Son olarak Can Eskinazi ile çektiği Anadolu Turnesi üzerine sohbet ettiğimiz yönetmen ve sanatçı Deniz Tortum, çekimlerini 2015-2018 aralığında tamamladığı yeni belgeseli Maddenin Halleri ile 49. İstanbul Film Festivali ve 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Belgesel ödülünü; Engelsiz Filmler Festivali’nde ise hem En İyi Film hem En İyi Yönetmen ödülünü aldı. Kamerasıyla 2015 yılında yıkılacağına dair haberlerin çoğaldığı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki sağlık çalışanlarının gündelik hayatlarını takip eden Tortum, anlatım tekniği, görsellik ve ses tasarımıyla izleyiciyi duygusal açıdan hayli yoğun bir seyirliğe davet ederken amacının, “Gündelik hayatı arşivlemek ve bu gündelik hayattan neler öğrenebileceğimizi aramak” olduğunu söylüyor. 

“1960’larda, 1970’lerde keşke çekilmiş olsa da izlesem dediğim filmler çekmeye çalışıyorum.” 

“Yıkılması tartışılan, doğduğum ve babamın yıllardır çalıştığı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne…” Filmin çıkış noktası aile geçmişine dayanıyor. Yemek masalarında ameliyatların konuşulduğu bir evde büyümek seni nasıl etkiledi ve bu geçmiş bu filme nasıl yansıdı?

Doktor bir ailede büyümek hastanede neler olduğuna, nasıl yaşandığına dair büyük bir merak yaratmıştı bende. Babamdan duyduğum komik, garip, eğlenceli hikâyeler sayesinde hastaneyi genel kanının tersine eğlenceli, şenlikli bir yer olarak aklımda kurmuştum. 2015 yılında Cerrahpaşa’nın yıkılacağına dair haberler çoğalmıştı. Bu sebeple de yıkılmadan o dünyayı kayıt altına almak ve hastanede geçen bir film yapmak için çekimlere başlamıştım.  

Maddenin Halleri bir günü takip ediyormuş gibi gözükse de 2015-2018 yılları arasında çekilmiş. Film üretiminin bir boyutu da hafızaya, arşivlemeye, koruyup saklamaya dayanıyor. Maddenin Halleri bu bağlamda nereye oturuyor?

Belgesel yaparken ilk çıkış noktalarından biri bir şeyi saklamakla ya da hatırlamakla ilgili olabiliyor. Bu filmin de çıkış noktası o. Yıkılma tehdidiyle karşı karşıya olan bir kurumun hayatını belgelemek. Pek çok insanın dünyaya geldiği, sağlığına kavuştuğu, öldüğü bir mekânın kendi hayatı ve ölümü nasıl oluyor? Burada bir şeyi nasıl hatırladığımız, nasıl arşivlediğimiz, yani bir açıdan tarih yazımı, çok önemli. Cerrahpaşa’da çekilen bir film pek çok farklı bakış açısıyla çekilebilirdi. Hastanenin işleyişine odaklanılabilirdi: Bürokrasisi nasıl yürüyor, alet alımlarından atamalara pek çok karar nasıl veriliyor? Ya da hastaların perspektifinden bakılabilirdi: Bir hasta hastaneye geldiğinde neler yaşıyor, hangi aşamalardan geçiyor? Ya da daha teknik bir şey olabilirdi: Örneğin bir ameliyat nasıl yapılıyor?

Maddenin Halleri ise hastaneye çok daha gündelik bir yerden yaklaşıyor. Gündelik deneyimlere odaklanıyor, sıradan, sıkıcı diyebileceğimiz şeyleri gözlemleyerek oralardan bir şeyleri anlamaya çalışıyor. Gündelik hayatı arşivliyor ve bu gündelik hayattan neler öğrenebileceğimizi arıyor. 2015 yılında İstanbul’da bir hastanede iki doktorun aralarında ne konuştuğu gibi spesifik bir durumu da, 2010’lu yıllarda Türkiye’nin politik durumunun gündelik hayata nasıl yansıdığına dair gözlemi de, 21. yüzyılın başlarında hastanelerin nasıl olduğu ve tıbbın nasıl icra edildiği sorusunu da kapsıyor. Bu yaklaşım belki bu filmi bundan 30-40 sene sonra izlediğimizde, şu an değerini algılayamadığımız gözlemlere de kapıyı aralamış oluyor. Ben bunu önemli buluyorum. Bir yandan da 1960’larda, 1970’lerde keşke çekilmiş olsa da izlesem dediğim filmler çekmeye çalışıyorum. 

Kadavranın üzerine eğilmiş, şakalar yapıp fotoğraf çektiren doktorlar. Ameliyathanede yapılan dedikodular. Tekno dinlerken ekranda izlenen guatr operasyonları. Dünyayı doktor olarak algılamak nasıl bir şey? Bu filmi çekerken bu algıya dair neler keşfettin?

Bahsettiğin sahnelerin hepsinde, hastalık ve ölümle bağdaştırdığımız eylemlerle gündelik, eğlenceli şeyler bir arada. Filmin belki de kalbinde yatan “bir aradalık” bu. Sağlık çalışanlığı da diğer her meslek gibi bir yandan gündelik hayatınıza devam ettiğiniz bir meslek. Ameliyathanede, doktor odalarında şakalar da yapılıyor, sohbetler ediliyor. Bunlar olmadan insan kendi sağlığını koruyamıyor. Ölümle, hastalıkla dirsek dirseğe olan bir meslek; tüm o hastanenin yükünün bir şekilde azaltılması gerekiyor. 

Tıp dediğimiz şey doğrusu yanlışı net olan bir şeyden ziyade, neyin doğru neyin yanlış olduğunu kesin olarak bilemediğiniz, yoruma açık, bazen de iç güdünüze güvendiğiniz bir alan. Doktorların bir hastalığı tedavi ederken mesleki olarak çelişkileri oluyor, onun dışında kendi içlerinde, kendi iş yerlerinde çelişkileri oluyor.

Doktor algısı nasıl bir şey? Mesleğiniz insanları iyileştirmek. O insanlara hem derin bir şefkat beslemeniz hem de hastalarınızla aranıza işinizi yapmaya devam edebilmek için bir mesafe koymanız gerekiyor. Bu dengeyi oluşturmak zor bir şey. Hem sürekli hastalıkla, ölümle mücadele ediyorsunuz, hem de hayatınıza, işinize devam etmek için kendinizi motive ediyorsunuz. Filmi çekerken Ahmet Güntan’ın Esrariler’inden bir cümle aklımda sık sık dönüyordu: “Nafileliği görüyor, ama bu nafilelikte bir yalnızlık bulmuyor.”

“Toplumun her kesiminden insanın girip çıktığı, pek çok insanın bir arada olduğu bu yer, bir ülke metaforuna dönüşebiliyor.”

Hastane imamı uzun bir anekdot anlatıyor, oradan bir cümle: “Ölüm, artarak genişleyen bir güzelliktir.” Bu cümle sana ne düşündürüyor?

İmam filmin bir noktasında ölümü korkutucu bir şey olmaktan çıkarmaya çalışan, öldüğümüzde bu dünyadan çok daha büyük olan ahiret hayatına başlayacağımıza dair bir hikâye anlatıyor, bu cümleyi de o hikâye esnasında söylüyor. Maddenin Halleri de bir şekilde, hayat ve ölüm üzerine kendi mitinin peşine düşüyor. Hayat dediğimiz şeyin bireyde başlayıp bireyde biten bir şey olmadığı, tüm çevreye, tüm dünyaya yayılmış bir şey olduğu, benim hayatımın sadece benim hayatım olmadığı, hastanedeki doktorlardan hastalara, kedilerden tıbbi atıklara, ağaçlardan hastanenin yanı başındaki denize kadar olan şeylerin hayatlarının birbirleriyle bağdaşık olduğuyla ilgili bir mit yaratmaya çalışıyor. 

İmamın bu cümlesinin aklında kalmış olması hem şaşırtıcı hem sevindirici. “Ölüm, artarak genişleyen bir güzelliktir” cümlesi o kadar acayip ki… Hem çok şiirsel, hem çok karanlık, hem de çok ferahlatıcı. Bu tezat duyguların beraberliği filmin tonuyla da örtüşüyor sanki.

Bir duvar görüyoruz, “Darbeye hayır, savaşa hayır, yaşasın barış” yazısı silinmiş. Bir noktada Erdoğan, hastanenin terasından görünen miting alanına geliyor, İstanbul’un fethi kutlanıyor. Memleketteki güncel gelişmeler filmin cereyan ettiği mekânı ve filmin kendisini nasıl etkiledi?

Toplumun her kesiminden insanın girip çıktığı, pek çok insanın bir arada olduğu bu yer, bir ülke metaforuna dönüşebiliyor. Darbeye Hayır, Savaşa Hayır, Yaşasın Barış duvar yazısının silindiği plan ilginç bir plan. Mesajda yazılanlar gayet makul temenniler, fakat kurumların yapısından ötürü politik olarak algılanan her şey kurumdan dışarı atılıyor. Bir yandan da tam olarak silinemiyor, zira bunun için duvarın tamamen boyanması gerek, o da çok kolay değil. Yaklaşık 6-7 yıl önce, Cerrahpaşa’nın hemen önünde, Marmara Denizi doldurularak Yenikapı Miting Alanı inşa ediliyor. İstanbul’un en büyük miting alanı. Filmde 2015 yılındaki İstanbul’un Fethi mitingi yer alıyor. Bu miting alanı hastaneye çok yakın olduğundan mitingin sesleri, patlayan havai fişekler, lazer şovları, hepsi hastanenin içine kadar giriyor. Türkiye’de olan politik ve sosyal gelişmeler, hastanede bir şekilde yansımalarını buluyor. Hem ülke hastaneye giriyor, hem hastane dışarı taşıyor. 

“İlk girdiğim ameliyatı çok büyük bir şaşkınlıkla çekmiştim, kamerayla bir oraya bir buraya bakıyordum. Son çektiğim ameliyatlarda ise neredeyse bir doktor sakinliğinde kamerayı hiç oynatmadan çekiyordum.” 

Filmde dikkat çekici aktörlerden biri kameranın ta kendisi. Omuz kamerası karakterlerin dibine kadar giriyor, sürekli daireler çizen ya da etrafı kolaçan dikkati dağınık bir kameraya tanık oluyoruz. Ayrıca röntgenci bir kamera da diyebiliriz. Filmin görsel tercihlerini belirlerken hangi etkenler öne çıktı?

Filmin başlarında kamera bir gözlemci gibi olayları takip ediyor. İlerleyen sahnelerde bir hayalet gibi koridorlarda süzülüyor, ya da ilgisi insanlardan tıbbi aletlere, ilaçlara, hayvanlara, ağaçlara kayıyor. Sadece doktorlara ve hastalara bakarak bir hastaneyi anlayamıyoruz, hastanenin pek çok farklı boyutu var, insan-insan olmayan, canlı-canlı olmayan unsuru var. Kameranın sürekli ne olduğunun değişmesi bunları da kapsayabilen bir yapı kurma çabası. Kameranın sahnenin parçası olmasını ve bize bir anahtar sunmasını önemli buluyorum. Mesela filmin ilk sahnesi olan kadavra sahnesinde, yarım gün boyunca çekim yapmıştık. Çekim yaparken sürekli bu sahne ne anlatıyor, nasıl çekilmeli diye düşünüyordum. Tüm asistanlar bir kadavra etrafına toplanmış ve ona bakıyorlar. Ortada göremediğimiz, gizli bir şey var. Hipokrat yemininin şu an kullanılmayan orijinal metninde, hastalardan bahsedilmeden önce hemen ilk paragrafında, “tıbbi bilgileri, öğrencilerim ve akrabalarım dışında kimseyle paylaşmayacağım” sözü geçiyor. Tıp aslında böyle bir gizli bilgi üzerine kuruluyor. İlk sahnenin çekim tarzı da bunu anlatıyor: Kamera kapalı bir çember oluşturmuş asistanların etrafında dönerek bu gizli bilginin ne olduğunu görmeye çalışıyor. Bir anda asistanlar arasından bir kadavra ortaya çıkıyor, biz de o açıklıktan hem tıbbi bilgiye erişmiş, hem de hastanenin dünyasına girmiş oluyoruz ve o dünyanın içinde dolaşmaya başlıyoruz. 

İlk girdiğim ameliyatı çok büyük bir şaşkınlıkla çekmiştim, kamerayla bir oraya bir buraya bakıyordum. Son çektiğim ameliyatlarda ise neredeyse bir doktor sakinliğinde kamerayı hiç oynatmadan çekiyordum. Kameranın bedenselliği, mekânda nasıl hareket ettiği, insanlarla nasıl ilişkiler kurduğu, o kameranın nasıl varlıklara bürünebileceğini bize gösteriyor. 

Üstünde durulması gereken başka bir unsur da yer yer korku filmlerini anımsatan ses tasarımı. Biraz bu boyuttan da bahsedebilir misiniz?

Ses tasarımını Ernst Karel ve Yalın Özgencil ile, müziği ise Alican Çamcı ile yaptık. Mekânın kapsayıcılığını ve mekân hissini ses üzerinden yaratmaya çalıştık. Aynı zamanda da filmin ses tasarımının bir müziği olsun istedik. Makinelerin çıkardığı sesler, floresan lambaların ses frekansları, çöpe atılan torbalar, kapanan bir kapı, duran bir asansör, tüm bunlar bir müzik oluştursun diye uğraştık. 

Hastanenin sesleri -boş koridorlardaki floresan lambalar, inlemeler, koridorda ittirilen sedyelerin tekerlek sesleri- zaten korku filmi klişeleri gibi. O yüzden korku öğesi istemesek de oluşuyor. Bir yandan da hastaneyi film ilerledikçe garip bir şeye dönüştürmeye çabaladık. Filmin son 15-20 dakikasında önce dışarıdan şehrin sesleri hastanenin içine girmeye başlıyor. Sonra hastane giderek başkalaşıyor, hastanedeki aletlerin seslerine yağmur ormanlarının sesleri eşlik ediyor, bir kalp monitörünün sesi ormanda öten bir kurbağanın sesiyle eşleşiyor. Dışarısı ve içerisi, geçmiş ve gelecek, şehir ve doğa ses üzerinden birbirinin üstüne biniyor. Bu da tekinsiz bir his yaratıyor. Slasher bir korku hissinden ziyade, belki de daha kozmik bir korkuya yakın. 

Anadolu Turnesi’nde bir müzik grubunun peşinde yollara çıkıyordun, burada ise kapalı bir mekânda vuku bulan çok sayıda hayata dokunuyorsun. Kameranı çalıştırdığın anda neleri kayıt altına alacağını ne kadar kestirebiliyorsun, kervanın ne kadarı yolda düzülüyor? Eylemlerini belgelediğin kişiler ile mesafeni belirlerken ne tür kriterleri gözetiyorsun? 

Üç yıl boyunca ara ara çekimler yaptık. İlk yılki çekimler filmin çerçevesini, tonunu belirleyen neredeyse senaryo yazımına yakın bir süreçti. Filmin öncesinde oluşturulan filmin çerçevesi, kendisine bir görsellik ve yapı bulmuş oldu. Sonraki çekimlerde ise bu yapının üstüne koyarak, eksik kalan şeyleri tamamlayarak ilerledik. Çekimler hem araştırma, hem senaryo yazımı hem de prodüksiyon işlevi gördü. Tüm bunları ise kurguda topladık, kurguyu Sercan Sezgin yaptı. Filme başlarken pek çok ön araştırma, referans, fikirle başlamıştık, film öncesi varılacak yerin ne olduğunun hayali, ortaya çıkan filmle de örtüştü aslında.

Belgeseldeki katılımcılarla kurulan ilişkilerde çok net kuralların olduğunu söyleyemem. Hem sağduyunuza, hem sosyal zekânıza, hem de insanlara duyduğunuz sevgi ve saygıya güveniyorsunuz. Genelde kamerasız çok vakit geçirmemeye çalışıyordum. Film çekerken her gittiğim yerde kamerayla olmaya çalışıyordum ki benim film yaptığım, orada çekim yapmak için olduğum unutulmasın.

Maddenin Halleri’nde anlatım tekniği ve görsellik açısından referans aldığın yapımlar var mıydı? 

Hastane filmlerinin kimilerini izlemiştim. Geyrhalter’in Donauspital’i, Kieslowski’nin Szpital’i… Yapmak istediğimin bu olmadığını biliyordum, daha şenlikli, eğlenceli ve hareketli bir hastane filmi olmasını istiyordum. Bu filmi yapmaya Sensory Ethnography Lab’de başlamıştım ve oradan çıkmış filmler aklımdaydı. Leviathan mesela bir balıkçı teknesinde geçiyor, fakat balıkçılardan ziyade kuşlara, balıklara, denize, gökyüzüne odaklanıyor. Iron Ministry bir trende geçiyor, ilk yarısı trenin yapısına, duvarlarının dokusuna bakıyor. Odağı insandan öteye taşıyan, insandan başka şeylere anlamlı şekilde bakmayı başaran filmler. Kameranın bedenselliği konusunda Philippe Grandrieux çok öğretici olmuştu. Belgesel filmlerin yanında kurmaca ve deneysel sinemadan, bilgisayar oyunlarından, yeni medyadan da referans almışımdır. Daniel Steegman Mangrane’in Phantom’u, Tale of Tales’ın The Graveyard’ı o sıralar çok sevdiğim işlerdi. Bir de filmi çekmeye başladığımız ay nedense Cemali’nin “Duymak İstiyorum” şarkısını dinliyordum sürekli. 

Filmin yapımı pandemi öncesi bitmiş. O zamandan bugüne dek geçen süreçte özellikle YouTube’daki kısa belgeseller üzerinden hastanelerin içerisine, ölümle kalım arasındaki ince çizgiye tanık olmaya alıştık. Doktorlar ise önce kahramanlaştı, sonra birileri tarafından vatan haini ilan edildi. Sence salgın izleyicinin filmi algılayışını nasıl etkileyecek?

Film pandemiden önce çekildi, 2018’de çekimler bitmişti. İlk gösterimi pandemi öncesi Ocak ayında yapıldı. İkinci gösterimi ise pandeminin başlamasıyla birlikte gösterimden iki gün önce iptal oldu. Sonrasında da film pandemi sürecinde izleyicilerle buluşmaya başladı. Nasıl algılanacağını açıkçası ben de çok merak ediyorum. Film pandemi dönemiyle ilgili olmasa da izleyicilerin sağlık çalışanlarını gündelik hayatlarında yorulurken, sıkılırken, eğlenirken ama bir yandan da canla başla çalışırken görmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. İşlerini büyük bir ciddiyetle yapıyorlar, ama her şeyin cevabını bilen, makine gibi çalışabilen insan üstü kişiler değiller.

Pandemi döneminde sağlık çalışanlarını kahramanlaştırdığımızda, omuzlarına kaldırabileceklerinden daha fazla yük koymuş oluyoruz. Birilerini kahramanlaştırıp da beklentimiz karşılanmadığında bir anda rüzgâr tersine dönebiliyor, dün göklere çıkarılan insanlara ertesi gün öfke duyulmaya, şiddet uygulanmaya başlanıyor. Bu iki uç beraber geliyor. Maddenin Halleri bu iki uç arasında daha insancıl bir yer bulmaya, daha sağlıklı bir şekilde minnet ve saygı duymayı öğrenmeye çalışıyor.

  1. Kim kime bakıyor?: Stephan Gladieu ve Kuzey Kore’de ilk kez portrelenen hayatlar

    Kariyerine savaş fotoğrafçısı olarak başlayıp sahadaki deneyimini ilerleyen yıllarda çektiği portre fotoğraflarına aktaran Fransız sanatçı Stephan Gladieu, son projesinde Kuzey Kore’nin kapalı ve homojen toplumsal dokusu içindeki çeşitlilikleri kamerasından bizlere yansıtıyor.

  2. 90’lar İngiltere’sinde kaçışın ve partileme özgürlüğünün mücadelesi: “Spiralled”

    İngiliz hükûmeti “tekrar eden beatler” eşliğinde 20’den fazla kişinin bir araya geldiği izinsiz etkinlikleri yasaklayan kanunu 1994 yılında çıkardığında Seana Gavin, underground rave sahnesine gönül vermiş bir ergendi.

  3. Korkular, şifalar ve bizi biz yapanlar: Cem Yiğit Üzümoğlu ve Metin Akdülger sohbeti

    Akdülger ve Üzümoğlu; üretimlerine, deneyimlerine, ilgi alanlarına dair içten bir sohbete koyuldu.

  4. A’dan Z’ye: Şehir ve müzik

    A’dan Z’ye serimizde bu kez önümüze dünya atlasını açıyoruz.

  5. Yıkım kuyusuna dalmadan: TOBACCO

    “Butthole Surfers olsa ne yapardı?” değil, “Cyndi Lauper olsa ne yapardı?”

  6. Laraaji’nin “Moon Piano”sunun loş ışığında: Son 40 yıldan, geceye adanmış bazı müzikler

    Geceyi mesele edinmiş ya da geceye eşlik etmek amacıyla üretilmiş tematik albümlere bir yenisi daha eklendi.

  7. 30 yılın ardından yeniden dalgalanan ilham denizi: Café Türk

    İsviçre’de ikâmet eden Metin Demiral, 80’lerde liderliğini üstlendiği Café Türk ile new wave’den psikedeliye ve çok ötesine uzanan geniş yelpazede kafasına esen müziği yapmış, kendi imkânlarıyla iki albüm yayımlamış. Zel Zele Records’ın yayımlayacağı toplamayla Café Türk kayıtları yeniden gün yüzüne çıkıyor.

  8. Berlin sokaklarında bir su perisi: “Undine” ve Christian Petzold’un tüm hayaletleri

    Farklı janrları kendi üslubuyla yorumlamayı, türlerin kodlarını değiştirmeyi pek seven Alman sinemacının büyülü gerçekçi olarak betimlenebilecek son işi “Undine”, 39. İstanbul Film Festivali’nin ekim ayı seçkisinde yer almasının ardından 27 Kasım’da vizyona geliyor.

  9. “Kendi jenerasyonumun yaşadıkları”: Azra Deniz Okyay, “Hayaletler”i anlatıyor

    “Her gün yeni bir kaosun yaşandığı ülkemde kendi jenerasyonumun yaşadıklarıydı projeyi şekillendiren.”

  10. “Cinsellik hakkında konuşmamak, kendin hakkında da konuşmamaktır”: Metin Akdemir’in Hayalindeki Sahneler

    “Yeşilçam filmlerine olan aşkım hep devam etti. Belgeseldeki üç film de başrollerinde kadınların olduğu ve kadınların hikâyeleri etrafında dönen filmler. Üçünün ortak özelliği ise iki kadın karakterin bir aşamada erkeği kenara iterek bireysel ya da beraber hayatlarına onsuz devam etmeleri.”

  11. Hayat ve ölüm üzerine kendi mitinin peşine düşen bir anlatı: “Maddenin Halleri”

    “Toplumun her kesiminden insanın girip çıktığı, pek çok insanın bir arada olduğu bu yer, bir ülke metaforuna dönüşebiliyor.” -Deniz Tortum

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktörler Aylin Güngö[email protected] Sadi