Üçüncü IDLES albümü için nefesler tutulmuşken, gitarist Mark Bowen’la bir sabah sohbeti…


Bristol çıkışlı IDLES, verdiği mesajı ve bu mesajı iletme biçimlerini müzikal üretiminin merkezine yerleştirmiş bir grup. Belirli çağrışımlar yaptıran sıkıştırılmış janr tanımları IDLES’ın müziğinden bahsederken anlamsızlaşıyor. Özellikle 2018 çıkışlı ikinci albüm Joy as an Act of Ressistance ile kapsayıcı, birleştirici ve içten şarkılar yazmak konusunda özel bir güce sahip olduklarını ispatladılar. Bıçkın ve çetin imajları, yine aynı sıfatlarla tanımlanabilecek ses evrenleriyle “toksik erkeklikle” nasıl bir kavgaya tutulduklarına tanık olduk. 

Kabuk bağlamış toplumsal yanlışlar, kişisel hesaplaşmalar, sevilme açlığı, politik çıkmazlar, kayıpla baş etme yolları; şarkılarından damlayan konu başlıklarından. Bu da IDLES’ı kalabalıkların sesi yapmaktan da öteye götürüyor. Müziklerini karşıt görüşler arasında bir diyalog başlatmak adına bir araç olarak tanımlıyor ve bu güçlü iddianın altını bir şekilde doldurabiliyorlar. 25 Eylül’de Partisan etiketiyle yayımlanacak üçüncü albüm ULTRA MONO için nefesler tutulmuşken, IDLES’ın yüksek enerjili gitaristi Mark Bowen’la bir sabah sohbetine koyulduk. Bizi neyin beklediğine dair ufuk açıcı bir iç görü sundu Bowen ve bir kez daha IDLES’ı çağdaşlarından ayıran nüansları gözler önüne serdi.

“[Bir önceki albüm] Joy as an Act of Resistance, aynı fikirde olmadığımız kişilerle bir iletişim başlatma ve onları dinleme yetisiyle ilgiliydi. Bu albüm ise başlattığımız bu iletişimde üzerinde durmak istediğimiz konulara ve onlarla ilgili söylemek istediklerimize dair.” 

Bu röportajı sabahın erken saatlerinde yapıyor olmamızdan dolayı biraz şaşkınım açıkçası. Sen de bir “sabah insanı” mısın?

Evet, kesinlikle. 1 yaşında bir kızınız olunca ister istemez sabah insanı oluyorsunuz. 05:00 dedin mi, ayaktayım. Birçok işimi sabah erken yapmayı seviyorum.

ULTRA MONO, 25 Eylül’de yayımlanıyor ve ben de çok heyecanlıyım. Yaşadığımız yılı düşününce, gerçekçi ve dönemini yansıtan IDLES gibi gruplara daha fazla kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu albümün yaratım sürecinde kişisel olarak içinde olduğun duygu durumlarını nasıl tanımlarsın?

Oldukça garipti. Bu albümün ifade ettiği şeylerin dönüşümünü görmek gerçekten çok tuhaftı. Bir sanatçının işinin belli şeyleri fark etmek ya da yüzeyin altında kalmış bazı hislerin üstüne gitmek olduğu fikri bir süredir aklımı meşgul ediyor. [Bir önceki albüm] Joy as an Act of Resistance, aynı fikirde olmadığımız kişilerle bir iletişim başlatma ve onları dinleme yetisiyle ilgiliydi. Bu albüm ise başlattığımız bu iletişimde üzerinde durmak istediğimiz konulara ve onlarla ilgili söylemek istediklerimize dair.” Joe’yla (Talbot) ULTRA MONO konseptinde karar kıldığımızda, olabildiğince az kelime ve sesle ne kadar fazla şey söyleyebileceğimize kafa yorduk. Mesajımızı mümkün olan en net ve yalın şekilde iletmenin yollarını aradık. Bu da albümün temelini oluşturuyor: IDLES’ı yapı taşlarına ayırarak münferit modeller yaratmak. Her şarkıda anlaşılır bir mesaj ve bu mesajı ileri sürmeyi kesinlikle mümkün kılan unsurlar var. Genellikle albümün konsepti ve ismini çok önceden belirleyip aylarca üzerine konuşup, bu fikri nasıl yansıtabileceğimiz üzerine çalışıyoruz. Bu albümde de öyleydi. Şarkıların büyük kısmının müzikleri, kayıt için stüdyoya girmeden önceki iki hafta içinde yazıldı. Joe da sözlerin büyük kısmını stüdyoda kayıt sırasında yazdı. Kimi zaman bir dizeyi kaydettikten sonra “Şimdi biraz durun bakalım” deyip defterine bir şeyler not alıyordu. Bu çok önemliydi çünkü ULTRA MONO’nun âna ait olmasını ve bizi de konfor alanımızdan çıkarmasını istiyorduk. Bu üçüncü albümümüz, insanların sevdiği şeyi yeniden yapma tuzağına düşebilirdik. Ama daha önce deneyimlemediğimiz bir şey yapmak konusunda kararlıydık.

Bahsettiğin şey kimi zaman müzisyenler için bir baskı unsuruna dönüşebiliyor. Siz bununla nasıl başa çıktınız?

Sanatçı perspektifinden, ne yapmak istediğimizi iyi biliyorduk. Bu yüzden içimize sinmeyen fikirlerle hiç zaman harcamadık. Bir grup olarak gerçekten düşündüğümüz şeyler hakkında şarkılar yazabilme şansına sahibiz. Müziğimiz içimizdeki bir yerden geliyor ve insanların sevip sevmemesi ya da ticarî başarı yakalaması gibi açıları hiç dikkate almıyoruz. Birçok insanın bu tuzağa düşmesinin sebeplerini anlayabiliyorum. 10 yıllık geçmişimizde hiç hayranımızın olmadığı zamanlar da o kadar uzak değil. O kadar kısa hafızalı değiliz.

“İstediğimiz şey, insanların müzik dinlediği mecrada sırasıyla bir Kanye West şarkısı, bir IDLES şarkısı ve bir Rihanna şarkısı çaldığında aradakinin bir gitar şarkısı olduğunun farkına varmamasıydı.”

Karşıt görüşlerden insanlarla iletişim zemini kurmanın önemine değindin. Empati yapmanın yeterince değerinin bilinmediğini düşünüyorum. IDLES’ın kelimeleri ve dili kullanışı bu anlamda çok değerli. Gürültücü bir grubun “sevilmeye ihtiyacı olduğunu” söylemesi çok anlamlı bir şey. IDLES “halkın grubu” (band of the people) olarak tanımlanıyor. Bu sana ne ifade ediyor?

Bizim için önemli olan şey insanlar ve toplum içinde empati kurabilmek. Çok kişisel, hatta bencil bir perspektifle bir konuya eğilsen bile, başka insanlara özen gösterdiğin zaman daha fazla şey kazanıyorsun. Esas mesele de seslendiğin insanlar. Seni; sen olman için, bir şeyleri daha ileri taşıyabilmen için destekleyenler onlar. Bizim için tek bir gerçek yok; bir sürü farklı bakış açısı, hissiyat ve anlayış biçimi var. IDLES için esas rehber hep bu farkındalık oldu. Agresif bir grubun sevilmek istediğini söylemesi de bu doğrultuda bir empati yapma çabası. Kızgın, homurdanan adamların sahnede “kendini sev”, “siyah güzeldir” gibi şeyler söylemesinin, insanların beklentilerini saptıran esprili bir tarafı da var. İnsanlar, “Lanet olsun sisteme, her şeye” gibi şeyler söyleyen bir punk grubu olmamızı bekliyor. Peki ya bunu yapmanın daha güzel, kibar bir yolu olamaz mı? Bunu düşünen ilk grup da biz değiliz. Amerika’daki hardcore sahnesinde estetik olarak sert müzik yapıp pozitif mesajlar veren birçok grup var.

Evet ama 2020’de bunu yapmak başka şeyler ifade ediyor. IDLES’ın bu yaklaşımı, diğer çağdaş gruplarla kıyasladığım zaman daha gerçekçi görünüyor.

Hem kendine hem çevrene karşı dürüst olabilmek, kişisel olarak en fazla önem verdiğim şey. Söylediğin, düşündüğün ve yaptığın şeyi mükemmel bir hizaya sokmak herkesin yapabileceği bir şey değil. Kimse yüzde yüz empati kurabilme yetisine sahip değil. Bizim için gerçek olan ve bizim gerçekte kim olduğumuzun örtüşmesi IDLES’ı farklı kılıyor olabilir. Joe’nun şarkı sözleri hem içindeki karanlık taraftan hem de eksikliklerinden, özgüvensizliğinden ve kendine koyduğu engellerden bahsediyor. Bu konuda dürüst olduğu kadar pozitif de. Bunları aşabilmenin yollarını arıyor. Şarkılarda söyledikleri, “kendini sevmelisin” gibi mesajlar; Joe’nun da kişisel problemleri. Bu da işe güçlü bir gerçeklik boyutu katıyor. İnsanlar konuşan bir kişinin söylediklerinin içten olup olmadığını anlayabiliyor.

Biraz da albümün ses dünyasından bahsedelim. ULTRA MONO’yla birlikte bir hip hop hissi yaratmaya çalıştığınızı açıkladınız. Albümün yaratım sürecinde hangi noktada Kenny Beats’le çalışmaya karar verdiniz?

Şarkıları yazmaya başlamadan çok daha önce, sonik olarak “modern” alana girecek şarkıları nasıl yapabileceğimize dair beyin fırtınaları dönüyordu. Gitar müziğiyle ilgili kafa karıştırıcı konulardan biri bu. Hatta birçok kişinin “gitar müziğinin artık öldüğünü” düşünmesi de bundan kaynaklanıyor. Radyoda ya da streaming servislerinde gitar parçaları dinlediğinizde, bu şarkılar hip hop ya da pop müzik gibi suratınıza çarpmıyor. O tür müzikler, prodüksiyonları sebebiyle, gitar müziğine göre çok daha “hafif” oluyor. Bunu nasıl yapabileceğimize dair uzun mesai harcadık. Frekansları olabildiğince azaltmaya ve sound’umuzu hafifletmeye çalıştık. Bu sebeple albümde davulun en ön plandaki enstrüman olmasına karar verdik. Davulun kendi içinde de bir sonik derinliği var. Jon (Beavis) bu albümde harika çaldı ama tekniğinden ziyade patlayıcılığıyla öne çıkan bir davulcu. Gitarlara gelecek olursak, albümün büyük kısmında Lee’yle (Kiernan) aynı anda aynı şeyleri çalıyoruz. Dev’le (Adam Devonshire) de çoğunlukla öyle; Dev’in kocaman baslarının üstüne yüksek oktavlı şekilde çalıyorum. Büyük bir prodüksiyona girmeden her şeyi sadeleştirmeye özen gösterdik. Gitar kayıtlarında ses masasıyla aramızda kimi preampler dışında hiçbir şey yoktu. Albümün prodüktörleri Adam Greenspan ve Nick Launay, özellikle erken dönem post-punk kayıtlarıyla biliniyor. The Birthday Party, The Slits, The Bad Seeds, Grinderman gibi gruplarla çalıştılar. Nick, gitarların nasıl daha çivi gibi, hatta cırtlak duyulacağı konusunda engin bilgilere sahip. Ama davulları istediğimiz gibi alt frekanslarla duymak konusunda kararlıydık. Kenny Beats’i de bu noktada sürece dahil ettik. İyi bir arkadaşımız, bize ABD turnemiz sırasında Instagram’dan mesaj atıp birlikte bir şeyler yapmayı teklif etmişti. Harika bir enerjisi var, yaptığın şeyle ilgili heyecanlanmanı ve üzerine daha sıkı çalışmanı sağlıyor. O sıralar üzerine çalıştığı şeyleri bize dinletti. Çok temiz, vurucu prodüksiyonlardı. Gitar müziğinde 70 Hertz altındaki her şey genelde çamura döner. Bas ve kicklerin 50 Hertz civarında, midene inen bir yumruk gibi temiz duyulması için onunla çalışmak istedik. İstediğimiz şey, insanların müzik dinlediği mecrada sırasıyla bir Kanye West şarkısı, bir IDLES şarkısı ve bir Rihanna şarkısı çaldığında aradakinin bir gitar şarkısı olduğunun farkına varmamasıydı. Tabii ki gitar müziği kimliğimizi kaybetmemiz söz konusu değil. Ama olabildiğince hafif ve yekpare duyulmak istedik. Bir Kanye West şarkısı ya da Kendrick Lamar şarkısı gibi. Sanırım bunda bir şekilde başarılı olduk. Gitar sound’unu daha nerelere götürebileceğimiz konusunda da iştahımızı açtı. Benim için fazlasıyla heyecan verici ve öğretici bir deneyimdi.

“Kimsenin fiziksel mesafeli bir IDLES konseri izlemek istediğini sanmıyorum. Çünkü tüm olay beraber olabilmek. Bunu yeniden yapabilmek biraz zaman alacak gibi görünüyor.”

Albümde Jehnny Beth’ten Warren Ellis’e geniş bir konuk yelpazesi var. Bu iş birliklerine dair ipuçları verebilir misin?

Hepsi bir şekilde kaza sonucu oldu. Jehnny Beth düeti, Fransa’daki kayıtlarımız sırasında ortaya çıktı. Albümde Fransız müziği referansları var; Ed Banger’ın başı çektiği elektronik müzik akımının mesela. Albüme bu sebeple Fransızca bir şey eklemek istedik ve bir şarkımızın ismi “Ne Touche Pas Moi”. Bana dokunma anlamına geliyor. Fransızca bilmediğimiz için stüdyo ekibinden birilerine bunun doğru bir çeviri olup olmadığını sorduk; onlar da “Evet, evet doğru” dediler. Kayıtlar bittikten bir gün sonra Jehnny Beth’le birlikte Paris’te çalıyorduk. Ona bundan bahsettik ve Jehnny bize bu cümlenin Fransızca olmadığını söyledi! Kendimizi bilmediğimiz bir dili çarpıttığımız için çok kötü hissettik. Dili gerçekten konuşan birini dâhil etmek istedik ve Jehnny Beth’i davet ettik. Şarkının bir kadın sesine ihtiyacı da vardı, yani Jehnny’nin kapısını zaten çalacaktık. 

Warren Ellis de bir gün elinde kurabiyelerle stüdyoya geldi. Biraz sohbet ettik ve Joe bir şarkıda çalmak isteyip istemeyeceğini sordu. “Grounds”da çalıyor ama Warren’ın şarkıya kattıklarını duymak için çok keskin bir kulağa ihtiyacınız var. 

Bir diğer konuk da David Yow. Çok büyük bir The Jesus Lizard hayranıyım, benim gitara yaklaşımımı ve canlı çalışımı çok etkilemiş bir gruptur. Bize “Benim ismim David, The Jesus Lizard grubundanım” diye başlayan aşırı mütevazı bir mesaj attı ve sonrasında bir konserimize geldi. Tanıdığım en harika insanlardan biri. Çok komik ve sürreel. Tıpkı sahnede olduğu gibi. Az önce konuştuğumuz kendine karşı dürüst olmak meselesini hayatına yansıtmış birisi. ULTRA MONO’nun konsepti itibariyle albümde çok fazla geri vokal olmamasını istiyorduk. Bu bizim için çok ilginç bir durum. Ama bazı bölümlerde buna ihtiyacımız oldu ve normalde ben ya da Dev bu görevi üstlenirdik. Bir şarkıda ikimizin de ses aralığı hiç uymadı ama David’in sesi tam olarak aradığımız sesti. 

Londralı noise rock grubu Sex Swing’den Colin Webster iki parçada saksofon çaldı. Çok tuhaf sesler çıkarıyor enstrümanından ve onu albümde ağırlamak harikaydı. Bu iş birliklerini, şimdiye dek yaptığımız albümler arasında tek başınalığı mesele edinen ULTRA MONO’da yapmış olmamız da ilginç aslında. Sanırım IDLES’ın bir komünite ve arkadaşlık yaratmak amacıyla da örtüşüyor.

“Grounds” parçası da birlik mesajları veren bir şarkı. Sanırım albümdeki favorilerimin başında bu şarkı var. Primitif bir şarkı ama endüstriyel bir tarafı da var.

Albümdeki şarkılar arasında ilk tamamlanan “Grounds” oldu. Kanye West’in yazdığı bir AC/DC şarkısı hayal ediyorduk. Çok basit bir fikir var. AC/DC’nin güzelliği de burada; basit gitar riffleri var. Tek bir telden bir nota çalarak bir riff yapmak istedik. Yaptığımız tek şey teli eğmek. Yine davulların devasa duyulması için ona gerekli boşluğu yaratma fikri de vardı tabii. Joe da davula eşlik ederek söylüyor. Bu riff için belki 100 gitar kaydetmiş olabiliriz. Şarkının sonundaki kaotik bölüm de temelde benim Sunn O)))’yu taklit etme girişimim. Sunn O)))’da çalmanın nasıl bir şey olduğunu hep merak etmişimdir! Üst üste eklenmiş ama tamamen aynı şeyi çalan onlarca farklı gitar var. 

Şarkı için uzun akşamlar harcadık. Miksi için de muhtemelen bir ay çalışmışızdır. Çünkü bu şarkıyı kotarabilirsek albümün geri kalanının iyi olacağından emindik. Kenny Beats’in şarkıyı duyduğunda verdiği tepki de çok komikti. Ona yaptığımız kayıtlardan birkaç parça yolluyordum ve “Grounds”u seveceğinden emindim, o yüzden bu şarkıyı en sona sakladım. “Grounds”u dinledikten hemen sonra beni aradı ve “Ne yaptığınızın farkında mısınız? Aman tanrım! Aman tanrım!” diye bağırıp telefonu kapattı. Sonrasında prodüksiyon için harika fikirlerle geldi. Her hi-hat vuruşunda cam kırılması sesi de var örneğin. Ve tabii synthesizerlar. Sesin perdeleriyle oynayabildiğin veya delay’i modüle edebildiğin bir şey istiyorduk. Ben özellikle Daft Punk’ın Human After All albümündeki gibi bir sound arıyordum. Kesinlikle IDLES gibi duyulmayan, tamamen sonradan üretilmiş bir synth sesi. Hiç insansı bir ses değil; endüstriyel. Davullar ve vokallerle duyuyoruz ve aralarında bu anlamda bir tezat oluşuyor. Bir anlamda insan ve insanlıktan çıkarılmış olanı kesiştiriyorduk. Bu da albümün ifade ettiği şeylerle de örtüşen bir yaklaşım.

“A Hymn” de aslında bir ballad gibi ama bir yumruk etkisi de var. Ebeveynlerinizle birlikte arabada dolandığınız klibi de epey ilginç. 

 Ryan Gander’la çalıştık klip için. Aslında multimedya üretimleri yapıyor. Bize o ulaştı ve bizim ebeveynlerimizle mahalledeki bir markete arabayla gitmemiz fikriyle çıkageldi. Bu aylardır yapamadığımız bir şey. Anne ya da babamızla bir arabaya binip bir yere gitmek. Bir süredir buna izin yok. Bu açıdan biraz garip geliyor. Şu an içinde olduğumuz durum videoya bir başka katman daha eklemiş oldu.

Uzun süredir yapamadığınız bir başka şey de konser vermek. Sahnede gerçek bir canavara dönüşüyorsun ve çalarken ne kadar keyif aldığın her hâlinden belli oluyor. IDLES’la sahnede olmak konusunda en çok neyi özlüyorsun?

Sanırım her şeyini. Bu benim için dünyadaki en rahatlatıcı şey. Kendimin en damıtılmış, en odaklanmış hâlini ortaya çıkaran bir deneyim. Aklımdaki her şeyi, kendime dair tüm düşünceleri serbest bıraktığım bir hâl. Her zaman kendinin farkında olan birisi değilim ama sahnede “kişilik” konseptinden tam olarak uzaklaşabiliyorum. Bu bana her çaldığımızda oluyor ve şu an çok özlüyorum. Bir yandan çok da eğlenceli! Hayatımın en eğlenceli anları. Gürültülü olmayı, 110 desibel ses çıkarmayı özlüyorum. Yakında yine orada olacağız. Günümüzün en çalışkan gruplarından biri olduğumuzu iddia edebilirim, yılda 160 konser çalıyoruz. Sahne aslında var olduğumuz yer. Şarkılar da orada doğuyor ve şekilleniyor. Şu an bu elimizden alınmış durumda. Ama hâlâ IDLES için ne yapabileceğimize enerjimizi harcıyoruz. Nelerin bizim kontrolümüzde olduğunu ve onlarla ne yapabileceğimizi bulmaya çalışıyoruz. Canlı müzik geri geldiği zaman çok ilginç olacak. Her zaman yok olan ilk şey canlı müzik oluyor ve geriye gelen son şey de o olacak. Kimsenin fiziksel mesafeli bir IDLES konseri izlemek istediğini sanmıyorum. Tüm olay beraber olabilmek. Bunu yeniden yapabilmek biraz zaman alacak gibi görünüyor.

Umarım bu tekrar mümkün olduğunda yolunuz Türkiye’ye de düşer. Burada IDLES konseri için bekleyen geniş bir kalabalık olduğuna eminim.

Türkiye kesinlikle listemizin üst sıralarında. Henüz gidip çalmadığımız yerlerden bir listemiz var ve oralara da gidebilmek için tüm şartları zorluyoruz. Sanırım bu ihtimale yaklaşıyoruz.

  1. Kitlesel tutuklamalar çağında sanat: “Marking Time”

    Görsel sanatlar, dört koldan birden insandışılaştırmaya çalışan bir sisteme karşı çıkmada sözcüklerin tek başına yaratmakta zorlanacağı güçte bir etkiye sahip. Hattın diğer ucunda yazar Nicole R. Fleetwood ve bugün 2 milyonun üzerinde nüfusun parmaklıklar ardında olduğu ABD’deki cezaevi sistemine görsel sanatlar üzerinden bakan yeni kitabı var.

  2. “Bi dakka ben az önce ne izledim?!?” televizyonu: EXP TV

    7/24 dopdolu bir yayına başlayan EXP TV, seyirciyi zamanların ötesinde bir zamana götürme niyetinde. Hiçbir kurumsal güç tarafından yontulmadan, engellenmeden; hiçbir algoritmayla ilişki kurmadan.

  3. Artan kiralar, azalan kapsayıcılık ve sürdürülebilirlik: “No Seat At The Table”

    İstanbul, Ankara, Amsterdam ve Utrecht’teki dört mahalle üzerinden, kentsel dönüşümün yansımalarını kurcalayan bir çizgi roman.

  4. A’dan Z’ye: Ennio Morricone (1928-2020)

    Maestronun anısına.

  5. Kalabalıkların sesi olmaktan bir tık ötede: IDLES ve “ULTRA MONO”

    Üçüncü IDLES albümü için nefesler tutulmuşken, gitarist Mark Bowen’la bir sabah sohbeti.

  6. “Yeni bir paralel gerçeklik”: Wax Poetic, Demet Evgar, Biz10 Murat ve Irmak Altıner’in “Cihangir”i

    Wax Poetic’in 2007 çıkışlı albümü "İstanbul"da yer almış “Cihangir”, kaydedilişinin üzerinden 14 yıl geçtikten sonra Irmak Altıner yönetmenliğinde bir kliple yeniden dirildi. İlhan Erşahin, Demet Evgar, Biz10 Murat ve Irmak Altıner, şarkının ortaya çıktığı zaman ve bugün arasında mekik dokuyan bir muhabbet çevirdi.

  7. Şarkı şarkı: Berke Can Özcan ve “Mountains are Mountains” albümü

    Berke Can Özcan, bugüne kadarki en içsel çalışması “Mountains are Mountains”ı şarkı şarkı anlatıyor.

  8. Christopher Nolan, kuantum, beklentiler: Tenet

    Nolan, ana akım sinema seyircisini -bu şartlarda bile- salonlara çekebilecek prestije sahip birkaç isimden biri şüphesiz. Lakin en önemli maharetlerinden olan izleyiciyi avucunun içine alma konusunda, belki de ilk defa bu kadar zayıf görmekteyiz rejisini.

  9. Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine

    Büyükada dekorunda, sınıf perspektifi üzerinden, lezbiyen bir aşkın ve geçmişle hesaplaşmanın öyküsü.

  10. Aklımdakiler: Levan Akin

    "And Then We Danced"in yönetmeni Levan Akin yeni film projesi için senaryo yazım sürecine ve araştırmalarına devam ederken, sinemacılar, sinema yazarları, oyuncular, yönetmenler, performans sanatçıları ve iletişimde olduğu müzisyenlerden kendisine yöneltmek üzere sorular topladık ve bir güzel cevaplattık.

  11. 1977’den bugüne, sinemada kadın yazar biyografileri

    Acımasız iğneli sözler, bol miktarda öğleden sonra kokteyli ve başyapıtını yazmanın eşiğinde olan bir korku yazarı… Yönetmen Josephine Decker'ın son filmi "Shirley"den ilhamla, sinema tarihinden çeşitli yazar / şair biyografileri arasında bir gezinti.

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktörler Aylin Güngö[email protected] Sadi