytan’ın festivaldeki gösterimi sebebiyle Yeşilçam’ın bu eşsiz karakteri Texas’taydı...

  16. Ve cehennem kapıları açılır: Baskın

    Fantastic Fest’e şüphesiz damga vuran filmlerden biri de Can Evrenol’un Baskın’ıydı. Toronto Film Festivali’nden övgüler ve filmin Amerika’da gösterim anlaşmalarıyla ayrılan ekip sonraki durakları Texas/Austin’den elleri boş dönmedi ve Can Evrenol, En İyi Yönetmen ödülünü aldı.

  17. Indie oyun festivali: Fantastic Arcade!

    Dergimizin de gidip yakından kendi gözleriyle gördüğü fantastik ve kült filmler festivali Fantastic Fest'te bir de hatırı sayılır bir oyun bölümü mevcuttu.

  18. Parçaları bir araya gelmiş bir yapboz gibi: Joris Diks’in konser afişleri

    Yaklaşık beş yıldır birçok grup ve müzisyen için serigrafi posterler hazırlayan Joris Diks’in işleri, 7 Kasım’dan itibaren Bant Mag. Mekân’da!

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürü Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler