İstanbul, Ankara, Amsterdam ve Utrecht’te dört mahalle ve kentsel dönüşümün yansımaları.


No Seat At The Table, dört şehirde kentsel dönüşümün yansımalarını konu eden bir çizgi roman. Türkiye ve Hollanda’dan çeşitli enstitüler, yaratıcı oluşumlar ve sivil toplum örgütlerinin partnerliğinde gerçekleştirilen uzun soluklu bir çalışmanın ürünü olan kitap; İstanbul, Ankara, Amsterdam ve Utrecht’in farklı mahallelerinde geçen dört hikâyeden oluşuyor. Kentsel dönüşümün toplumsal ve bireysel etkilerine temas eden bu dört anlatı, projenin koordinatörü de olan Minem Sezgin’in kaleminden çıkma. Hikâyeleri resimleyenler de Türkiye’den ve Hollanda’dan sanatçılar. Bant Mag.’ın da medya ortağı olduğu No Seat At The Table’ın yaratım süreci, yaratıcı ekibi, dönüşümün bu dört mahalledeki izleri ve kişisel deneyimleri üzerine Minem Sezgin’le sohbete koyulduk.

“Bence çizgi romanın sihri, hem bize hikâyeler yaratmada hem de okuyuculara içeriği yorumlamada yaratıcılıklarını kullanma özgürlüğünü vermesi.” 

No Seat At The Table’ın ortaya çıkışı ve temel motivasyonunu idrak edebilmek adına senin Hollanda’da ikamet eden bir Türkiyeli olarak yaşadıklarından biraz bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Gözlemlerin ve deneyimlerin No Seat At The Table’a nasıl bir zemin oluşturdu?

Neredeyse 7 yıldır Hollanda’da yaşıyorum ve yıl içinde düzenli olarak ailemi ve arkadaşlarımı ziyaret etmek için Türkiye’ye gelip gidiyorum. Bu süreçte (özellikle son yıllarda) gözlemlediğim dört şehrin dokusundaki değişiklikler bende konuya ilişkin kişisel bir merak oluşturdu. Binalardan ziyade o binalardaki insanlar, onların hayatları nasıl değiştiği sorusu zihnimde tekrar etti aslında. Gördüğüm ve deneyimlediğim bireyselci ve yoğun tüketim ağırlıklı bir şehir hayatı, kamusal alanların dönüşümü ve dört şehrin de belirli bir sosyo-ekonomik sınıfın yaşam kalitesine odaklanıyor hâle gelmesi (yoğun bir şekilde artan kiralar ve mülk fiyatları, azalan kapsayıcılık ve sürdürülebilirlik), No Seat At The Table’ın zeminini oluşturdu.

Peki format olarak bir çizgi kitap yaratma fikri hangi aşamada ve nasıl şekillendi? 

Zihnimde fikir direkt formatla birlikte oluştu. Bence çizgi romanın sihri, hem bize hikâyeler yaratmada hem de okuyuculara içeriği yorumlamada yaratıcılıklarını kullanma özgürlüğünü vermesi. Bu formatla aslında bir gerçekliği hem içerik hem de görsel olarak kurgusallaştırdık ve tüm süreçte bunun farkındalığıyla hareket ettik. Hikâyenin gidişatı, karakterler, zaman çizelgesi, her bir görsel detay ve sinematografiye dair kararlar kasıtlı verildi. Benim için en heyecan verici kısım okuyucunun nasıl yorumladığı: Vermek istediğimiz mesajı görsel olarak da ulaştırabildik mi? Ulaştırdıysak nasıl algılandı?

Rajab Eryiğit (İstanbul)

Yaratıcı ekip kimlerden oluşuyor? Ekip nasıl bir araya geldi? Kitabın yaratım sürecinde kendi aranızdaki iletişim sayfalara nasıl yansıdı?

Hikâyelerin oluşumunda ben, Rajab Eryiğit (İstanbul), Jasmijn de Nood (Amsterdam), Bob Mollema (Utrecht) ve Erhan Muratoğlu (Ankara) yer aldık. Murat Otunç’un katkılarıyla grafik Vincent de Boer grafik tasarımını yaptı. Projenin kurucusu ve çizerlerin küratörü benim. Senaryoları çizerlerle oluşturdum ama hikâyelerin son sorumluluğu bana aitti. 

Ekibi oluştururken şehirle olan kişisel bağlarını hikâyelere yansıtmaları için her şehirden bir çizer olsun istedim. Aslında Bant Mag.’a çok büyük bir teşekkür borçluyum. Rajab’ı Le Guess Who? için hazırladığınız özel sayı sayesinde buldum! Çizimlerini gördüğüm an onunla iletişime geçmek istediğimi hatırlıyorum hâlâ. Küratörlük süreci bir aya yakın sürdü, tabii ki ilk kriter özgün bir görsel dile sahip olmalarıydı. Bob mesela ilk ve tek isimdi Utrecht için. İkinci kriter, çizimlerde yaratım sürecine dair kararların özenle verildiğini hissedebilmemdi. Mesela Jasmijn’in tek çiziminde seçtiği renkler üzerine saatlerce çalışmış olduğunu, titizlikle yerleştirdiği kara mizah detaylarını net görebiliyordum ki bunları Amsterdam hikâyesine de işlediğine inanıyorum. Projede çizerlerin rolü hazır bir hikâyeyi çizmeken daha öteydi. Bu role kendilerini adamayı kabul etmeleri ve bu adanmışlığı devam ettirmeleri de önemli bir kriterdi benim için. Bu bağlamda mahallelere alan araştırması için beraber gittik, hikâyeler üzerine beraber kafa yorduk. Ancak her çizer özgün bir şekilde dâhil oldu. Mesela çok yoğun seyahat programımdan dolayı ilk ziyaretimde İstanbul’da kısa bir süre kalabilmiştim, ama Rajab mahalleyi beraber gittiğimizden daha fazla kez ziyaret etti. İstanbul’un hikâyesini onun fikirlerinin liderliğinde oluşturduk. Öte taraftan Erhan ekibe görece bir tık sonradan katıldı ama kendi inisiyatifiyle de yaptığı mahalleye ziyaretlerle rolünü üstlendi ve projenin yoğun temposuna direkt dâhil oldu.

Yaratıcı ekipten kimse birbirini daha önce kişisel olarak yakından tanımıyordu. Sen de çok iyi bilirsin diye tahmin ediyorum, genelde tanıdığın bir kişiyle çalışmanın yarattığı bir rahatlık var, nasıl bir iş çıkacağını az çok tahmin ediyorsun. Bende bu bir tek Bob için geçerliydi, çünkü birçok projede birlikte çalıştık. Dolayısıyla herkes hem profesyonel hem kişisel olarak bildiği alanından çıktı ama çok özel bir ekip işi çıkardık. Hem birbirimize hem de fikirlerimize dair bir güven doğal bir şekilde oluştu. Çünkü kitabın en yüksek kalitede olması için kolektif olarak çok çalıştık ve aktif iletişimi sürdürdük. Kasım 2019’da –tam da Le Guess Who? haftası- Utrecht’te ekip olarak bir hafta geçirdik. Tüm araştırmanın ve hikâyelerin üzerinden geçtik. Sayısız mesaj, e-mail ve görüntülü konuşmanın ardından bu bir hafta çok keyifli ve verimliydi. Gerçi sen bir de onlara sor gelen kutularının Minem’den bitmek bilmeyen bildirimlerle dolması nasıl bir hismiş!

“İnsanların yerlerinden edilmesi, fiyatların yükselmesi, şehirlerin yaşanamaz hâle gelmeye başlamasına alışmaya başladık. En kötüsü de bu, alışmak.” 

Hikâyeleri tamamlamadan önce mahallelerin sakinleriyle söyleşiler yaptınız. Bu mahalleler ve mahallelerde yaşayan insanların kentsel dönüşümle mücadelesi ne gibi ortaklıklara sahip? 

Bu dört şehirde süreç hem çok farklı hem de çok benzer işliyor. Çalıştığımız dört mahallenin hepsinde dönüşmeye başlayan şey sosyal dokudaki değişim. Mahalle sakinleri de bunun farkında. Mahallelerin dönüştürülmesinde uygulanan neoliberal yaklaşım, mahalleden çıkan ve mahalleye yeni taşınan kişiler arasındaki sosyo-ekonomik arka plan farkından çok rahat görülebiliyor. Önceden var olan derin kişisel ve duygusal bağ, yeni oluşan dokuda neredeye yok; görünmez bir sınır var daha çok. Dolayısıyla dönüşüm projelerindeki “çeşitlilik, farklı grupların bir arada yaşaması” argümanı yüzeysel ve zayıf kalıyor. Her mahallede bir dereceye kadar mahallenin “güzelleştirilmesi” ve daha “güvenli” hâle getirilmesi söz konusu. Ancak burada da soru şu: Hangi bedel uğruna bu mahalleler “güzelleşiyor ve güvenli hâle geliyor?” Cevap da artık evrensel bir konu olan belirli bir kesimin yerinden edilmesi. Dolayısıyla mahalle sakinlerinin bir kısmı şüpheli yaklaşıyor; mahallenin kendileri için değil yeni taşınanlar için geliştirildiğine inanıyor.

Bunların ışığında her şehirde aktif yaratıcı ve aktivist girişimlerle konuşma imkânımız oldu. Bu girişimler özellikle yerinden edilen kişileri sahip oldukları haklar konusunda bilgilendirme ve haklarının korunması konusunda destek olmak üzerine çalışıyorlar. Bir kısmı da mahallenin sahip olduğu özgün ruhu korumak adına mahalledeki farklı gruplar arasında kültürel, sosyal aktivitelerle yeni bir etkileşim bağı kurmak için etkinlikler organize ederek çalışıyor. Aslında Amsterdam ve Ankara’nın hikâyelerinde çok takdir ettiğimiz bu girişimlerden ikisine ufak bir selamımız var.

Bob Mollema (Utrecht)

Kentsel dönüşümün fizikî, politik ve sosyo-kültürel etkilerinin ötesinde bu değişime tanıklık eden nesillerde psikolojik anlamda da kalıcı izler bıraktığına inanıyorum. Projenin hazırlık aşamalarında bu anlamda ne gibi gözlem ve çıkarımlarınız oldu? No Seat At The Table’ın anlatısını ne oranda şekillendirdiler?

Kesinlikle haklısın! Bu Türkiye ve Hollanda arasında en büyük farkın kaynağıydı aslında; o yüzden kitabın içindeki her hikâyenin kendine özgü bir mesajı varken, iki ülkenin daha büyük kapsamda da bir mesajı var. İlk karşılaştığımız fark, konunun işlendiği söylemler arasında. Türkçe’ye soylulaştırma olarak çevrilen “gentrification” yerine kentsel dönüşüm kişilerde çağrışım yapıyor. Hollanda’da ise tam tersi. Ancak iki ülkede de herkesle hızlıca bağ kurabildiğimiz an, tabii ki yükselen ev fiyatları (kira ve/veya mülk sahipliği) ve şehir hayatının giderek daha pahalılaşmış olmasıyla ilgili konuştuğumuz an oldu.

Türkiye’de kentsel dönüşüm üzerine çok fazla bilgi akışı var. İnsanların yerlerinden edilmesi, fiyatların yükselmesi, şehirlerin yaşanamaz hâle gelmeye başlamasına alışmaya başladık. En kötüsü de bu, alışmak. Bu yüzden Türkiye hikâyelerinin baş karakterlerini çocuklar olarak belirledik, onların bu süreci nasıl deneyimlediğinden hareketle konunun normalleştirilmesine karşı bir adım atmayı seçtik. Hollanda’da Türkiye’de olduğundan bir tık daha farklı bir bilinçlenme var, aciliyeti son birkaç yıldır tekrar yükseliyor çünkü ev fiyatları inanılmaz derecede uçmuş durumda. Kimse bu konuyu görmezden gelemiyor. Aciliyetin son birkaç yılda yükselmesinin sebebinin, sürecin hemen göze çarpmayan bir şekilde işlemiş olması olduğuna inanıyorum. Bir vinç direkt mahalleye girip dan diye evi yıkamaz belki ama kira sözleşmelerinin nitelikleri ve detaylarında yapılan serbest piyasa yaklaşımı, ağırlıklı değişikliklerle kişilerin temel barınma haklarında yoğun değişiklikler yapılıyor. O yüzden Hollanda’nın hikâyelerinde distopik dilden hareket ettik. Konunun aslında görünen yüzeyinden daha karanlık olduğunu anlatmayı seçtik.

Kitaptaki dört hikâyeden biri Utrecht’te Türkiyelilerin çoğunlukta olduğu Lombok mahallesinde geçiyor. Lombok, şehirde son yıllarda “hip” olarak tanımlanan, popülaritesi ve ziyaretçileri de dolayısıyla artan bir yer. Hikâyenin girişinde de Lombok için yaptığın “Egzotik deneyim müzesi” tanımı, Utrechtlilerin bu bölgeye olan yaklaşımını isabetli bir şekilde gözler önüne seriyor. Lombok’taki bu dönüşüme karşı oranın sakinleri nasıl tepkiler yükseltiyor? Eylemlilikler var mı?

Lombok’ta iki seneye yakın bir projede çalıştım ve mahallenin dönüşümünü gözlemleme imkânına sahip oldum. Lombok konuk işçi olarak yıllar önce Hollanda’ya taşınan ailelerin de yaşamış olduğu çok özgün bir mahalle. Bir sokaktan öteki sokağa, sakinlerinin etnik ve/veya sosyo-ekonomik arka planı değişebiliyor. Şu an bu çeşitlilik hâlâ devam ediyor, ancak aynı zamanda hızla yüzeyselleşebiliyor. Mahalledeki Kanaalstraat’a kültürleriyle özgünlüğünü getiren esnafların neredeyse hiçbiri Lombok’ta yaşamıyor. Bunun tabii ki çeşitli sebepleri var. Kimisi çalıştığı yer ve yaşadığı yerin aynı yerde olmasını istemiyor. Ama çoğunlukla duyduğumuz, görece şehrin dışında olan yerlerde daha uygun fiyata daha büyük bir evde yaşayabildikleri. Lombok’un popülaritesinin artmasında içerdiği çok kültürlülüğün etkisi büyük ama mahalle sakinleri tektipleştikçe bu çok kültürlülük de yüzeyselleşiyor. Genelde evini satıp taşınmayı seçen ailelerin örneklerini biliyoruz, çünkü evlerini aldıklarının çok daha fazlasına satabiliyorlar şu an. Tam da bu yüzden bahsettiğin konsepti oluşturduk Utrecht’te. Hikâye kitabın sonunda, yakın bir karanlık geleceği anlatıyor; net bir distopik anlayacağın. Çünkü göz boyayan “renk cümbüşünün” ardında ne oluyor, mahalle aslında nasıl değişiyor, bunu yeterince tartışmıyoruz. Burada Bob’a hakkını vermeliyim. İnanılmaz bir iş çıkardı çizimleriyle, ilk gördüğümde ağzım bir karış açık kalmıştı.

Eylemlilik konusunda bildiğim kadarıyla mahallelilerin belli girişimleri var, Lombok’un özgün dokusunu korumak için. Mesela caddenin tam ortasında yer alan sosyal konutlandırmayı koruma girişimi var. Sosyal konutlandırma sistemi (Hollandaca terim İngilizce’ye “Social Housing” olarak çeviriliyor), geliri çok yüksek olmayan kesime sağlanan barınma hakkının temel kaynaklarından biri. Çok uzun bir bekleme listesi var, ortalama 11-12 yıldır listede olan kişiler şu anda ev bulabiliyorlar. Şu anda sosyal konutlandırmaya ait olan binalar, bloklar hâlinde gayrimenkul yatırımcıları tarafından alıp renove ediliyor, çoğu serbest piyasa fiyatından satılıyor veya kiraya veriliyor. Dolayısıyla belirli bir kesim şehirden dışarı itiliyor. Lombok’taki girişim ise o blokların Lombok’ta olan kısmının gerekli renovasyonlarının yapılması ama kiraların yükselmemesi için çabalıyor. Önemli bir girişim. Bir de mesela benim çalıştığım sosyal tasarım projesi, De Voorkamer, düzenlediği etkinliklerin bir kısmını özellikle mahalleliler için yapmıştı. Bu etkinliklerde farklı gruplardan mahalle sakinleri arasında kişisel, sosyal bir bağ oluşturmaları için çabalanıyordu.

“Ne bu konu üzerine derinlemesine bir eğitim aldım ne de rızam dışında yerimden edilme gibi bir deneyim yaşadım. O yüzden tekrar tekrar bu hikâyeyi anlatmanın niteliğine kafa yordum.”

Çok genel bir soru olacak ama; itiraz etme ve dünya sorunlarıyla baş etmede kendi jenerasyonuna kıyasla bugün genç olan kuşağı ne açılardan farklı görüyorsun?

Çok büyük bir konudan bahsediyoruz aslında bu soruyla. Biri 13-14 yaşında burnu akarak eve çağrılana kadar sokakta düşe kalka oynayarak büyürken, diğeri sosyal medya ile büyüyor. Bunun çok fazla alt dalı var elbette ve biri her daim diğerinden daha iyi olmak durumunda da değil bence. Aslında arada 20 sene bile fark yok ama iletişim kanalları, jenerasyonlar arasındaki ilerlemeden çok daha hızlı ve yayılgan bir şekilde ilerlediği için aramızdaki fark bazı noktalarda çok keskin. Ancak ben her dualitede olduğu gibi burada da iki kuşağın birbirine bir şeyler katabileceğine inanıyorum.

Sosyal medya ile her platformda bir persona yaratabilme imkânının nasıl kullanıldığına bakmak önemli burada. Bugün genç olan kuşak yaratıcı, mizahı kuvvetli ve enerjisi yüksek bireylerden oluşuyor. Aynı zamanda düzenli bir içerik akışı ve akran baskısıyla büyüyen bir kuşaktan bahsediyoruz. Dolayısıyla çevrimiçi imajları sürdürme çabalarını hesaba kattığımda her ürettikleri içeriğin derinliğinden, daha doğrusu farkındalığından emin olamıyorum. Öte yandan, biz görece daha kolektif / toplumcu bir anlayışla büyüdük. Şu anki nesilde bireysellik daha hâkim. Aslında bir noktaya kadar belki de onlardan bu konuda öğrenebiliriz. Yine şu anki jenerasyon sözünü asla esirgemiyor, ben bunda 140 karakterlik tweetlerin ve hızlı bilgi akışının etkisi olduğuna inanıyorum. İfade edecekleri şeyi net, kısa ve zeki, nokta atışı popüler kültür referanslarıyla ediyorlar. Bunu ilham verici buluyorum. Umuyorum ki bu sahip oldukları girişken, ilham verici enerjilerini farkındalıkla kullanmayı seçerler çünkü çok zeki ve büyük bir potansiyele sahip bir jenerasyondan bahsediyoruz.

Erhan Muratoğlu (Ankara)

Farklı disiplinlerde yazılar yazıyorsun. No Seat At The Table’daki hikâyeler, senin için kişisel anlamda nasıl bir meydan okumaydı?
Birçok açıdan hem heyecan verici hem de ürkütücü bir deneyimdi bu hikâyeleri oluşturmak. Daha önce çizgi roman formatında hiçbir şey yayımlamadım ama dediğim gibi fikir ve format ayrılmaz bir ikili olarak oluştu kafamda. İnan bilmiyorum neden ama arada biz bu fikri kotarabilir miyiz minvalinde sorarken bile başka bir yönteme bakmak aklımdan geçmedi.

İkincisi ve aslında en önemlisi, kitaptaki her hikâye aslında benim olmayan bir hikâye. İşim ve kişisel tercihlerim dolayısıyla şehirde yaşıyorum ve farklı şehirlerde büyüdüm. O yüzden şehir hayatı benim kişisel hayatımın büyük bir parçası. Ama ne bu konu üzerine derinlemesine bir eğitim aldım ne de rızam dışında yerimden edilme gibi bir deneyim yaşadım. O yüzden tekrar tekrar bu hikâyeyi anlatmanın niteliğine kafa yordum. Nasıl bir bakış açısından gelirsek en saygılı, insani ve empatik noktayı bulabileceğimiz üzerine her bir çizerle bireysel ve ekip olarak konuştuk. Hepimiz bu projeyi temelde neden yapıyor olduğumuzu düşündük ve aynı cevaba vardık: Barınma hakkı temel bir hak ve biz şehirlerin daha kapsayıcı sürdürülebilir olması gerektiğine inanıyoruz. Bunun için bir bilgi birikimimiz ve yeteneklerimiz dâhilinde ne üretebiliriz, konuya nasıl bir katkıda bulunabiliriz noktasından hareket ettik. Kitabı şehirde yaşayan kişiler / gruplar arasında daha derin bir etkileşimi başlatacak veya derinleştirecek bir aracı olarak gördük. Hikâyelere dair tüm yaptığımız seçimlerin bu niyete hizmet etmesi için çalıştık.

Daha önce farklı nitelikteki ekipleri yönettim ama ilk kez bu kadar geniş kapsamlı, gerçekten birbirinden bu kadar uzakta yaşayan bir ekip yönettim. İki farklı ülke, dört farklı şehirde yaşayan ekip bana o kadar çok şey öğretti ki… Tam burada çizerlerini haklarını tekrar tekrar vermeliyim, gerçekten inanılmaz destek oldular projenin pratik anlamda sürdürülebilirliği için. Hâlihazırda var olan yeteneklerinin yanı sıra her daim aktif bir şekilde benimle birlikte düşündüler, gerektiğinde çözümleri beraber bulduk.

Salgın süreci kitabın hazırlıklarının neredeyse son aşamasında patlak verdi. Sizin planlarınız ve çalışma metotlarınız bu süreçten nasıl etkilendi?

Oldukça yoğun ne yazık ki. Kitabın içeriğini 2020 başında tamamlamıştık ama sonrasındaki planlarımızın hepsi iptal oldu. Bahar döneminde bastığımız sınırlı sayıdaki kopyaları götürerek her şehirde etkinlikler yapmak istemiştik. Şubat sonu itibariyle salgının gidişatı, karantina ve seyahat yasakları ne yazık ki her şeyi değiştirdi. Tabii bu süreçte projenin koordinatörü olarak da hızlı bir karar vermem gerekiyordu. Salgının nasıl ilerleyeceği belli olmadığından (ki hâlâ belirsizlikler çok) ve toplamda dört şehir olduğundan erteleme çok da opsiyonumuz değildi. Dolayısıyla tüm etkinlikleri iptal etme kararı aldım. Tüm ekibin benimle aynı fikirde olması çok yardımcı oldu. Etkinlikleri heyecanla bekliyorduk ama virüsün yayılmasını önlemek için bize düşen sorumluluğu almak olarak gördük bu kararı. Bu esnada birlikte etkinlikler yapmayı planladığımız tüm yerel girişimlere, (çevrimiçi) alternatif yollarla iş birliği fikirlerine açık olduğumuzu da ilettik.

Jasmijn de Nood (Amsterdam)

Kitaba nasıl erişiliyor? Fiziksel baskılarının yanı sıra çevrimiçi olarak da yayımlanacak mı?
İlk etapta bizimle hikâyelerini paylaşmaya gönüllü olan mahalleliler, bizle birlikte çalışmayı seçen yerel girişimler ve fonlarımız için 30 kopya bastık. Bunu özellikle mahallelilerin bize güveni ve sıcak kanlılıkları için teşekkür etmek için seçtik. Şu an Hollanda’daki bir yayınevi ile kitabın uluslararası platformda İngilizce basımı üzerine çalışıyoruz. Önümüzdeki sene içinde (tercihen 2021 baharı) yayımlamayı planlıyoruz. Bunu gerçekleştirdiğimizde kitap Türkiye ve Hollanda dâhil birçok ülkeye dağıtılmış olacak. Çok heyecanlıyız! Kitabın Türkçe, Hollandaca veya herhangi başka bir dilde yayımlanması konusunda henüz bir gelişme yok ama çok isterim, ne güzel olur değil mi? O zamana kadar kitabın içeriğini yayımlamıyoruz ve bunun birkaç sebebi var. İlk ve en önemlisi, kitaba katkısı bulunan tüm mahalle sakinleri kitabı henüz görmedi. Önceliğimiz kitabı onlara ulaştırmak. Çevrimiçi yayımlanması en azından kısa vadede planımız değil, bunun sebebi de hikâyelerin gerçekten kitap formatındaki etkisi. Kitabı elinde tuttuğun, sayfaları çevirirken aldığın hissin çevrimiçi ortamda mümkün olduğuna inanmıyorum. Bir de kitaptaki hikâyeler hem mahalleliler hem bizim için çok önemli. Özellikle günümüzde içeriğin tüketimi ve bir sonraki içeriğe geçiş inanılmaz hızlandı, o yüzden bu konuda şu etapta dikkatliyiz.

No Seat At The Table’ı farklı platformlara taşımayı planlıyor musunuz?
Farklı platformlara taşımayı çok istiyoruz. Önümüzdeki sene Amsterdam’da bir sergi fikri üzerine çalışıyoruz, Türkiye’de de bir sergi olmasını istiyoruz. Utrecht’te karantina dönemi sonrasında ufak bir etkinlik yaptık, bizim için de bu “yeni normal” kapsamında bir deneme oldu aslında. Lombok’ta yaşayan farklı sosyo-ekonomik gruplardaki bireylerin katıldığı, mahallenin dönüşümü üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Karşılıklı bilgi, deneyim ve fikir alışverişi açısından çok özel bir etkinlik oldu ve bunu diğer şehirlerde yapmayı çok isteriz. Aynı zamanda farklı girişimler, tartışma platformları ve medya kanalları aracılığıyla kolektif bilgi ve deneyim birikimimizi paylaşmak konusunda heyecanlıyız. Uluslararası bir ekip işi çıkardık. Bu projede bir buçuk yıla sığan çok yoğun bir emek var, bu süreçteki deneyimlerimizi paylaşarak bir başka girişime, bir (grup) sanatçıya ilham olabileceksek ne mutlu, seve seve!

Şu sıralar bir dizi senaryosu üzerine çalışıyorsun bildiğim kadarıyla. Ne gibi ipuçları verebilirsin bu projeye dair?
Evet, büyük bir kısmını kurgusallaştırmama rağmen sanırım şu ana kadar yaptığım en “benden”, kalbime en yakın olan hikâye bu. Gelişim aşamasında olduğu ve bu sıralar ilk somut adımlarını attığım için hakkında henüz çok şey paylaşamıyorum. Ancak çok genel olarak bahsetmek gerekirse İstanbul’dan Amsterdam’a taşınan bir kadının hikâyesini, Fleabag ve I May Destroy You dizilerinden ilhamla kara mizah ve dram karışımı bir tonda anlatıyorum. Baş karakterin yıllarca yok saydığı hayalindeki mesleği yapmaya karar vermesi üzerine gelişiyor hikâye. Ancak bunu yaparken göçmen olmasının tetiklediği farkındalıklar, Türkiye ve Hollanda’da geliştirdiği hayatları daha derinden anlamlandırması ve içindeki gri alanları keşfederken bocalamasını anlatıyorum. Beni çok heyecanlandıran bir proje bu.

  1. Kitlesel tutuklamalar çağında sanat: “Marking Time”

    Görsel sanatlar, dört koldan birden insandışılaştırmaya çalışan bir sisteme karşı çıkmada sözcüklerin tek başına yaratmakta zorlanacağı güçte bir etkiye sahip. Hattın diğer ucunda yazar Nicole R. Fleetwood ve bugün 2 milyonun üzerinde nüfusun parmaklıklar ardında olduğu ABD’deki cezaevi sistemine görsel sanatlar üzerinden bakan yeni kitabı var.

  2. “Bi dakka ben az önce ne izledim?!?” televizyonu: EXP TV

    7/24 dopdolu bir yayına başlayan EXP TV, seyirciyi zamanların ötesinde bir zamana götürme niyetinde. Hiçbir kurumsal güç tarafından yontulmadan, engellenmeden; hiçbir algoritmayla ilişki kurmadan.

  3. Artan kiralar, azalan kapsayıcılık ve sürdürülebilirlik: “No Seat At The Table”

    İstanbul, Ankara, Amsterdam ve Utrecht’teki dört mahalle üzerinden, kentsel dönüşümün yansımalarını kurcalayan bir çizgi roman.

  4. A’dan Z’ye: Ennio Morricone (1928-2020)

    Maestronun anısına.

  5. Kalabalıkların sesi olmaktan bir tık ötede: IDLES ve “ULTRA MONO”

    Üçüncü IDLES albümü için nefesler tutulmuşken, gitarist Mark Bowen’la bir sabah sohbeti.

  6. “Yeni bir paralel gerçeklik”: Wax Poetic, Demet Evgar, Biz10 Murat ve Irmak Altıner’in “Cihangir”i

    Wax Poetic’in 2007 çıkışlı albümü "İstanbul"da yer almış “Cihangir”, kaydedilişinin üzerinden 14 yıl geçtikten sonra Irmak Altıner yönetmenliğinde bir kliple yeniden dirildi. İlhan Erşahin, Demet Evgar, Biz10 Murat ve Irmak Altıner, şarkının ortaya çıktığı zaman ve bugün arasında mekik dokuyan bir muhabbet çevirdi.

  7. Şarkı şarkı: Berke Can Özcan ve “Mountains are Mountains” albümü

    Berke Can Özcan, bugüne kadarki en içsel çalışması “Mountains are Mountains”ı şarkı şarkı anlatıyor.

  8. Christopher Nolan, kuantum, beklentiler: Tenet

    Nolan, ana akım sinema seyircisini -bu şartlarda bile- salonlara çekebilecek prestije sahip birkaç isimden biri şüphesiz. Lakin en önemli maharetlerinden olan izleyiciyi avucunun içine alma konusunda, belki de ilk defa bu kadar zayıf görmekteyiz rejisini.

  9. Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine

    Büyükada dekorunda, sınıf perspektifi üzerinden, lezbiyen bir aşkın ve geçmişle hesaplaşmanın öyküsü.

  10. Aklımdakiler: Levan Akin

    "And Then We Danced"in yönetmeni Levan Akin yeni film projesi için senaryo yazım sürecine ve araştırmalarına devam ederken, sinemacılar, sinema yazarları, oyuncular, yönetmenler, performans sanatçıları ve iletişimde olduğu müzisyenlerden kendisine yöneltmek üzere sorular topladık ve bir güzel cevaplattık.

  11. 1977’den bugüne, sinemada kadın yazar biyografileri

    Acımasız iğneli sözler, bol miktarda öğleden sonra kokteyli ve başyapıtını yazmanın eşiğinde olan bir korku yazarı… Yönetmen Josephine Decker'ın son filmi "Shirley"den ilhamla, sinema tarihinden çeşitli yazar / şair biyografileri arasında bir gezinti.

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktörler Aylin Güngö[email protected] Sadi