Levan Akin yeni film projesi için senaryo yazım sürecine ve araştırmalarına devam ederken, sinemacılar, sinema yazarları, oyuncular, yönetmenler, performans sanatçıları ve iletişimde olduğu müzisyenlerden kendisine yöneltmek üzere sorular topladık ve bir güzel cevaplattık. 


Geçtiğimiz sinema yılının en güzel sürprizlerinden And Then We Danced, Gürcistan gibi tanıdık bir coğrafyada halk dansı icra eden iki erkek arasındaki aşkı anlatıyor; köklü gelenekler, homofobi ve maskülinite hakkında önemli cümleler söylüyordu. Film, uluslararası festivallerde övgüyle karşılanmış, lakin ülkesinde radikal sağ gruplar ve Ortodoks Kilisesi’nin öfkesine maruz kalmıştı. Gösterilerin bir kısmına düzenlenen saldırılar, bazı seyircilerin yaralanmasına dahi sebep olmuştu.

Filmin Gürcistan asıllı İsveçli yönetmeni Levan Akin, Passage adını taşıyan yeni projesini temmuz ayında sosyal medya hesaplarından duyurdu. Türkiye ve Gürcistan’ı mesken tutacak senaryo, “Aşk ve bir yere ait olma hasreti üzerine bir öykü” olarak tanımlanmakta. Biyolojik ailelerinde yer bulamayan insanlar ve kurdukları seçilmiş aileler, Passage’ın merkezinde yer alacak. Yönetmenin “Tiflis’ten İstanbul’a bir yolculuk” olarak betimlediği projenin, çocukluğundan beri İsveç-Gürcistan arası mekik dokuyan ve sık sık Türkiye’yi ziyaret eden yönetmen için kişisel bir öneme sahip olduğunu anlıyoruz. Kendisinin en büyük ilham kaynağı ise, bu topraklardan çıkmış müzikler… Nitekim Akin’in projeyi geliştirirken dinlediği şarkılardan oluşturduğu bir Spotify listesi de var. Passage’ın prodüksiyon çalışmalarına, Eylül 2021’de başlanması bekleniyor.

Levan Akin yeni film projesi için senaryo yazım sürecine ve araştırmalarına devam ederken, sinemacılar, sinema yazarları, oyuncular, yönetmenler, performans sanatçıları ve iletişimde olduğu müzisyenlerden kendisine yöneltmek üzere sorular topladık ve bir güzel cevaplattık. 

Ali Güçlü Şimşek:

Hiçbir kısıtlama olmadan hayallerindeki filmi çekebilmen için sana bir zaman makinesi, bir sihirli değnek ve bir de uçan halı tahsis ediyorum. Hangi yılda, evrenin hangi köşesinde, hangi oyuncularla çalışmak isterdin?
Aslında bu cevaplaması çok zor bir soru çünkü birbirinden çok farklı unsurları birbiriyle karıştırmak isterdim. Ama madem ki sihirli bir değneğim var, tüm zamanlardan en sevdiğim oyuncular arasında olan Anna Magnani ve James Gandolfini’yi isterdim. Filmin kraliçe Tamar yönetiminde, politik entrikalarla dolu Gürcistan Krallığı’nda, 1200’lerde geçmesini isterdim. Bir diğer fikir de uzayda geçen ve ilişkileri giderek bozulan yaşlı bir İtalyan çiftin yeni bir ev arama hikâyesini izlediğimiz bir film olabilirdi. 

Aslı Ildır:

And Then We Danced’de Merab’ın dans etme hâlinin, kimliğinin bastırılmışlığını ve gizlenmişliğini bir nevi “ele verdiğini” görüyoruz. Dansı geleneklere karşı gelmeye başlayınca bedeni de kontrole geçmeye başlıyor ve duyguları âdeta dışına taşıyor. Film boyu süren bu “taşma” estetiğini nasıl yarattın? Dans sanatının ifade biçimlerini sinematik dile nasıl aktardın? Bir yönetmen olarak dans ile olan kişisel ilişkin hakkında da fikir edinebilir miyiz? 
Küçükken birkaç sene dansla ilgilenmiştim. Maher Benham isimli bir koreografla çalışmıştım. Kendisi, Martha Graham’ın öğrencilerindendi. Ama ben bir dansçı olmak için fazla tezcanlıyım. Öyle bir disipline sahip değilim. Öte yandan da dansı her zaman çok sevdim ve dans edebilen insanlar benim için hep en çekici insanlar oldu. Dansçılara bu kadar hayranlık beslememin sebebi dans edebilmek için çok fazla fedakârlıkta bulunmaları. Filmde Merab’ın babasının da dediği gibi, “Dansçı olmak sefalettir.” Ben de filmimde izleyiciye dans ederken Merab’la birlikte olabilme duygusunu vermek istedim. Bu nedenle bütün dans sahnelerini kamera elde çekmeye karar verdik. Bu da görüntü yönetmeni Lisa Fridell’in büyük titizlik gerektiren çalışması sayesinde oldu. Kendisi 1,60 metre boyunda oldukça minyon biri ve o kamerayla öyle bir koşturdu ki bizim gerçek kahramanımız oldu. 

Ayça Damgacı:
Sanırım And Then We Danced filminizde beni en çok etkileyen, erkekliğin yüceltildiği kültürel kodlar içindeki homoerotizmin çok iyi işlenmesiydi. Ve onun içindeki “doğulu” oyunsuluğun ortaya çıkarılması. Hep vardı, vardık, var olacağız, diyorsun; neşeli ve hayata bağlı bir yerden. Peki Gürcistan’da filmini gösterebilme şansın oldu mu? Ne gibi tepkiler aldın? Muhafazakâr kesim bu filmden haberdar mıydı? Eğer yeterince gösteremediysen bu seni üzüyor mu? Bir yandan da orada yaşamıyorsun ve yeni hikâyelere yelken açıyorsun. Bir sinemacı olarak, dönem itibariyle düşünmek ve üretmekte kendini ne kadar özgür hissediyorsun?
Evet. Filmimi Gürcistan’da gösterebildim. Ama Ortodoks Kilisesi’nin ve radikal sağ grupların yoğun protestoları sebebiyle yalnızca üç gün. Öte yandan filme büyük bir ilgi ve destek de vardı. Aslında tüm biletler neredeyse dakikalar içerisinde tükenmişti. Fakat salonların önündeki protestolar o kadar fenaydı ki çok ciddi güvenlik önlemlerine ihtiyaç duyduk. Dolayısıyla daha fazla gösterim yapmak mümkün değildi. Bu durum beni elbette çok üzdü. Yaralanan birkaç kişi de oldu ama kimse ağır şekilde yaralanmadığı için memnunum. Bu filmi Gürcistan’a ve nereden geldiğime bir aşk mektubu olarak yapmıştım. Bu nedenle benim için elbette inciticiydi. Bir yandan da yarattığı etkiden ötürü gururluyum. 

Önemli ve gerekli olduğunu hissettiğim hikâyeleri anlatma konusunda kendimi çok özgür hissediyorum. Kendime dürüst olabildiğim ve istediğim hikâyeleri anlatabildiğim bir yerde olduğum için şanslıyım. 

Boran Kuzum:

Çocukluğunda İstanbul’a uğrayıp Gürcistan’a yaptığın seyahatlerini bir yönetmen çekecek olsa hangi yönetmeni ne sebeple tercih ederdin? Ve bu filmde bir şarkıya yer verecek olsan ne olurdu?

Bu seyahatlere dair o kadar çok anım var ki… Bir keresinde annem ve babamın boşanmasının ardından kız kardeşim ve babamla birlikte yazı Tiflis’te geçirmeye karar vermiştik. Babam bizi çocuklar için olan, “Pioneer” isimli bir komünizm kampında bir başımıza bırakarak gitti. 1987 yılıydı ve daha önce böyle bir mekânı deneyimlememiştik. Bir ay boyunca Rus şarkıları söyledik, kırmızı boyun bağları taktık ve bize komünizm aşılandı. Kampta akşamları açık havada disko gibi bir alan kuruluyor, batılı şarkıların Sovyet versiyonları çalınıyordu. Bu şarkılardan biri de İsveçli şarkıcı Carola’nın “Främling”iydi. Harika bir 80’ler klasiğidir. Rusça versiyonunu duymak bizi çok şaşırtmıştı. İsveççede “Främling”, “Yabancı” anlamına geliyor. Kardeşim ve ben de nereye gidersek gidelim kendimizi birer yabancı ya da dış kapının mandalı gibi hissediyorduk… Bu deneyimimizi filmleştirmesi için seçeceğimiz yönetmen Hal Ashby olurdu. Hikâyenin ruhunu ve kara mizahını ustalıkla aktarırdı. 

İlk filmin Certain People’ı bugünkü Levan Akin olarak çekecek olsan, bir değişiklik yapar mıydın? Yapacak olsaydın aklına gelen ilk değişiklik ne olurdu?

Ah! Geriye dönük düşünmeyi sevmiyorum. Eğer böyle bir varsayım üzerinden gideceksek, büyük olasılıkla birçok şeyi farklı yapardım. Ama bence işin en güzel yanı geriye dönemiyor oluşumuz. Filmler neredeyse dövme gibidirler; size onları yaptığınızda kim olduğunuzu hatırlatırlar. Sizinle ilk aklıma gelen değişikliği paylaşayım: muhtemelen kedilerimden birine filmde yer verirdim. And Then We Danced de dâhil olmak üzere neredeyse her işimde bir cameo yaptılar.

Candaş Baş:

Kökenlerine gitmek, derinlere inmek senin için önemli gibi. Anladığım kadarıyla And Then We Danced’in hikâyesi de Gürcistan’daki araştırma sürecinde kendiliğinden şekilleniyor. Gürcistan’a dair algın, Gürcistan’la ilişkin bu filmin sürecinin ardından değişti mi? Şu an Türkiye’ye dair algın hakkında neler söyleyebilirsin?

Gürcistan’a dair algım, tipik diyaspora romantizminden çıkarak çok daha incelikli ve gerçekçi bir hal aldı, diyebilirim. Eskiden Gürcistan’da kendimi çok daha dışarıda hissederdim. Sosyal yaşamın ve kültürün nelere karşılık geldiğini, ne gibi anlamlar taşıdığını ve altta ne gibi mesajların yattığını daha iyi anladıkça bu ilişki değişti. Ancak yönetmenlik yaparken kendimi zaten hep dışarıdan bakıyor gibi hissediyorum. Dolayısıyla yalnızca bir şeyleri daha net görebilmeme yardımcı oldu. Türkiye’ye dair algım ise halen gelişme sürecinde. Bir sonraki filmim Passage’ın ardından yeniden konuşalım.  

Gaye Su Akyol:

Uzak bir gelecekteyiz, dünyadaki son günümüz ve başka bir gezegene göç ediyoruz.    Yeni gezegene giderken dünyadan yanına hangi filmi, hangi albümü, hangi yemeği götürürdün, neden?

Yanıma alacağım albüm, Joni Mitchell’ın Hejira’sı olurdu. Sürekli dönüp dinlediğim ve her seferinde çok değerli yeni şeyler keşfettiğim bir albüm. Joni hayatım boyunca içimde taşıdığım ama ifade edemediğim duyguları kelimelere dökmeyi başarıyor. Örneğin albüme ismini veren şarkının sözleri şöyle: 

”We’re only particles of change I know, I know

Orbiting around the sun

But how can I have that point of view

When I’m always bound and tied to someone”

Yanıma alacağım film Aliens olurdu çünkü bu filmi çocukluğumdan beri her sene en az bir kez izliyorum. Bir keresinde bile sıkılmadım. O filmde Sigourney Weaver’a, uzaylıların arka planına, mitolojisine, karanlığına ve uzaylılara dair cevaplanmamış sorulara dair bir şeyler var ve bunlar beni güvende hissettiriyor. Diğer götürebileceğim filmler ise Living in Oblivion ve Romy and Michele’s High School Reunion olurdu. Baştan sona muhteşem. Ama tek bir şansım varsa Aliens’dan şaşmam. 

Yanıma alacağım yiyecek ise kuşkusuz İsveç krebi ve tofu!

İbrahim Çiçek:

Hayalini kurduğun bir filmi dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insan senden önce düşünüp çekebilir, her an anlattığın hikâye eskiyebilir. Bu konuda bir kaygın var mı ve seni özgün kılan şey nedir?
Büyük ihtimalle bu yanıtım banal gelecektir ama insanın bir şeyin özgürce kendi filtresinden geçmesine izin verdiğinde onun herhangi başka bir şeye benzeme riskini ortadan kaldırdığına inanıyorum. Yoksa birçok hikâye milyonlarca kez anlatıldı. Hiçbir şey ya da çok az şey gerçek anlamda benzersiz olabilir. Diğerleri ise benzer temaların farklı ortamlarda, farklı özellikler ve mekânlardaki hâlleri. Dolayısıyla ben bu şekilde düşünmüyorum. Ben sadece bana ilham veren ve önemli olduğuna inandığım şeyleri yapıyorum. Beni benzersiz kılanın ne olduğuna da diğer insanların karar vermesi taraftarıyım. 

Kaan Karsan:

Salgın süreciyle birlikte dünyanın her yerinde sinema salonları çok büyük bir darboğaza girdi. Streaming servislerinden film izlemek global olarak “yeni normal” hâline gelmeye başladı. Sinemalara karşı beslenen oldschool romantizm şu anki sosyal ve ekonomik gerçeklikle iyice zıtlaşır halde. Bu süreçte sinemanın geleceğine nasıl bir perspektiften bakıyorsun?
Sinemaya gitmeyi her zaman çok sevmişimdir. Sinema, benim filmlere âşık olduğum yer. Ender olsa da filmin tüm bedeni sardığı o duyguyu hiçbir şeye değişmem. Ama ne yazık ki artık sinema salonunda bile bu hissi yaşatan çok fazla film olmuyor. Tabii bunun sinemanın kendisinden ziyade benim filmle ilişkimle alakası var. Çocukken o kadar sık sinemaya gidiyordum ki anneme arkadaşlarımla gidiyorum diye yalan söylemek zorunda kalıyordum. Aslında tek başıma gidiyordum. Sinemanın geleceğine dair sanki her zaman sonun yakın olduğuna dair bir endişe vardı gibi hissediyorum. Ancak virüs öncesi Çin gibi pazarlara bakınca sinema izleyicisinde sabit bir artışla karşılaşıyorduk. Filmlerin daha çok izleyici çekmek adına giderek daha da lunapark treni gibi kurgulanması elbette endişe verici. Ama Parasite gibi bir filme baktığımızda da izleyicinin hâlâ benzersiz gelen, içten ve önemli bir sözü olan filmlere ilgi duyduğunu gözlemliyoruz. 

Melikşah Altuntaş:

Günün birinde duyduğun tüm sesler kesilse, içinden sonsuza kadar duymaya devam edebileceğin, kendine her zaman hatırlatıp zihninde serbestçe yankısını sürdürecek ses ne olurdu?
Doğaya ait bir ses seçerdim. Okyanus sularının kıyıya vururken çıkardığı ses ya da yazın içeride otururken yağan yağmurun verdiği duygu arasında gidip geliyorum. Sanırım seçimimi yaz yağmurundan yana kullanırdım. İsveç’te yaz aylarında yağan, kısa süreli ama bir hayli şiddetli olan o yağmurlar…   

Metin Akdemir: 

Queer ve feminist tarihte önemli olan konular ve kişilere dair hem Hollywood’da hem Avrupa’da bir çok kurmaca film üretildi son dönemde. Ancak bu tarihi anlatırken kurmaca filmlerin, karakterleri ve konuları ana akımlaştırmak için değiştirdiğini, formunu bozduğunu düşünüyorum. Belgesel sinemanın bu konuda daha güçlü ve gerçekçi olmasından doğru, siz belgesel sinemaya nasıl yaklaşıyorsunuz?
Benim çalışma biçimim şöyle: Öncelikle bir tema ya da ilgimi çeken ve keşfetmek istediğim bir durum belirliyorum. Sonrasında ise yoğun bir araştırma yaparak gerçek hikâyeleri ve gerçek kişileri gerçek olmayan unsurlarla bir araya getiriyorum. Fakat örneğin And Then We Danced’de tüm oyuncular gerçek kişilerdi ve hikâye de gerçek olaylar ile araştırmam esnasında bana anlatılanların bir karışımıydı. Bu şekilde çalışmanın hikâyeye derinlik ve özgünlük kazandırdığına inanıyorum. Aynı zamanda daha dürüst, daha çiğ, daha dürtüsel de oluyor. Aslında belgesel gibi. 

  1. Kitlesel tutuklamalar çağında sanat: “Marking Time”

    Görsel sanatlar, dört koldan birden insandışılaştırmaya çalışan bir sisteme karşı çıkmada sözcüklerin tek başına yaratmakta zorlanacağı güçte bir etkiye sahip. Hattın diğer ucunda yazar Nicole R. Fleetwood ve bugün 2 milyonun üzerinde nüfusun parmaklıklar ardında olduğu ABD’deki cezaevi sistemine görsel sanatlar üzerinden bakan yeni kitabı var.

  2. “Bi dakka ben az önce ne izledim?!?” televizyonu: EXP TV

    7/24 dopdolu bir yayına başlayan EXP TV, seyirciyi zamanların ötesinde bir zamana götürme niyetinde. Hiçbir kurumsal güç tarafından yontulmadan, engellenmeden; hiçbir algoritmayla ilişki kurmadan.

  3. Artan kiralar, azalan kapsayıcılık ve sürdürülebilirlik: “No Seat At The Table”

    İstanbul, Ankara, Amsterdam ve Utrecht’teki dört mahalle üzerinden, kentsel dönüşümün yansımalarını kurcalayan bir çizgi roman.

  4. A’dan Z’ye: Ennio Morricone (1928-2020)

    Maestronun anısına.

  5. Kalabalıkların sesi olmaktan bir tık ötede: IDLES ve “ULTRA MONO”

    Üçüncü IDLES albümü için nefesler tutulmuşken, gitarist Mark Bowen’la bir sabah sohbeti.

  6. “Yeni bir paralel gerçeklik”: Wax Poetic, Demet Evgar, Biz10 Murat ve Irmak Altıner’in “Cihangir”i

    Wax Poetic’in 2007 çıkışlı albümü "İstanbul"da yer almış “Cihangir”, kaydedilişinin üzerinden 14 yıl geçtikten sonra Irmak Altıner yönetmenliğinde bir kliple yeniden dirildi. İlhan Erşahin, Demet Evgar, Biz10 Murat ve Irmak Altıner, şarkının ortaya çıktığı zaman ve bugün arasında mekik dokuyan bir muhabbet çevirdi.

  7. Şarkı şarkı: Berke Can Özcan ve “Mountains are Mountains” albümü

    Berke Can Özcan, bugüne kadarki en içsel çalışması “Mountains are Mountains”ı şarkı şarkı anlatıyor.

  8. Christopher Nolan, kuantum, beklentiler: Tenet

    Nolan, ana akım sinema seyircisini -bu şartlarda bile- salonlara çekebilecek prestije sahip birkaç isimden biri şüphesiz. Lakin en önemli maharetlerinden olan izleyiciyi avucunun içine alma konusunda, belki de ilk defa bu kadar zayıf görmekteyiz rejisini.

  9. Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine

    Büyükada dekorunda, sınıf perspektifi üzerinden, lezbiyen bir aşkın ve geçmişle hesaplaşmanın öyküsü.

  10. Aklımdakiler: Levan Akin

    "And Then We Danced"in yönetmeni Levan Akin yeni film projesi için senaryo yazım sürecine ve araştırmalarına devam ederken, sinemacılar, sinema yazarları, oyuncular, yönetmenler, performans sanatçıları ve iletişimde olduğu müzisyenlerden kendisine yöneltmek üzere sorular topladık ve bir güzel cevaplattık.

  11. 1977’den bugüne, sinemada kadın yazar biyografileri

    Acımasız iğneli sözler, bol miktarda öğleden sonra kokteyli ve başyapıtını yazmanın eşiğinde olan bir korku yazarı… Yönetmen Josephine Decker'ın son filmi "Shirley"den ilhamla, sinema tarihinden çeşitli yazar / şair biyografileri arasında bir gezinti.

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktörler Aylin Güngö[email protected] Sadi