56. Uluslararası Chicago Film Festivali, bu yıl birçok festival gibi 2020 yılının olağanüstü koşullarına uyum sağlayarak, çevrimiçi gerçekleşti. Festivali bu yıl sinema salonlarından değil, evimizin salonundan takip ettik ve farklı bölümlerinden yaptığımız keşifleri, Türkiye’de de izlemek için sabırsızlandığımız filmleri bir araya getirdik.

Geride bıraktığımız ve sağlığımızın kıymetini belki de her zamankinden daha çok bildiğimiz bu yılda, hayatımızın ve alışkanlıklarımızın ne denli değiştiğini, neler kaybettiğimizi, nelerden mahrum kaldığımızı hatırlatmak gereksiz. Değişen alışkanlıklarımızdan en çok etkilenense kuşkusuz sosyal yaşamımız ve normal şartlarda sosyal yaşamımızı renklendiren, dolduran kültür ve sanat endüstrisi. 

Pandeminin ilk aylarında afallayan sinema sektörü, yaz aylarında yaralarını olabildiği kadar sarmaya başladı; iptal edilen ve ertelenen festivaller yerini çevrimiçi ve sosyal mesafeli festivallere bıraktı. 1964’ten beri düzenlenen, Kuzey Amerika’daki en önemli ve köklü film festivallerinden biri olan ve bizim de üç senedir yakından izlediğimiz Chicago Film Festivali de yeni normale ayak uyduranlardan oldu. Bu yıl tüm gösterimlerini çevrimiçi platformuna taşıyan ve bazı gala filmlerini arabalı sinemada izleyicisiyle buluşturan festival, 14-25 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti. 

Chicago’da çekilen bağımsız yapımlara, Siyah sinemacıların filmlerine, Latin Amerika sinemasına ve LGBTİ+ anlatılarına özel parantezler açan bölümleriyle, yaz boyunca Avrupa festivallerinde görücüye çıkan yapımları Ortabatı’ya taşıyan festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde ise dört kıtadan on dört film yarıştı; tarihi boyunca Michael Haneke’den Hirokazu Koreeda’ya, Alice Rohrwacher’den Céline Sciamma’ya birçok değerli yönetmene takdim edilen Altın Hugo ödülünün sahibi Sweat filmiyle Magnus van Horn oldu. İşte, 56. Uluslararası Chicago Film Festivali seçkisinden, festivalin farklı bölümlerinden yaptığımız keşiflerden, Türkiye’de de izlemek için sabırsızlandığımız filmlerden bazıları…

ÖNE ÇIKAN ÜÇ YAPIM: “Apples”, “Summer of ‘85”, “Sweat”

Mila / Apples

Yönetmen: Christos Nikou

Yunan Yeni Dalgası, Yeni Yunan Sineması, Yunan Tuhaf Dalgası… Adına her ne diyorsanız deyin, Ege’nin karşı kıyısındaki sinema üretimini son on yıldır etkisi altına almış olan bir akımdan, bir yönelimden, bir kolektif anlatıdan söz etmek ya da böyle bir durumun varlığını ima etmek mümkün. Prömiyerini pandemi etkisi altındaki Venedik Film Festivali’nde yapan Mila / Apples da bu dalganın kıyıya vurduklarından biri. 

Lanthimos’un, Tsangari’nin, Makridis’in ve nicelerinin kumsallardaki ayak izlerini takip eden Christos Nikou’nun ilk uzun metrajlı filmi, tıpkı onlar gibi, kendine tuhaf oyunlarla, mantıksız kurallarla bezeli bir evren yaratıyor. Tesadüfen, gerçek bir pandeminin ortasında izleyicisiyle buluşan Apples, bir pandemi filmi. Hiçbir belirtisi olmaksızın, insanları rastgele anlarda etkisi altına alarak tümden hafıza kaybına yol açan bu salgın, yanında bir yakını ya da kimliği bulunmayan kişilerin ortada kalmasına neden oluyor. Hastaneler, belli bir zaman dilimi boyunca kimse tarafından aranmamış olan hastaları bir rehabilitasyon programına alıyor – hayata yeniden kazandırılabileceklerini kanıtlamaları, verilen görevleri yerine getirmeleri ve belgelemeleri gereken bir programa. İşte bir anda hafızasını kaybeden ve bu programa alınan insanlardan birini, Aris’i takip ettiriyor Nikou. Fakat oyunu kurallarına göre, tam da olması gerektiği gibi oynayan Aris, hafızayı güçlendirdiğini öğrendiği elmalardan uzak duruyor. Chicago Film Festivali’nde senaryosuyla ödüllendirilen, Yunanistan’ı bu seneki Oscar yarışında temsil edecek olan Apples, hafıza, kimlik ve yas üzerine izlenebilecek en iyi filmlerden biri.

Été 85 / Summer of ’85

Yönetmen: François Ozon

Çağdaş Fransız sinemasının en üretken isimlerinden, her yıl farklı türlerde, farklı duygular yaşatan filmlere imza atan François Ozon’un son filmi Été 85 / Summer of ’85, İstanbul Film Festivali’ndeki Filmekimi Galaları kapsamındaki gösteriminin ardından Türkiye’de vizyona uğradı bile. Film, Ozon’un tutku, aşk ve gizemi aynı potada eriten hikâyelerinden bir diğeri. 

Normandiya sahillerindeki bir kasabada, adı üzerinde, 1985 yazında geçen olaylar, teknesi alabora olan Alexis’in ve karizmatik David tarafından kurtarılmasıyla başlıyor. Karizmasının farkında olan David’in, henüz cinsel kimliği hakkında kafası karışık olan Alexis’i baştan çıkarması uzun sürmüyor. Aralarında arkadaşça başlayan çekim, tutkulu bir aşka dönüşüyor; sonra da alışkanlığa. Ozon, bu yaz aşkının gelip geçici şiddetini romantik bir hikâye olarak bırakmayıp, üzerine bolca gizem ekliyor. Ve bolca boğaz düğümü… Filmde yazlık geleneklerinden lunapark coşkusuna, bir ikinci el mağazasına koşup aynısından alma isteği uyandıran şık kıyafetlerinden dönemin sound’unu yakalayan şarkılarına varıncaya kadar 1980’lerin nostaljisini yaşatan her şey göz alıcı. Tam olarak ne olduğu bilinmeyen bir suç filmin ilk sahnesinden itibaren ara ara kendini hatırlatıp, izleyicisini bekleyen hazin sonu hatırlatıp duruyor. Diğer yandan Ozon’un bir diğer filmi Dans la maison / In the House ya da Cantet’in L’atelier / The Workshop’undaki gibi gerçek ve kurmacanın edebiyatın gücüyle iç içe geçtiği, söz konusu suçun varlığını sorgulatan bir olay örgüsü bekleyenler kısmen hayal kırıklığına uğrayabilir. Fakat Summer of ’85, tutku ve gerilimin, aşk ve nefretin dengesini çok iyi kuran Ozon filmlerinden, sahillerin sıcaklığını ve 80’lerin nostaljisini çok iyi yansıtan Fransız masallarından biri. Filmin başrol oyuncuları Félix Lefebvre ile Benjamin Voisin’ın da sadece fizikleriyle değil, yetenekleriyle de dikkat çekici olduğunu da not düşmek gerek.

Sweat

Yönetmen: Magnus van Horn

Sosyal medyanın hayatlarımızı değiştirmeye başladığı, bu değişimi konu edinen filmlerin bir alt tür olduğu zamanlar geride kaldı. Artık sosyal medya, hayatlarımızın önemli bir parçası olduğu gibi, günümüzde geçen her filmde de (konu bu olmasa dahi) var olmak zorunda. Polonya’da yetişmiş İsveçli yönetmen Magnus van Horn’un imzasını taşıyan Sweat ise bir sosyal medya ünlüsünün yaşamını merkeze alıyor. Tıpkı 90’lar ve 2000’lerde film yıldızlarının ya da rock yıldızlarının ışıltılı yaşamının ardında gizli olan psikolojik enkazları konu alan filmler gibi. Egzersiz rutinleri, sağlıklı yaşam tüyoları ve Sweat mottosu altında topladığı paylaşımlarıyla milyonlarca takipçi kazanmış olan Sylwia, göz önünde olmanın, sürekli mutlu gözükmek zorunda olmanın ve bazen saplantılı bir şekilde sevilmenin yükünü taşımakta zorlanıyor. Film, onun daima gülen yüzünün, mükemmel vücudunun, doğal güzelliğinin ardından da en insani duyguların olduğunu hatırlatan, selfie kamerasının karşısında, milyonların önünde yaşadığı duygusal çöküşle başlıyor. 

Magdalena Kolesnik’in inandırıcı performansıyla Sweat, Sylwia’nın duygusal çöküşünü takiben, kimseyle paylaşamadığı, kapalı kapılar ardında yaşamak zorunda kaldığı yalnızlık, güvensizlik ve korku gibi insani duygularına yoğunlaşıyor. Şehrin sokaklarındaki ve alışveriş merkezlerindeki sıradan insanların, kendilerinin aksine gamsız, daima mutlu ve kusursuz olduğuna inandığı bu genç kadın, yalnızlığını gidermek için başını yaslayacak bir omuz, saplantılı hayranlarının yarattığı korkudan kendisini koruyacak bir kalkan ve annesiyle yaşadığı sorunları anlatacak bir dost arayışında aslında. Kariyerine İsveççe çektiği, uzun metrajlı ilk filmi Efterskalv / The Here After ile başlayan von Horn, bu kez Polonya’da Lehçe çektiği Sweat’le İstanbul Film Festivali’nin Filmekimi Galaları bölümüne konuk oldu; aynı günlerde Chicago’nun dijital festival platformundan da zaferle ayrıldı: Sweat, sadece Altın Hugo’nun sahibi olmakla kalmadı, Sylwia’nın apartman dairesini ve şehrin sıradan mekânlarını özenilmiş detaylarla dolduran prodüksiyon tasarımıyla da ödüllendirildi.

DİĞERLERİ:

16 printemps / Spring Blossom

Yönetmen: Suzanne Lindon  

Parisli, liseli bir genç kadının arkadaşlarıyla geçirdiği anlamsız vakitten ve partilerden sıkılıp, ilkbaharın da etkisiyle uyanan arzularının peşinden gittiği bu film, kendisinden neredeyse yirmi yaş büyük bir oyuncuya âşık olmasını ve onunla vakit geçirmek için elinden geleni yapmasını anlatıyor. Suzanne Lindon’un senaryosunu on beş yaşındayken yazdığı ve şimdi, yirmi yaşındayken yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği Spring Blossom, heyecan verici bir ilk film. Genç yönetmenin duygularını ve arzularını rüyalar aleminden fırlayan dans sahneleriyle ifade etmeyi seçtiği dünyası izleyenlere çocukça gelebilecek olsa da, aslında bu tam olarak da o; bir çocuğun fantezisi.

Dorogie Tovarischi! / Dear Comrades!

Yönetmen: Andrei Konchalovsky

Tarih, politika, şiddet, komünizm ve siyah-beyaz görüntüler… Tüm bunlar birçokları için sıkıcı, hatta izlemesi acı verici bir filmin reçetesi olsa da, günümüz Rus sinemasının en heyecan verici yönetmenlerinden Andrei Konchalovsky’nin filmi, bir istisnaya dönüşmeyi başarıyor. Yönetmenin Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne uzanmasını sağlayan Dear Comrades, iyi yazılmış, güzel görüntülerle bezenmiş bir hikâye anlatıyor bu malzemelerle. 1962 yılında Sovyetler Birliği sınırlarındaki Novocherkassk’ta Komünist Parti tarafından kıyamet gününe dönüştürülen bir günü konu alan film, yaşanan katliamı kendi ideolojisinin kurbanına dönüşen bir anne üzerinden izliyor. Yuliya Vysotskaya’nın performansı ve filmin siyah-beyaz sinematografisi, bu şeytani eylemin kâğıt üzerinde sıkıcı gözüken kronolojisini gerçek bir sinema deneyimine dönüştürüyor.

Felkészülés meghatározatlan ideig tartó együttlétre / Preparations to Be Together for an Unknown Period of Time

Yönetmen: Lili Horvát

Her şeyden önce ismi güzel Preparations to Be Together for an Unknown Period of Time, sıla hasreti ve eve dönüş travması arasındaki savaşı en iyi şekilde tasvir ediyor. Basit bir gizemle başlıyor film; ABD’de bir hastanede kendine başarılı bir kariyer inşa etmiş yetenekli beyin cerrahı Márta, bir konferansta tanışıp ilk görüşte âşık olduğu meslektaşıyla sözleştiği buluşmayı gerçekleştirmek için evine, Budapeşte’ye geri dönüyor. Meslektaşı ise buluşmaya gelmediği gibi, Márta onun çalıştığı hastaneye gidip karşısına çıkmasına, peşini bırakmamasına, ABD’deki hayatını bir kenara bırakıp çalıştığı hastanede işe girmesine rağmen onu tanımıyor bile. Bu ilk film, son dakikalarına dek izleyicisini gerçek ve sanrı olan arasında, merakta bırakıyor. Lili Horvát’ın Chicago Film Festivali’nin Yeni Yönetmenler Yarışması’nın büyük ödülünün kazananı seçildiği günlerde, filmin başrol oyuncusu Natasa Stork da Antalya Film Festivali’nde ödül kazanmıştı.

Gaza Mon Amour

Yönetmen: Tarzan Nasser & Arab Nasser 

Filistinli Nasser Kardeşler, Ortadoğu’nun kavgası dinmeyen noktalarından birinde yaşamını sürdürmeye çalışan insanların hayatına konuk olup, yürek ısıtan ve absürt bir aşk hikâyesi anlatıyor. Bir gece, altmışını geçmiş, hiç evlenmemiş Filistinli balıkçı Issa’nın ağlarına insan boyutunda bir Apollo heykeli takılıyor – üstelik tüm çıplaklığıyla! Heykeli evinde saklamaya çalışırken yanlışlıkla penisini koparan Issa ne yapacağını bilemiyor, evi basılıyor ve heykele Filistin yönetimince el konuyor. Issa’da kalan kayıp parça hükûmeti zor durumda bırakıyor, Issa’nın ise cesaretini toplayıp, çarşıdaki terzi dükkânını işleten Siham’a açılmasını sağlıyor. Herkesin bir çıkış aradığı coğrafyada aşka inandıran film Gaza Mon Amour’un ikinci baharını yaşayan kadın karakterini, Succession ve Ramy gibi dizilerden tanıdığımız Hiam Abbas canlandırıyor.

Jenayat-e bi deghat / Careless Crime

Yönetmen: Shahram Mokri 

2013’te Mahi va gorbeh ile adını İran dışına da duyuran Shahram Mokri’nin yeni filmi, radikal dinci görüşlerin modern hayata savurduğu tehditleri ve yarattığı gerginliği kesişen hikâyelerle, film içinde film oyuncağıyla ve İran mitolojisiyle süsleyerek ele alıyor. Günümüz İran’ında dört kişi, kırk yıl önce gerçekleşen canice bir terör saldırısını tekrarlamayı kafaya koyuyor: film gösterimi sırasında bir sinemayı kundaklama. Ortada, coğrafyasının mitlerini yaşanmış trajedilerin bir taşlamasını yapmak için kullanmak gibi yaratıcı bir fikir var. Fakat Careless Crime, hikâyelerini kesiştirirken sık sık tekrara düşüyor, oyuncağını kullanmaya artık eğlenceli, yaratıcı ya da komik olmadığı noktadan çok sonra da devam ediyor ve süresini gereksiz uzatıyor.

Kubrick by Kubrick

Yönetmen: Gregory Monro

Kubrick by Kubrick, sinema dahilerinden Stanley Kubrick’in daha önce hiç duyulmamış ses kayıtlarını kullanan bir belgesel. Kubrick’in bir biyografisini yazmayı ya da Kubrick filmleri üzerine bir tez savunmayı düşünüyorsanız eşsiz bir malzeme sunuyor. Çünkü belgeselin kaynağı gerçekten de, hayatı boyunca çok az röportaj vermiş yönetmenin orijinal kayıtları. Fakat belgesel, Kubrick ve filmleri hakkında çok şey öğrenilebilecek değerli bir kaynak olsa da, maalesef Kubrick filmlerinden kliplerin eşlik ettiği bir podcast olmanın ötesine geçemiyor; aynı formülle yola çıkan Listen to Me Marlon ya da Amy gibi son dönemin kusursuz belgesellerinin yanına dahi yaklaşamıyor.

Padrenostro

Yönetmen: Claudio Noce

1970’lerin ortasında, babasının bir suikast girişimiyle vurulmasına tanık olan on yaşındaki Valerio’nun gözlerinden izlediğimiz Padrenostro, bir baba-oğul hikâyesi. Film, yaşadığı travmadan sonra, günlerini ansızın hayatına giren Christian ile geçirmeye başlayan ve onu babaannesinin kırsaldaki evine de sürükleyen Valerio’nun Christian’la ilişkisini ve beraberindeki sırları da hikâyesinin bir parçası yapıyor. İki genç oyuncusunun ve Venedik Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu seçilen Pierfrancesco Favino’nun performanslarının ışıltısına ve ikna ediciliğine rağmen filmle ilgili neyin daha kötü ve yanlış olduğunu söylemekse güç: Başka bir filme aitmiş gibi gözüken açılış ve kapanış sahneleri mi? Yarı süresi boyunca izleyicisini inandırdığı ve üstelik filmin gidişatı açısından oldukça işleyen bir fanteziden yaptığı U-dönüşüyle vazgeçişi ve kendi kurduğu hayal dünyasını paramparça edişi mi? Yoksa güçlü performanslarını ve İtalya’nın Akdenizli güzelliğini yansıtan görüntülerle bezeli sinematografisinin değerini bilmeyişi mi…

Petite fille / Little Girl

Yönetmen: Sébastien Lifshitz

Yıl ortasında İstanbul Film Festivali’nin çevrimiçi seçkisinin de bir parçası olan, Berlin Film Festivali çıkışlı bu belgesel, Chicago Film Festivali’nin Belgesel Yarışması’nda büyük ödülün sahibi oldu. Büyülü, pozitif ve narin bir belgesel olan Little Girl, dünya gerçek kimliğini kabul ettiğinde mutluluğu bulan sekiz yaşındaki bir küçük kızı özne seçiyor. Doğumunda erkek olarak atanmış Sasha, ailesinin desteği ve mücadelesiyle cinsiyetini arkadaşlarına, öğretmenlerine, okul yönetimine ve bürokrasiye kabul ettirebildikçe yüzü gülüyor ve hayatı kolaylaşıyor. Filmin en değerli yanıysa, transfobinin tüm diğer önyargılar ve fobiler gibi, eğitim yoluyla bulaşan bir hastalık olduğunu ortaya koyması.

The Reason I Jump

Yönetmen: Jerry Rothwell

Sundance Film Festivali’nde İzleyici Ödülü kazanan The Reason I Jump, yılın en iyi belgesellerinden biri olmakla kalmıyor, kelimenin tam anlamıyla izleyicisini göz yaşlarına boğuyor. The Reason I Jump, on üç yaşındaki otizmli yazar Naoki Higashida’nın sözlü olarak ifade edemediği dünyasını anlattığı anı kitabından uyarlanmış. Higashida’nın eseri, otizm kaynaklı konuşma engeli nedeniyle spektrumun dışındaki insanlar tarafından anlaşılamayan iletişim kurma çabasını, düşünce sistematiğini ve zihninden geçenlerin bir tercümesi niteliğinde. Onun eseri sayesinde otizmli çocuklarıyla iletişim kurmaya çalışan ebeveynlerinin hayatı değişiyor, çocuklarıyla aynı dili konuşmaya biraz daha yaklaşıyorlar. Hindistan, İngiltere, ABD ve Sierra Leone’deki dört hanenin kapılarını aralayan film, konuşamamanın söyleyecek bir şeyi olmamak anlamına gelmediğini vurguluyor, otizmi daha iyi kavramak ve otizmlilerle iletişim kurmak için yol gösteriyor.

Subarashiki Sekai / Under the Open Sky

Yönetmen: Nishikawa Miwa

Yeniden başlamak ve hiçbir şeyin bıraktığı gibi olmadığı bir hayata adapte olmak üzerine hüzünlü bir hikâye anlatan Under the Open Sky, çocukluğu yetimhanede, gençliği tekrar tekrar girip çıktığı ıslahevlerinde, yetişkinliğinin son on üç yılı ise hapishanede geçen eski Yakuza savaşçısı Mikami’nin özgürlüğüne kavuştuğunda düştüğü boşluk üzerine. Yeniden başlama isteği içindeki öfkeye ve geçmişindeki kötülüklere galip gelen Mikami, Yakuza’nın gücünü yitirdiği bir hayata tutunmakta zorlanıyor, kendisini yetimhaneye bırakan annesini bulmayı vadeden bir televizyon programı nedeniyle ümitleniyor ve açmak istediği yeni sayfayı çevirmek için bürokrasinin, geçim derdinin ve lanetli geçmişinin izlerinden kaçmaya çalışıyor. Japon melodramlarının ustası Hirokazu Kore-eda’nın yanında yetişen Miwa Nishikawa’nın bu yeni filmi, çağdaş Japon sinemasının tanınan yüzlerinden Koji Yakusho’ya filmdeki olağanüstü performansıyla Chicago Film Festivali’nin En İyi Oyuncu ödülünü* kazandı.

Und morgen die gaze Welt / And Tomorrow the Entire World

Yönetmen: Julia von Heinz 

92. Akademi Ödülleri’nde ülkesi Almanya’yı temsil edecek olan And Tomorrow the Entire World, çoğunluğu genç oyunculardan oluşan ve tamamı iyi performanslardan oluşan kadrosuyla, Chicago Film Festivali’nin En İyi Oyuncu Kadrosu ödülünü* kazandı. Almanya’da işgal edilmiş boş binalarda komün hayatı süren gençlerin, faşizme ve neo-Nazilere karşı planladıkları ve gerçekleştirdikleri eylemleri merkezine yerleştiren film, “İnandığın şeyi savunmak için ne kadar ileri gidersin?” diye soruyor ve ne yazık ki kendi sorusunu cevaplayamıyor. Ana karakterlerini iki güzel, ayrıcalıklı, beyaz aktivist olarak seçen film, aktivizmi bir fetiş nesnesi, komün yaşamı egzotik bir macera olarak kullanıyor. Daima polisin şiddetiyle karşılaşan barışçıl protestoların anlamını sorguladığı birkaç önemli an ve şu replik dışında hafızalarda biz iz bırakmıyor: “30’undan önce solcu olmayanın kalbi, 30’undan sonra solcu kalanın beyni yoktur.”

* Avrupa’nın en prestijli, üç büyük film festivalinden biri olan Berlin Film Festivali, geçtiğimiz aylarda “film endüstrisinde cinsiyete daha duyarlı bir farkındalık sinyali oluşturmak” amacıyla, oyunculuk ödüllerindeki cinsiyet ayrımını kaldırmış, ödül sayısını azaltmamak içinse ödüllerini kadın oyuncu ve erkek oyuncu yerine başrol performansı ve yardımcı oyuncu performansı olarak yeniden düzenlemişti. Chicago Film Festivali de Berlin’in izinden gitmişe benziyor. Geçtiğimiz yıla kadar kadın oyuncu ve erkek oyuncu olarak dağıtılan iki oyuncu ödülü, bu yıl ilk kez oyuncu ve oyuncu kadrosu olarak takdim edildi.

  1. Manga kültüründe bir dönüm noktası: Moto Hagio

    Shōjo mangalarının kurucu annesi Moto Hagio’nun hikâyesi, kadınların erkek egemen bir disiplinde var olabilme, toplumun onlar için biçtiği kalıplardan sıyrılabilme mücadelesini temsil ediyor.

  2. Koşarak özgürleşmek, koşarak punk dinlemek ve mükemmel olmamak: Running Punks

    Murakami 2008 tarihli kitabında iyi bir yazar olmasının her gün koşmasıyla neden bağlantılı olduğunu anlatmıştı. Bu özgürleştirici eyleme dair söyleyecekleri olan bir başka figür de koşarken punk albümü değerlendirmeleri yapan Jimmy Watkins.

  3. Özel olan özel değil, özel olan politiktir: “Her hanede bir Emine Hanım var”

    Yıllarca depoda duran eski fotoğraf albümünün yeniden başına oturmak, karikatürist Aslı Alpar'a uzun süredir atmayı arzu ettiği adımı attırdı. 2011 yılında kaybettiği anneannesi Emine Hanım'ın hayatını değersizleştirenlere inat, onun hikâyesini yaşatmak için kalemine sarıldı.

  4. Kayra ve Ege Avcı’yla “Bütün Ayazların Ortasında”

    Ege Avcı: “Hiçbir dinleyici şarkı sözlerinin yüzde yüz ne anlattığını bilmek istemez. Hele bunu sanatçı dışında birinden duymak asla istemez. O yüzden ben yalnızca işaret ettim, göstermedim.”

  5. Elvedalar ve ah, merhabalar: Tsar B’den “Unpaintable”

    Gergin ve vahşi geçirdiğini söylediği son iki yılından “Unpaintable” isimli bir EP çıkaran Tsar B ile yeni parçaları, dans tutkusu ve müzikle kurduğu ilişki üzerine.

  6. Güven bağları yeniden kurulurken: Future Islands

    Solist Sam Herring’den yeni albüm “As Long As You Are”ı ve başarıyla gelen zorlayıcı psikolojiden arkadaşlıklarına tutunarak nasıl çıktıklarını bir Zoom sohbetinde dinledik.

  7. Nova Norda, Birkan Nasuhoğlu, Canozan ve Sedef Sebüktekin’in ekosistemi: “Şarkıların Ev Hali”

    Eylül ayında Sapanca’da bir eve kapanan dörtlü, 2021’in ilk günlerinde Universal Müzik Türkiye’den yayımlanacak ortak albümlerini nasıl bir ortamda ve ruh hâlinde yarattıklarını anlatıyor.

  8. Şarkı şarkı: Y Bülbül ve “Fever” albümü

    Ölümle hesaplaşma, cırcır böceği oratoryosu, teremin çalan Teoman ve “Fever”.

  9. Feza psikolojisi başka şeye benzemez, uzayda çığlığını kimse işitmez

    Hayatta kalma mücadelesindekiler, insan ırkını kurtarmakla yükümlüler, fezayı bahane edenler, uzay yarışının ortasındakiler, bilmeceleri çözmesi gerekenler… Üç astronot adayını merkezine alan bir ofis komedisi olan “Moonbase 8”den hareketle, fezada tanıştığımız karakterler ve bu zorlu mesleğin benzersiz yükleri.

  10. Chicago Film Festivali’nden 2020 Keşifleri

    Yunanistan’ı bu seneki Oscar yarışında temsil edecek olan “Apples”, İstanbul Film Festivali’nin Filmekimi Galaları bölümüne de konuk olan “Sweat” ve takip ettiğimiz 56. Uluslararası Chicago Film Festivali’nden diğer keşifler.

  11. İnsanın kör noktası: “Nasipse Adayız”ı Ercan Kesal’dan dinledik

    Pazarlıklar, politik stratejiler, iktidar savaşları, imaj operasyonları, anket çalışmaları, bitmek bilmeyen koşuşturmacalar, göze girme çabaları, oy ve ilişki peşinde delice bir uğraş…

  12. Kaçınılmaz olarak fantastik, “Ah Gözel İstanbul”

    Alışıldık nostaljik İstanbul belgesellerine kıyasla şehri "bir tür hayal perdesi/bellek oyunu" içinden resmeden yönetmen Zeynep Dadak ile “Ah Gözel İstanbul"u konuştuk. Şehre dair klişe perspektifleri gözden geçirtmesi dileğiyle.

  13. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktörler Aylin Güngö[email protected] Sadi