“Yukarılara takılmış kameralardan gözetleniyoruz, ekranlarımıza ürünler yerleştiriliyor, gündelik hayat gözetim altında. Peki aşağıdakiler de yukarıyı gözetleyebilir mi? Sokağa, eyleme, arşivlere, kampüse, ekranlara bu gözle, ‘aşağıdan yukarıya’ bakabilir miyiz?”
Bu ve benzer sorulardan hareketle sinemacıların, video-eylemcilerin, sanatçıların ürettiği video ve metinler Altyazı Fasikül: Özgür Sinema’nın çağrısıyla bir araya geldi; kolektif hafıza, kameranın iktidarı, imajın politikası ve bakışın etiği dâhil birçok başlıkta ufkumuzu fazlasıyla açan Aşağıdan Yukarıya serisi hayat buldu.
Altyazı Fasikül ekibinden Senem Aytaç, Fırat Yücel ve Yetkin Nural’la serinin yolculuğu, kapsamına aldığı meseleler ve ortaya çıkan üretimlerin zihnimizde canlandırdıkları üzerine bir sohbete koyulduk.
*Başlık, Nagehan Uskan’ın yazısı “Kameram Bir Başkasıdır”dan ilhamla seçilmiştir.
“Şirketlerin ve devletlerin bu kadar hunharca ve izinsizce imajlarımıza eriştiği, onları tüketim ve güvenlik rejimlerinin besini hâline getirdiği bir dönemde kişilerin sorumluluğundan ne kadar bahsedebiliriz?” – Fırat Yücel

Aşağıdan Yukarıya serisi otoritenin gözetleme organlarına bir alternatif ve karşıt bir ses olarak beliriyor, farklı görüş ve gözetleme biçimlerini de görünür kılıyor. Seriyi yaratma fikri nasıl ortaya çıktı, ne gibi motivasyonlarla yola çıkıldı?
Senem Aytaç: Geçtiğimiz sene pandeminin başlarında, tüm etkinlikler mecburen çevrimiçi hâle geldiğinde, İçeriden Dışarıya adlı bir video serisi projesi yapma fikri geldi aklımıza. Böylece, herkesin evlere kapandığı bir dönemde sokakla yeniden ilişki kurmanın bir yolunu bulmuş olacak, beraberinde yalnızlaşlaşmayı getiren bir süreçte kolektif bir üretim imkânı sağlayacaktık. Bir yandan da bu dönemin herkesin dönüp kendi arşivlerine, elindeki malzemelere bakma fırsatı sağlayabileceğini de düşündük. Yaptığımız çağrı oldukça olumlu bir karşılık buldu ve sonuçta 11 videoluk bir seri meydana geldi. Bu seriyi yaparken yaşadığımız süreç, Altyazı Fasikül’ü güvenli ve sansürden muaf bir video platformu olarak sürdürme fikrini de aklımıza düşürmüş oldu. Bu kez de Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 1 Mayıs İşçi Bayramı öncesinde, 27 Nisan 2021 tarihinde yayımladığı; eylemlerde “görüntü ve ses” kaydı almayı engellemeyi amaçlayan genelgesi etrafında oluşan tartışma zeminine katkıda bulunmayı hedefleyen bir video serisi geliştirmeye karar verdik. Kayıt altına almanın, görüntü ve ses ile tanıklık etmenin, müdahale etmenin, tarihe not düşmenin, hatırlamanın, hatırlatmanın, kolektif bir hafıza oluşturmanın önemi üzerine bizzat bu görüntü-ses araçlarının kendilerini kullanarak düşünen videolardan oluşan bu seçki de meseleye farklı perspektiflerden yaklaşan 11 videoluk seri olarak böylece tamamlandı.
“Kayıt” denilen mefhumun görünürlüğü ve görünmezliği üzerine kolektif düşünme, imaj politikalarını ve toplumsal hayat üzerindeki etkilerini irdeleme gibi bir amaca sahipsiniz. Hâl böyleyken akla ilk düşenlerden biri, bakışın etiği ve seriye üretim yapan isimlere yönelttiğiniz “Herkes her şeyi dilediği gibi kaydedebilir ve dolaşıma sokabilir mi?” sorusu…
Fırat Yücel: Bu aslında retorik bir soru olarak da görülebilir. Her insanın günde ortalama 300 kere gözetim kameralarına yakalandığı bir dünyada yaşıyoruz. (Bu, Çinli sanatçı Xu Bing’in tamamen gözetim kamerası görüntülerinden oluşan Dragonfly Eyes filminin özetinde verdiği rakam, 2017’den.) Dolayısıyla biz bu soruyu sorarken, şunu da gündeme getirmek istedik: Şirketlerin ve devletlerin bu kadar hunharca ve izinsizce imajlarımıza eriştiği, onları tüketim ve güvenlik rejimlerinin besini hâline getirdiği bir dönemde kişilerin sorumluluğundan ne kadar bahsedebiliriz? Görüntüye ve veriye erişim konusunda korkunç bir asimetri yok mu? Bu ironi, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün genelgesinde de mevcut. Bir yandan emniyet, KVKK’yı, yani kişisel verilerin korunması kanununu öne sürerek polislerin görüntüsünün alınmasını yasaklamaya çalışıyor ama aynı emniyetin foto film ekipleri ve MOBESE kameraları her gün milyonlarca insanın görüntüsünü kaydetmeye devam ediyor. Kamu görevini icra eden polislerin görüntüsünün kaydedilmesi engellenmeye çalışılırken en temel hakkını kullanarak protesto eylemi yapan insanların görüntülerinin alınması meşru görülüyor. Bir kişinin ya da bir grup insanın sokakta tanık olduğu şiddeti/işkenceyi kaydetmesinin üzerinde bu kadar durulurken, bu temel hak her türlü baskıyla engellemeye çalışılırken şirketlerin güvenlik kameraları sürekli kayıtta. Onlara dair bir yasa çıkmıyor. Görüntü ve seslerin üzerindeki bu devlet-sermaye egemenliği tali bir mesele değil, hatırlayalım; İspanya’da, Fransa’da ve dünyanın birçok yerinde benzer yasalara karşı on binlerce insan sokağa döküldü, Çin’de gözetime karşı ciddi itirazların da olduğu ve bu itirazları seslendiren hareketin önemli bir muhalefet öznesi hâline gelebileceği konuşuluyor.
Biz, güç ilişkilerini konuşmadan bakışın etiğini de konuşamayız diyerek bu gibi sorulara yer verdik. Serideki videoları üretenler de hem bu sorulardan yola çıktı hem de kendi soru ve cevaplarını ortaya koydular. Seriye bütün olarak baktığınızda da güç ilişkilerine dair bir panorama oluştuğunu görebilirsiniz: Kadrajın Dışı Yok’un kameranın iktidarı üzerinde söylediklerinden tutun, Yan Yana’daki devasa holding binasının önündeki küçük ama sermayeyi büyük korkutan direniş çadırına, Merhamet’in insanların hayvan görüntülerini kaydetme erkine dair sorularına kadar uzanan bir çizgide…
Ali İsmail Korkmaz’dan Kemal Kurkut’a, Rodney King’den George Floyd’a birçok davada vatandaşlar tarafından alınmış kamera kayıtları veya güvenlik kamerası görüntüleri kritik rol oynadı. Birkaç saniyelik görüntülerin toplumsal hareketlerin fitili hâline geldiği gerçekliğimizde, “aşağıdan bakanların” elindeki bu gücü nasıl yorumluyorsunuz?
S. A.: Bu meselelerle uzun zamandır haşır neşir olan ve üreten Oktay İnce’nin Fasikül’de yayımladığımız bir yazısı var. Oktay bu yazıda MOBESE görüntülerinin nasıl aslında iki taraflı da kullanılabileceğinden bahsediyor. Videonun yaygınlaşmasıyla beraber görüntünün farklı bağlamlarda, farklı ellerde farklı amaçlar için kullanılabildiğini ve anlamın da aslında bu bağlamlar tarafından sürekli yeniden tanımlandığını da gayet iyi biliyoruz aslında. Bu yüzden aslında mütemadiyen gözetime maruz kaldığımız bu çağda, daha önemli olanın bu “imaj yığını” ile ne yapacağımız, onu nasıl kullanacağımız, onu nelere dönüştürebileceğimizle ilgili olduğunu düşündük. Aylin Kuryel’in Yan Yana’sı örneğin, direnişin içerisinden aşağıdan bir bakışı alıp onu dondurarak onları öznelerine konuşturtuyor; Zeyno Pekünlü ve Tatlıhan Tuncel’in Gözüm Üzerinde’si sürekli takip edilen dijital izlerimizin verilerini alıp geri çevirerek, “takip edildiğimin farkındayım, ben de seni izliyorum” diyor. Veya H. Işık’ın Tanık videosu Boğaziçi Direnişi’nin çok içerisinden, direnişin öznelerinin kırılganlıklarını, tanıklıklarını ortaya koyuyor. Bunlar gibi birçok video da aslında yukarıdan bakılan ve dikte edilen güncel tarihe, yaratılmaya çalışılan protez bir hafızaya şerh düşmüş; aşağıdan ve çoğulcu bir tarih yazımına katkı sunmuş oluyor. Sesleri çoğaltıyor.
“Hatırlamak, […] sadece geriye dönük bireysel bir eylem olmaktan çıkarak, ileriye yönelik bir tarih yazımına aracılık ediyor diyebiliriz.” – Yetkin Nural

Videoların çoğu hatırlamanın eyleme dönüştüğü, çok canlı bir biçimde deneyimlendiği bir izlek sunuyor. Bakarak ve görerek hatırlamanın kolektif hafıza üzerindeki etkileri konusunda siz neler gözlemlediniz?
Yetkin Nural: Seride yer alan ve arşiv görüntüleri üzerinden kurgulanan pek çok video bir çeşit hatırlama eyleminin ürünü aslında ve tüm bu ürünlerin kolektif hafızaya etkileri hatırlanan sürecin, dönemin veya materyalin niteliği ile paralel bir çeşitliliğe sahip. Ancak bu soruda akla ilk olarak Osman Baran Özdemir ve H. Işık’ın Boğaziçi Direnişi eylemlerinde çektikleri arşiv görüntülerinden kurguladıkları Atlas ve Tanık isimli videoları geliyor. Hâlen devam etmekte olan bir direnişin yakın geçmişine yönelik bir hatırlama pratiği olarak ortaya çıkan bu iki video, bu eylemlerin bir parçası olan bireylerin kişisel tarihine not düşmeye yönelik etkisi kadar, eylemlerin görüntülerini toplumsal hafızaya dağıtan bir aracı görevini de üstleniyor. Hatırlamak bu ikincil etkisinde sadece geriye dönük bireysel bir eylem olmaktan çıkarak, ileriye yönelik bir tarih yazımına aracılık ediyor diyebiliriz. Belki biraz iddialı bir söylem, ancak hatırlamanın kolektif tarihin yazım sürecinin en önemli eylemlerinden biri olduğu kesin.
Serideki videolarda hem tanıklık meselesi hem de güç mekanizmaları üzerine kuvvetli bir anlatı kuruluyor. Her biri ayrı odakları işaret etse de aralarında bu anlatıyı besleyecek bir istikrar mevcut. Katılımcılar ve işleri arasında bir diyalog oluşturmak amaçlanmış mıydı yoksa süreç organik mi gelişti?
S. A.: Açıkçası çoğunlukla organik bir şekilde gelişti, tüm katılımcılarla farklı sıklıklarda Zoom görüşmeleri yaparak üretecekleri işler üzerine uzun konuşmalar, tartışmalar yaptık. Kimileri aklında bir fikir olduğu için hemen oturup yaptı ve bize gönderdi, kimileriyleyse sürecin birçok aşamasında beraber fikir yürüterek, geri bildirimler vererek projeleri geliştirdik. Bu anlamda bizim için de çok besleyici bir süreç olduğunu da söylememiz lazım. Bir yandan da çeşitliliği gözettiğimiz için, eksik olduğunu düşündüğümüz yerlerde yeni insanlara ulaşarak, serinin istediğimiz çeşitliliğe kavuşması için çaba da sarf ettik. Fakat sonuçta bizim de sürecin başından tam hayal edemeyeceğimiz bir toplam çıkmış oldu ortaya, bu da bir kez daha kolektif üretimin gücüne inancımızı tazelememize yaradı.
Gözetleme, kayıt alma ve bunu yayma “aşağı” bir konumdan gerçekleştirildiğinde esasen siyasi görünürlük için de kişilere alan yaratan bir bağlama yerleşiyor, sanatçıların bakışı bir karşı-kadraj olarak konumlanıyor. Yer verdiğiniz çalışmalarda bu anlamda sizi neler heyecanlandırdı?
F. Y.: Dziga Vertov’un kino-glazlarından 60’ların anti-kolonyal Üçüncü Sinema hareketlerine, Chris Marker’ın kamerayı işçilere devrettiği çekimlerine ve günümüzdeki video kolektiflerine, hatta, kendisi bir sermaye kaynağı olan TikTok’taki işçi videolarına uzanan bir tartışma var: Önce sömürgecilerin sonra da eğitimli orta sınıfın ve ziyadesiyle de beyaz burjuva erkeklerin elinde bir iktidar aracına dönüşmüş kamera; kadınların, işçilerin, kuirlerin, dili ve siyasi iradesi hiçe sayılan toplulukların lehine bir araç olarak da görülebilir mi? Bu tabii ki bu video serisinin sınırlarını aşan çok büyük bir soru ve özellikle de 68’den bugüne sosyalist, feminist, kuir, anarşist, anti-sömürgeci, kolektif ve sanatçıların sürdürdükleri bir uğraş. Bu meseleye dair daha fazla kafa yormak isteyenlere, Nagehan Uskan’ın seri için kaleme aldığı “Kameram Bir Başkasıdır” ve Sidar Bayram’ın “Video’nun Toplumsal Kadrajları” yazılarını önerelim.
Aşağıdan Yukarıya’daki videolarda bu açıdan beni heyecanlandıranın şu olduğunu söyleyebilirim: Kadrajın Dışı Yok, Gözün Üstümde, Yan Yana, Tanık ve Atlas hem eylemlerin içinden konuşan hem de bunu söz konusu hareketleri temsil etme iddiasıyla yapmayan videolar. Gündem, İsimsiz ve Hasan’ı Beklerken’de ise buluntu/arşiv görüntüleri (İsimsiz özelinde sesleri de) kullanılarak siyasi söz üretiliyor. “Aşağıdan” söz üretmenin farklı yöntemleri de olabileceğini, illa temsil etme, jurnalistik bir bakışla yansıtma ya da hatta ses verme diskurlarından hareket etmenin gerekmediğini ortaya koyan videolar bunlar. Farklı biçimlerde de hareketlerin “yanında” olabiliriz, imaj ve eyleme dair düşünme pratiğini daha fazla devreye sokabilir ve düşünceyi, eyleme yukarıdan bakıp not veren bir diskurla değil eyleme güç veren, eyleme eleştiriyle güç katan bir doğrultuda harekete geçirebiliriz.
“Aşağıdan Yukarıya’nın kendisini kesinlikle, yaşayan, güncele dokunan bir arşiv olarak okumak pekâlâ mümkün.” – Senem Aytaç

Merkez, Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi üzerinden hafızanın maddeleşmesi ve korunması bağlamında birçok soruya alan tanıyor. Peki Aşağıdan Yukarıya arşiv üzerine ne söylüyor veya kendisi başlı başına bir arşiv olarak değerlendirilebilir mi?
S. A.: Aşağıdan Yukarıya’nın son videosunun Merkez olması aslında planlamadığımız hâlde çok manidar oldu. Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi Arşivi sinema ile ilgilenen herkesin adını sık sık duyduğu ama neredeyse asla ulaşamadığı bir nevi efsanevi, tozlu, yaşamayan bir arşiv. Bu anlamda Aşağıdan Yukarıya’nın kendisini kesinlikle, yaşayan, güncele dokunan bir arşiv olarak okumak pekâlâ mümkün. Fatma Çelik’in Gündem videosunda da olduğu gibi, arşivin yokluğuna işaret eden videoların kendisi de temel olarak arşivin ya da hafızanın geleceğimizi kurmak için gerekli olduğuna vurgu yapıyor. Bizim arşiv ile hafıza ile kurduğumuz ilişki de temelinde böyle çünkü, bugünü ve geleceği kurmanın bir aracı olarak gerekli temelde arşiv, tarih, hafıza; geçmişi korumak için değil.
Çok hızlı dolaşan çok fazla görüntüye maruz kaldığımız, başka bir deyişle imaj yağmuruna tutulduğumuz bir dönemdeyiz. Manipülasyona da fazlasıyla açık bu yapıya müdahale edebilmek, erişimi filtreleyerek sağlayabilmek ne kadar mümkün?
F. Y.: Bu imaj çokluğunda bağımsız üreticiler kendi özneliğini nerede kuracak? Bu Aşağıdan Yukarıya’ya video üretenlerle yaptığımız yuvarlak masa tartışmasının da ana meselelerinden biri oldu. Bu soruya sadece gerçeği sahteden, doğruyu yanlıştan ayırma açısından yaklaşmayabiliriz. Örneğin, Deniz Buga “imajların musallat olma yeteneğine”, Aylin Kuryel “imajın içinde daha çok vakit geçirme” ihtiyacına vurgu yaptı; Deniz Tortum, “yavaşlama”nın karşısına “hızlanma”yı koydu, imajların veri olarak ne anlam ifade ettikleri sorusunu gündeme getirdi. Ele avuca gelmez bu imaj çokluğu içinde imajları baştan manipülatif ilan edip onlara karşı güvensizlik üreten bir bakış yerine, imajlarla kurduğumuz ilişkiyi sorgulayan bir bakışa yönelmeliyiz belki de. İmajlarla biz nasıl bir ilişki kuruyoruz, onlara nasıl bakıyoruz, ne için bakıyoruz? Aşağıdan Yukarıya serisine başladığımız dönemde Rusya’nın Ukrayna işgali başlamıştı ve ardından Rusya ile NATO arasında sonsuz bir imaj savaşı başladı. Savaşlarda tüm taraflar karşı tarafın sivilleri öldürdüğünü iddia eder, karşı taraf da bunu inkâr eder, dolaşıma sokulan tüm imajlar manipülasyon olarak yaftalanır ama nihayetinde siviller ölür, insanlar can verir. Buradaki asıl suç imajlarda değil; “sivil” denilen şeyin tanımını anti-terör yasalarıyla kendi zimmetine alan, savaş hukukunu, hatta savaş hukukundan bile daha acımasız bir değersizleştirme dinamiğini tüm toplumsal hayatın yasası hâline getiren devletlerde ve onların sermayeyle ortaklaşarak inşa ettikleri güvenlik rejimlerinde. İmajlara değil devletlere inanırsak savaşlarda, çatışmalarda ya da eylemlerde “kimse” ölmüyor, sadece teröristler etkisiz hâle getiriliyor. İmajlara yönelik topyekûn bir güvensizliği/inançsızlığı derinleştirmek devletlerin savaş politikalarının lehine olur, biz imajlara sorgulayıcı bakışı kuvvetlendirmeliyiz. Seride yer alan Alper Şen imzalı Hasan’ı Beklerken’in bu konuda çok şey söyleyen bir video olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, yuvarlak masa tartışmasında Fatma Çelik’in ortaya attığı sorunun da: Evet imaj bombardımanı var, ama sahiden habere erişebiliyor muyuz? Ya da niye birçok konuda habere erişemiyoruz, niye birçok bölgeden imajlara erişim hakkımız yok? Niye devletin işini zorlaştıran konulara yayın yasağı geliyor, çatışma yaşanan bölgeler basına, kayıt yapma hakkını kullanmak isteyen herkese kapatılıyor? Bu kadar imaj bolluğu yaşanırken bu bölgeler niye kör noktada bırakılıyor? Kısacası bence “niye bu kadar çok imaj var ve bu bize ne yapıyor?” diye soracağımıza Fatma Çelik’in yaptığı gibi, “Hangi görüntü kaydedilebilir?” diye sormalıyız. İmaj bombardımanı adı üstünde bir bombardıman; yani bu imajlar temelde devletler, büyük şirketler ve sosyal medya ordularının bize fırlattığı imajlar. Aşağıdakilerin, yani devlet-güvenlik bürokrasisi ve sermaye güçlerinin oluşturduğu azınlığın dışında kalan geniş kitlelerin, yani bizlerin ne yeterince imaja erişimimiz var ne de kaydettiğimiz (eğer tabii kaydedebilirsek) birçok imajı dolaşıma sokma hakkımız var; “imaj çokluğu var, aman ne kötü” diyerek bu haklardan kendimizi men etmemeli ve bu hakları talep etmeye devam etmeliyiz.
Risk altında üretim yapan, medya organlarınca görünmezleştirilen sinemacılara, kolektiflere platform sağlama; erişimi önemli ölçüde kısıtlanan eleştirel sinema pratiklerine görünürlük kazandırma amacı güdüyor Altyazı Fasikül: Özgür Sinema. Altyazı Fasikül’ün diğer çalışmalarına dair yakın gelecekte bizleri neler bekliyor?
S. A.: Bağımsız her tür yayın organı gibi Altyazı Fasikül’ün geleceği de maalesef uzun vadeli planlarla ilerleyemiyor. Türkiye’de özgür bir film kültürüne katkı sunmaya devam etmek için elimizden geleni yapmaya elbette devam edeceğiz. Bu video serilerine devam etmek gibi bir arzumuz da var. Hatta aklımızda bir sonraki serinin teması bile mevcut: Oto-sansür. Fasikül olarak yargılanan sinemacıların davaları, sinemada sansür ve ifade özgürlüğü alanında yayın yapmayı sürdüreceğiz ama bir yandan da görsel ve işitsel alanın kendi araçlarını kullanarak daha yaratıcı içerikler üretmek için de kafa patlatmaya devam edeceğiz.