Dayanışmanın son kullanma tarihi yoktur: Die Möllner Briefe
Röportaj: Marlene Janke
Teselli eden sesler hiç duyulmadığında, yazılmış dayanışma cümleleri kasten ulaştırılmadığında ne anlama gelir bu? 2025 Berlinale’de prömiyerini yapan Die Möllner Briefe / Mölln Mektupları filminde yönetmen Martina Priessner, İbrahim Arslan’ın peşine düştüğü sesleri takip ediyor: 1992’de Mölln’de gerçekleşen ırkçı kundaklama saldırısından sonra ailesine destek amacıyla gönderilen, ancak teslim edilmek yerine şehir arşivine kaldırılan mektuplar.
İbrahim o saldırıdan sağ kurtuldu. Kız kardeşi, kuzeni ve büyükannesi ise yaşamını yitirdi. Gerek hatırlananlar, gerek sağ kalınanlar için duyulan yas; İbrahim’in ve ailesinin hayatında değişmeyen bir yer tutuyor. Aynı gece sadece birkaç sokak ötede başka bir eve yapılan ikinci saldırıdan etkilenenlere de yer veren film; ailelerin adalet ve tanınma mücadelesinin nasıl kesiştiğini ve acı, hafıza ile direniş üzerinden nasıl bağlar kurulduğunu gösteriyor.
Die Möllner Briefe, kısa süre önce Goethe-Institut’un Kino 2025 gösterimleri kapsamında İstanbul’da, Sinematek/Sinema Evi’nde gösterildi. Film, iç içe geçmiş üç anlatı ekseninde ilerliyor: İbrahim’in ailesi özelinde kişisel ve politik bir hafıza, mektupların bazılarını yazan kişilerle yaptığı buluşmalar ve Mölln kentinin resmîi bellek politikaları ile arşivine yönelik eleştirel bir yüzleşme.
Filmin yönetmeni, uzun süredir Almanya-Türkiye göçü üzerine çalışan, Berlin merkezli yönetmen ve yazar Martina Priessner. İbrahim Arslan’la birkaç yıl önce bir film gösteriminde tanışmış ve bu karşılaşma zamanla kalıcı bir bağa dönüşmüş. Bugün İbrahim, Almanya’daki ırkçılıktan doğrudan etkilenenlerin seslerini merkeze alan bir aktivist, eğitmen ve konuşmacı olarak çalışmalarını sürdürüyor.
Bu söyleşide Martina ve İbrahim ile Die Möllner Briefe’nin yapım sürecini, hafıza siyaseti üzerine düşüncelerini ve susturulmak istenen bir tarihin nasıl geri kazanılabileceğini konuştuk. Film, Almanya sinemalarındaki gösterimlerine 25 Eylül’de 2025’te başlayacak; gösterim öncesinde ise ırkçı saldırılarla anılan şehirleri kapsayan ülke çapında bir turne planlanıyor. Amaç, bu hikâyelerin sadece geçmişte yankılanmakla kalmaması; bugün hikâyeleri nasıl dinlediğimizi, hatırladığımızı ve onlar üzerinden nasıl harekete geçtiğimizi de şekillendirmesi.
“Dayanışma vardı ama dayanışmanın toplumsal bir güç hâline gelmesine izin verilmedi ya da verilemedi. Oysa ki mağdurların dayanışmadan başka bir şeye ihtiyacı yoktu.” –Martina Priessner

İbrahim, filmde ve verdiğin röportajlarda sürekli vurguladığın önemli bir nokta var: Mağdurlar anma nesnelerine dönüştürülmemeli, kendi tarihlerinin etkin tanıkları olmalılar. Bu yaklaşım filmde nasıl hayata geçirildi?
İbrahim Arslan: Yapım sürecinden itibaren bu yaklaşım kendini gösterdi. Film ancak bizim -yani doğrudan etkilenenlerin- onayıyla, eşit bir zeminde ve yönetmenle sürekli diyalog hâlinde çekildi. Beyaz bir kişi gelip, beyaz Alman ırkçılığından etkilenmiş insanlar olarak bizim tarihimiz üzerine bir şeyler anlatmak istediğinde, sadece ilgi duyması yetmez. Gerçek bir eşitlik gerekir. Hakkımızda neyin anlatılacağı üzerinde kontrol sahibi olmak da güven inşa etmenin merkezinde yer alıyor. Martina, tavrı ve dil becerileri sayesinde ailemle hızlıca bir bağ kurdu. Çekimden kurguya kadar tüm kararları birlikte aldık. Hâlâ da sürece dâhiliz; filmin nerede ve nasıl gösterileceğini birlikte konuşuyor, tartışıyoruz.
Bugün Türkiye’de yapılan gösterim de sizler için tartışmalı mıydı?
İbrahim Arslan: Hayır, kesinlikle değil; hatta tam tersi. Almanya’da ırkçılıktan etkilenen insanların hikâyelerinin, geldikleri ülkelerde de duyulması benim için çok önemli. Ailem mevzubahis olunca bu ülke Türkiye. Bu yüzden filmi burada göstermek benim için özel bir anlam taşıyor. Türkiye’de birçok insan Almanya’da neler yaşandığını bilmiyor. Sadece Mölln gibi saldırılar değil; gündelik ırkçılık ya da yetkililerin mağdurlara yönelik tutumu da buna dâhil. Türkiye medyası bu konuları çoğu zaman görmezden geliyor.
Berlinale’deki prömiyerden bu yana filmle birlikte Almanya ve Avrupa’yı dolaşıyorsunuz. Bu yolculuk boyunca ne tür dayanışma örnekleriyle karşılaştınız? Bugünkü gibi bir gösterim bu dayanışma ağının neresine oturuyor?
İbrahim Arslan: Irkçı şiddetten doğrudan etkilenmiş biri olarak konuşabilirim kendi adıma. Martina’yla birlikte İtalya’dayken, birçok insanın Almanya’nın ırkçılıkla nasıl başa çıktığına öfkelendiğine tanık oldum ama aynı anda kendilerini bu durumdan uzak tuttular: “Bu Almanya’daki ırkçılık, bizimle ilgisi yok.” dediler. İstanbul’daki bir atölyede de benzer tepkilerle karşılaştım, çoğu kişi “Bunun bizimle ne ilgisi var? O Almanya’nın sorunu.” diye sordu. Ama benim için çok net: Biz Türkiye kökenliyiz ve Almanya’da başımıza gelenler bu toplumu da ilgilendiriyor. Yalnızca faillerden bahsetmek yetmez; özellikle de Almanya devleti tarafından bilinçli şekilde görmezden gelinen mağdurların hikâyelerini anlatmamız gerekiyor.
Mesela Ayşe Yılmaz’ın ailesi Türkiye’de yaşıyor ve saldırıyla ilgili olarak hiçbir zaman görüşleri alınmadı; onların bakış açısı tamamen görünmez kaldı. Bu nedenle bu film, yaptığımız çalışmaların sadece bir parçası. Doğrudan etkilenenler olarak ve Almanya’yı ırkçılık yüzünden terk etmek zorunda kalanları da dâhil ederek, yaşadıklarımızı görünür kılmak için birçok farklı proje yürütüyoruz. Irkçılık küresel bir olgu ve bu soruna mağdurların bakışını da içeren ortak bir farkındalık geliştirmemiz gerekiyor.
Martina Priessner: Bu film evrensel bir hikâye anlatıyor. Birçok gösterimde, dünyanın dört bir yanındaki insanların bu hikâyeyle ne kadar derinden bağ kurduğunu hissedebiliyorum, özellikle de otoriter güçlerin giderek daha açık biçimde hareket ettiği bir dönemde. Örneğin Berlinale’de, Hindistanlı bir kadın bana gözyaşları içinde yaklaştı ve filmin ona kendi hayatındaki şekillendirici deneyimleri hatırlattığını söyledi. Bu da gösteriyor ki ırkçılık -özellikle yapısal ırkçılık- küresel bir olgu ve mutlaka ulusötesi bir bağlamda ele alınmalı.
İbrahim Arslan: Filmde sadece yapısal ırkçılıktan ya da kurumsal başarısızlıktan bahsetmiyoruz ki maalesef bu, Almanya’da yeni bir durum değil. Yeni olan şu: Dayanışma gösteren insanların bakış açısına da yer veriyoruz. Çoğunluğu beyaz Alman olan ve mektuplar yazan bu insanlar, mağdurların yanında durmuş kişiler. Yani hikâyeyi yalnızca mağdur perspektifinden anlatmıyoruz; aynı zamanda mağdurların yanında durdukları için kendileri de dolaylı olarak etkilenen insanların gözünden de aktarıyoruz. Örneğin kurumların kayıtsızlığı sebebiyle onlar da bir tür dışlanmışlık yaşadı. Bence bu, hikâye anlatımında tamamen yeni bir yaklaşım.
Dayanışma mektuplarını yazan kişilere ulaşma süreci nasıl ilerledi? Filmde yer verilen buluşmalar neye göre seçildi?
Martina Priessner: Bu kişilere ulaşmak oldukça kapsamlı bir araştırma gerektirdi. İlk olarak ben, mektupların dijital versiyonlarına ulaştım. İbrahim ise Mölln’deki arşivden alır almaz mektupların çoğunu okumuş. Mektuplara ilk baktığında, özellikle 12 yaşındayken ailesine bir mektup yazan Sonja’nın mektubu onu çok etkiledi. Onu mutlaka tanımak istedi. Ardından ben de araştırma sürecine destek oldum. Yaklaşık 1000 adet belge vardı ve hepsini defalarca taradım. Kategorilere ayırdım, göndericileri internet üzerinden bulmaya çalıştım ve çoğu zaman sonuç alamadım. Bazı ipuçları bizi eski telefon numaralarına ulaştırdı, bazıları ise tamamen sonuçsuz kaldı. Ama bazılarına ulaşmayı başardım. Görüşmeler yaptım, İbrahim’le sürekli iletişim hâlindeydim ve kiminle temas kurulabileceğine birlikte karar verdik. Sonunda öne çıkan üç buluşma oldu. Bu üç kişinin bir beyaz kadın (o zamanlar 12 yaşındaydı), bir Siyah kadın ve bir Yahudi kadın olması muhtemelen tesadüf. Biz sadece merakımızın izinden gittik ve kimlerle gerçek bir bağ kurulabildiğini gördük.
İbrahim Arslan: Şunu unutmamak çok önemli: Bu mektupları saldırıdan tam 27 yıl sonra teslim alabildik. Bu da demek oluyor ki o dönemde bize yazan birçok kişi ya vefat etti ya da artık onlara ulaşılması çok zor. Dolayısıyla bu geç teslimat, pek çok kişiye şahsen teşekkür etme fırsatını da elimizden aldı. Ama aynı zamanda içinde umut barındıran bir yönü de var bunun, o dönem bize yazmış bazı kurumlara o kadar yıl sonra ulaştığımda hemen geri döndüler. Mektuplarının bize hiç ulaşmadığını duyduklarında şok oldular ve dayanışmalarını yinelediler. Örneğin o zamanlar bize yedi günlük bir konaklama öneren bir kaplıca tesisi, bu yıl için aynı teklifi yeniledi. Bu da şunu gösteriyor: Dayanışmanın bir “son kullanma tarihi” yoktur, görünür kılındığında ve doğrudan etkilenen kişilere ulaştırıldığında yaşamaya devam eder.
Buluşmalar sırasında sizi özellikle şaşırtan ya da duygulandıran bir şey oldu mu?
Martina Priessner: 12 yaşında bir kız çocuğunun dayanışma mektubu yazdığını ve ailesindeki ırkçılıktan bahsettiğini görmek veya 16 yaşında bir kadının saldırıdan zarar görenlere duyduğu sempatiyi ifade edip, bunun kendisini de etkilemiş olabileceğini ve bunun ne anlama geldiğini fark etmesi… Bunlar çok duygusal anlar.
Dayanışma vardı ama dayanışmanın toplumsal bir güç hâline gelmesine izin verilmedi ya da verilemedi. Oysa ki mağdurların dayanışmadan başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Aynı zamanda dayanışmanın ne kadar kolay ifade edilebildiğini görmek… O zamanlar mektup yazmamıştım, bunu da düşünmem gerekti ve kendime neden yapmadığımı sordum çünkü Mölln benim için bir dönüm noktasıydı. Irkçılık, antisemitizm ve Almanya’daki sağcı terörün sürekliliği ile daha yoğun bir şekilde ilgilenmeye başladığım andı.
İbrahim Arslan: Özellikle beni duygulandıran buluşmalardan biri, çocukken mektup yazan ve filmde de yer alan Sonja ile olandı. Sonja, Mölln’deki saldırının kendisini politikleştirdiğini söylüyor; o günden bu yana başkalarına aktif olarak destek olmuş, ırkçı ailesiyle arasına mesafe koymuş ve bugün mültecilere yardım ediyor. Bu da şunu gösteriyor: Eğer bu tür karşılaşmalar daha önce mümkün olsaydı, belki birlikte çok daha fazlasını başarabilirdik. İnsanların kendi deneyimlerini nasıl sorguladıklarını ve onlardan nasıl bir sorumluluk bilinci geliştirdiklerini görmek, işte bu anlarda netleşiyor. Ve tam da bu tür dönüşümleri belgelemek ve kamusallaştırmak çok değerli.
Martina, mektupları belirli kategorilere ayırdığından bahsetmiştin. Bu kategoriler arasındaki farkları biraz açıklayabilir misin?
Martina Priessner: Mektuplar gerçekten bir hazine ve kesinlikle daha kapsamlı araştırmaları hak ediyor. Biz filmle sadece bir başlangıç yapmış olduk. Bu kadar fazla belgeyle baş edebilmek için bazı kategoriler oluşturdum. Sadece nefret içerikli mektupları hariç tuttum, onların filme dâhil edilmesi zaten hiçbir zaman söz konusu olmadı.
Mektupları incelerken şu çok net bir şekilde ortaya çıktı: Neredeyse her iki mektubun birinde “utanç” ifadesi geçiyordu. Bir diğer kategori “teselli”ydi; birçok mektup son derece şefkatliydi, sanki geç kalmış ama içten gelen birer yara bandı gibiydi. Oysa çok daha erken ulaşmaları gerekirdi. Tabii bir de hemen göze çarpan çocuk çizimleri vardı.
Birçok zarfın üzerinde “Lütfen iletiniz.” ibaresi de yer almaktaydı. Ana temaya dokunan bir şey; çünkü mektuplar iletilmemişken, bu zarflara değinmek önemliydi bizim için. Son olarak ise “süreklilik” vardı. 1990’ların başında Almanya, her gün yaşanan ırkçı saldırılarla pogrom benzeri bir atmosfer içindeydi. Bugün de birçok şeyin tekrar ettiğini görüyoruz. En büyük fark, artık aşırı sağın parlamentoda temsil ediliyor olması. [Yazar notu: AfD (Almanya için Alternatif), 2017’den bu yana Almanya federal ve eyalet parlamentolarında ciddi bir varlık gösteren aşırı sağcı bir partidir. Mayıs 2025’te Anayasayı Koruma Dairesi tarafından “kesinlikle aşırı sağcı” olarak sınıflandırdı.]
Filmde mektupların görülebildiği beş sekans var ve bunlar kabaca şu kategorilerle tanımlanabilir: Çocuklar, Teselli, Utanç, Lütfen İletin ve Tarihsel Süreklilik. Kurguda ise görsel detaylar, mektup uzunlukları, müzik ve geçişler de önemli bir rol oynadı.
“Yasla baş etme süreci, doğrudan etkilenen biri için aslında hiç bitmiyor. Biz, bunları yaşayanlar olarak, olup bitenin unutturulmaması ve normalleştirilmemesi için anlatma görevini üstlendik. Bu sorumluluk bize ait. Çünkü eğer kimse konuşmazsa, Almanya devleti bu olayları halının altına süpürmeye hazır bekliyor.” -İbrahim Arslan

Die Möllner Briefe; İbrahim, Namık ve Yeliz’in annesi Havva Arslan’ın anılarını ve acısını paylaştığı bir sahne ile başlıyor. Film ilerledikçe hem bireysel anma anlarına hem de kolektif hafıza ve ortak dayanışma hâllerine tanıklık ediyoruz. Bu anma kısımlarının filmin nerelerinde, ne şekilde yer alacağına nasıl karar verdiniz?
Martina Priessner: Film bir yıl içinde yaşanan olayları anlatıyor. Anlatı, 2022’deki 30. anma günü ile 2023’teki 31. anma günü arasında geçiyor. Üç yılı aşkın bir süredir devam eden çekimlerden yaklaşık 100 saatlik materyal elde ettik ve tüm bunları yaklaşık 90 dakikaya sığdırmak zor oldu. Süreç boyunca birbirimizle yakın diyalog hâlindeydik ve kolektif, güvene dayalı bir çalışma süreci oluştu. Her zaman aile üyelerinin hayatlarında neler olup bittiğine ve neleri paylaşmaya istekli olduklarına dair genel bir bakışa sahip olmaya çalıştım. Maja Tennstedt ile birlikte tüm bu parçaları montajda bir araya getirdik. Hikâyeyi çok katmanlı bir şekilde anlatmak bizim için önemliydi. Her zaman üç ana anlatı başlığımız bize yol gösterdi: Kurban merkezli bir anma kültürü için mücadele, travmayla yaşamak ve toplumsal başarısızlık.
İbrahim, 2017 tarihli Sürgünde Mölln Konuşması’nda (Möllner Rede im Exil) şöyle demiştin: “Yas, anmanın en saf hâlidir.” Peki bu film üzerinde çalışmak, senin kendi yas sürecin üzerinde nasıl bir etki yarattı?
İbrahim Arslan: Filmi geliştirme süreci benim için başlı başına bir yasla yüzleşme süreciydi zaten. Martina’yla çalışmaya başlamadan çok önce mektupların bir kısmını almıştım ve onlarla yüzleşme, film boyunca da devam etti. Yasla baş etme süreci, doğrudan etkilenen biri için aslında hiç bitmiyor. Biz, bunları yaşayanlar olarak, olup bitenin unutturulmaması ve normalleştirilmemesi için anlatma görevini üstlendik. Bu sorumluluk bize ait. Çünkü eğer kimse konuşmazsa, Almanya devleti bu olayları halının altına süpürmeye hazır bekliyor.
Ama aynı zamanda anlatmak bir tür iyileşme de sağlıyor. Birçok çalışma, insanların yaşadıklarını konuştuklarında fiziksel ve ruhsal olarak daha sağlıklı olduklarını gösteriyor. Bu benim için de geçerli. Bu filmi yalnızca kendimiz için bir tür arşiv olarak da yapabilirdik. Ama onu kamusal alanda paylaşmak; belirtilerden arınmak, duygusal olarak iyileşmek demek. Bu filmle attığım her adım, sona ermeyen ama iyileştirici bir sürecin parçası benim için.
Bu anma eyleminizin geleceğe dönük olduğunu söyleyebilir misin?
İbrahim Arslan: Kesinlikle. Anma sorumluluğunu üstlendik. Bu sorumluluğu Holokost’tan sağ kalanlardan öğrendik ve şimdi gelecek kuşaklara aktarıyoruz. Bunu okul atölyeleri aracılığıyla ya da kendi çocuklarımla yaptığım sohbetlerde sürdürüyorum örneğin. Bu mirasın sahiplenilip sahiplenilmeyeceği ise başka bir mesele.
Benim için durum şöyle: Hayatta kalmaya mahkûm edildim, bunu ben seçmedim. Etkilenen kişiyim, mağdurum. Ama yalnızca doğrudan etkilenenleri değil; dolaylı olarak etkilenenleri de harekete geçirmek önemli. Çünkü sorumluluk çoğu zaman bizim, yani doğrudan mağdurların omzuna bırakılıyor. Toplum ise genelde sadece dinlemekle yetiniyor. Ama bu bile geleceğe dair yeni perspektifler oluşturmak için gerekli bir ilk adım.
“Anma mirası” derken, aslında travmanın kuşaklar boyunca aktarımına da işaret ediyorsun İbrahim. Martina, sen de -örneğin Amnesty International’la yaptığın röportajlarda- bu konudan sıkça bahsediyorsun. Peki bu hafıza katmanlarını film aracılığıyla görünür kılmaya nasıl yaklaştın?
Martina Priessner: Bu konu her zaman varlık gösteriyordu. Travmalar bir nesilden diğerine aktarılır. Elbette yaşam koşulları ve gerçekler değişir ancak bu aktarımı engellemek mümkün değildir. Bir mağdur ailenin içine doğarsınız bazı korkular, endişeler vb. istemeden devam eder. Namık, saldırı sırasında sadece sekiz aylıktı. Bir bebek olmasına rağmen saldırının ve sonuçlarının etkisiyle büyüdü ve bu nedenle büyük bir travma yaşadı. Bir travmayı yaşamadığınızda da ondan etkilenebilirsiniz. Yeliz, saldırıdan üç yıl sonra doğdu ama yine de hayatı bu olaydan etkileniyor. Travmanın aktarılması farklı mekanizmalarla gerçekleşir ve hem psikolojik hem de fizyolojik sağlık üzerinde etkiler yaratır. İnsanların bu durumlarda ne kadar güçlü oldukları beni her zaman derinden etkilemiştir. Film sadece acıyı değil; aynı zamanda direnişi de gösteriyor: Hayat devam ediyor ve yeni bir güç buluyor.
Kurumsal başarısızlık ve onun etkileri filmde yer buldukça yapısal sorunlar da görünür oluyor. Bu tür durumlarda sorumlular sıkça “yoğunluk” ya da “olağanüstü şartlar” gibi gerekçelere başvuruyor. Filmde, Mölln’ün mevcut belediye başkanı Bay Schärper şöyle diyor: “Şunu açıkça söylemek istiyorum ki sizin için ne kadar korkunç olsa da bu herkes için olağanüstü bir durumdu.” Bu tür açıklamaları nasıl yorumluyorsunuz?
İbrahim Arslan: Bu tür açıklamalar, sistemin bir parçası. Bu sadece bir “başarısızlık” değil; kurumsal ırkçılık. Eğer beyaz olsaydım o mektuplar belki de asla saklanmazdı. Ama bunun yerine, biz doğrudan etkilenenler sürekli görmezden geliniyoruz; hatta bazen şüpheli konumuna düşürülüyoruz. Bay Schäper şahsen sorumlu olmasa da yaptığı açıklama tam da bu yapısal körlüğü yansıtıyor. Empati eksikliği var, yaşanan acının içtenlikle kabulü eksik. 2012’de eyalet başbakanı “Sizin evleriniz yandığında bizim yüreklerimiz de yandı.” demişti. Ama bu doğru değil. Bizim evlerimiz yanarken, başkaları şömine başında oturuyordu. Bu, bizim mağduriyetimizi inkâr eden ve mağdur rolünü kendine devreden bir iktidar söylemi. Bu tür çarpıtmaları sadece Mölln’de değil; birçok başka şehirde tekrar tekrar görüyoruz.
Martina Priessner: Filmin ortaya koyduğu şeylerden biri şu: Arşivler ve kurumlar tarafsız alanlar değildir, anlatılar üzerinde güç ve denetim kurarlar. Mölln kenti, sadece mektupları arşivlemekle kalmadı; aynı zamanda doğrudan etkilenenlerin perspektifinin hatırlanmasını da engelledi. Bu durum, anmaların nasıl organize edildiğinde de kendini gösteriyor. Hikâyeyi kim anlatıyor, kim susturuluyor?
Aşırı sağ terörüne dair birçok olayda -ister NSU, ister Münih, Halle ya da Hanau olsun- hep aynı türden bir savunma mekanizması gözlemliyoruz. [Yazar notu: NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü), 2000-2007 yılları arasında seri cinayetler işlemiş neo-Nazi bir terör örgütüdür. Münih (2016), Halle (2019) ve Hanau (2020) saldırıları da ırkçı ya da antisemitik saiklerle gerçekleştirilmiştir.]
Yapısal ırkçılıkla yüzleşmek, refleksif bir şekilde reddediliyor. Yapılar açıkça belli olmasına rağmen bunu bir sorun olarak kabul etmek istenmiyor. Bugüne kadar soruşturma makamlarında ya da polisteki ırkçılığın boyutlarıyla ilgili herhangi bir araştırma yapılmadı. Büyük bir süreklilikle “kurban suçlama’” gözlemleniyor. İşte bu yüzden bu film çok önemli çünkü bu tarihsel süreklilikleri açığa çıkarıyor ve aynı zamanda kendi anlatısını sahiplenme mücadelesini görünür kılıyor.
Almanya Göç Belgeleme ve Müzesi (DOMiD – Dokumentationszentrum und Museum über die Migration in Deutschland) ile yürütülen iş birliği kapsamında, mektuplar ve hayatını kaybedenlerin kişisel eşyaları kamusal ve kolektif bir anma bağlamına dâhil edildi. Bu iş birliği nasıl yapılandı?
İbrahim Arslan: DOMiD ile olan iş birliğimiz güçlü bir güven ilişkisine dayanıyor. Bu bizim için çok önemli çünkü bizim hikâyemiz -ve ırkçılık, göç ya da zorunlu göç deneyimi yaşamış birçok insanın hikâyesi- burada saygıyla anlatılıyor ve korunuyor. Örneğin Mölln’deki arşivin yıllarca mektupları saklamasının aksine DOMiD şeffaf ve iş birliğine dayalı bir şekilde çalışıyor. Sadece nesneleri alıp arşivlemiyorlar; bize, yani emanet verenlere danışıyorlar ve birlikte karar alıyoruz.
Bu yönüyle Bonn’daki Haus der Geschichte gibi kurumlardan ayrışıyorlar. Orada, Mölln’deki evimizden alınan bazı eşyalar, bizim haberimiz olmadan kalıcı sergiye dâhil edilmişti. Örneğin evimizden alındığı açıkça belli olan bir gümüş tepsiyi uzun bir uğraş sonucunda geri alabildim ve ardından bilinçli bir tercihle DOMiD’e teslim ettim.
Yeni müze direktörüyle ilişkimiz her ne kadar ilerlemiş olsa da durum hâlâ sorunlu. Birçok eşya, doğrudan etkilenenlere haber verilmeden ve rızaları olmadan alındı. Bu durum neredeyse hırsızlıkla eşdeğer. Şu anda bu nesnelerin kimlere ait olduğunu araştırıyorum. Örneğin Haus der Geschichte’de sergilenen bir telefonun sahibi hâlâ bilgilendirilmemiş durumda. Amacımız, bu eşyaların gerçekten sahiplerine ulaşmasını sağlamak ve doğrudan etkilenenlerin kendi tarihleri üzerindeki haklarını geri kazanmalarına destek olmak.
“Film yapmak kesinlikle bir aktivizm biçimi olabilir, özellikle de yapısal sorunları görünür kılmak söz konusu olduğunda. Filmde açık bir eylem çağrısı var: Sorumluluk almak ve harekete geçmek.” -Martina Priessner

İbrahim, aktivizmin yalnızca Almanya’daki müzelerdeki tarihsel adaletsizliklerle yüzleşmekle sınırlı değil; atölyeler, halka açık konuşmalar ve birçok farklı aktivist formatla da devam ediyor. 2023’te Pro Asyl tarafından verilen İnsan Hakları Ödülü’ne de bu çalışmalarınla layık görüldün. Peki yıllar içinde aktivizmin nasıl evrildi? Bu evrimde filmin nasıl bir rolü oldu?
İbrahim Arslan: Aslında film beni biraz aktivizmden uzaklaştırdı bile diyebilirim. (Gülüyor) Her şey 2007’de, Mölln şehrinin düzenlediği bir anma etkinliğinde başladı. Arslan ailesinin ve Mölln’ün geçmişine biraz bakan biri hemen şunu fark eder: İki ayrı anlatı var; biri mağdurların bakış açısı, diğeri ise sıklıkla kendisini de bir tür mağdur gibi sunan resmî şehir anlatısı. O dönemki törende şunu söyledim: “Yeter. Ben buradayım. Ailenin bir parçasıyım, mağdurum, hayatta kaldım.” Bu benim için ilk politik uyanıştı.
O günden beri biz aile olarak kendi anma etkinliklerimizi organize etmeye çalıştık. Möllner Rede im Exil (Sürgünde Mölln Konuşması) da böyle ortaya çıktı. Çünkü bu konuşmalar artık Mölln’de istenmiyordu, oysa ki başta resmî anma törenlerinin bir parçasıydı. Bugün ise kendi anma biçimlerimizi kendimizle birlikte sürdürüyoruz.
Sürgünde Mölln Konuşması 2013 yılında başlatıldı. Peki o zamandan bu yana neler yaşandı?
İbrahim Arslan: 2007 ile 2013 arasında bir dönüşüm yaşandı. Nesnel bir mağdur olmaktan, öznel bir mağdur olmaya geçişti bu. Başlarda sadece sembolik bir rol oynamaları için davet edilen doğrudan etkilenenler, anmanın nasıl şekilleneceğine dair söz sahibi olmak için mücadele etti. Bu da sonunda Sürgünde Mölln Konuşması’na evrildi. Biz de “Artık kendi bağımsız projemizi yaratıyoruz.” dedik. Zaten bu yüzden adı “Geri Al ve Hatırla”, yani hafızayı geri alma mücadelesi. Mesele, bizden alınanı geri almak ve onu kendi politik sürecimiz için kullanmak. Anma hakkının, bizatihi sahiplerine ait olduğunu hatırlatmak.
Film bana, bu sürecin hiç bitmediği fark ettirdi. Saldırıdan 27 yıl sonra bile yeni şeyler ortaya çıkabiliyor. Bir anda mektupları keşfettik. Kim bilir önümüzdeki 20 yılda daha neler gün yüzüne çıkacak? Beni asıl öfkelendiren şey şu: Almanya genelinde aktif bir şekilde çalışıyorum, herkes doğrudan etkilenen biri olarak bu işle uğraştığımı biliyor ama yine de bana haber verilmedi. Bu mektupları bir öğrenciyle birlikte tamamen tesadüfen bulduk. Mölln şehri asla bizimle iletişime geçmedi. O mektuplar hâlâ arşivde, tozlu bir rafta yatıyor olabilirdi. Bu da doğrudan etkilenenler için politik mücadelenin ne kadar hayati olduğunu açıkça gösteriyor. Kendilerine ait olanı geri almak için ses çıkarmaları, hak iddia etmeleri şart.
Film, doğrudan etkilenenlere ses vererek bir alan açıyor. Hatta onları “dinliyor” da denebilir. İbrahim, sen daha önce kamusal anma pratiklerinin çoğu zaman sadece “dinlemekle” sınırlı kaldığını belirtmiştin. Martina, peki senin bu filmdeki rolün sadece dinlemekle mi sınırlı kaldı? Yoksa bu çalışmayı bir tür aktivizm olarak mı görüyorsun?
Martina Priessner: Benim için yaptığım her film, aynı zamanda bir tür aktivizm. Bu, müttefiklik meselesiyle ilgili ve bu filmde müttefiklik sadece bir tema değil. Filmin temelini oluşturan şey. Karşılıklı güven olmadan, benimle filmde yer alan kişiler arasında gelişen ortak bir tutum olmadan bu film ortaya çıkamazdı.
Beyaz bir yönetmen olarak; acı, ırkçılık, travma ve kurumsal çöküşle derinden bağlı, doğrudan etkilenmediğim bir konuya yaklaştım. Irkçılıktan etkilenmiyorum ama yine de yapıların içinde yer alıyorum. Yapısal ırkçılıktan faydalanıyorum. Ama aynı zamanda filmdeki kişiler, yönetmen olarak sahip olduğum bakış açısıyla beni kendi hikâyelerine davet ettiler. Bu asla kendiliğinden olan bir şey değil. Bu bir tür yansıtıcı müttefiklik. Eşit bir zeminde, saygıyla ve sahiplenmeye kalkışmadan kurulan ilişki benim için çok önemli. Evet, kendimi bir müttefik olarak görüyorum. Ama bu, “başkalarının yerine konuşmak” demek değil; daha çok, başkalarının sesinin duyulabileceği alanlar yaratmak demek.
Umarım yalnızca “ Ben ne yapabilirim?” demekle yetinmeyiz. Aynı zamanda şunu da sormalıyız: Farkında olmadan hangi dışlayıcı yapıları sürdürüyor olabilirim? Dayanışma çoğu zaman küçük adımlarla başlar. Ama yalnızca bir ahlaki duruş olarak kalırsa yeterli olmaz, eyleme dönüşmesi gerekir. Sorumluluk almak, mevcut yapıları sorgulamak, dinlemek, alan açmak, güç ve ayrıcalıklardan vazgeçmek, dâhil olmak demektir. Gerçek anlamda müttefiklik budur.
Ve belki bu, aynı zamanda, etkilenenlerin her şeyi anlatmasını beklememeyi, bilgiyi kendinin aramasını gerektirir. Tarihi anlamak; başka bakış açılarını aramak ve sorumluluk almaktır.
Film yapmak kesinlikle bir aktivizm biçimi olabilir, özellikle de yapısal sorunları görünür kılmak söz konusu olduğunda. Filmde açık bir eylem çağrısı var: Sorumluluk almak ve harekete geçmek. Dileğimiz, bu filmi sadece zaten duyarlı olanlara değil; henüz meseleye mesafeli olan insanlara da ulaştırabilmek. Aldığımız ödüller için çok minnettarım çünkü bu kadar görünürlük başka türlü mümkün olmayabilirdi. Politik perspektifimizi paylaşan harika bir dağıtımcımız var ve şu anda olabildiğince geniş bir kamusal farkındalık yaratmaya çalışıyoruz.
İbrahim Arslan: Bence bu film, aktivist çalışmanın zirve noktalarından biri. Geçmişle yüzleşme sürecinin yanı sıra doğrudan etkilenenlerin politik uyanışını ve bunu belgelemenin ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Kim garanti edebilir ki Rostock’ta, Hoyerswerda’da ya da Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü cinayetlerinin işlendiği yerlerde de mektuplar gizlenmedi? [Yazar notu: Rostock-Lichtenhagen (1992) ve Hoyerswerda’da (1991), sığınmacılara ve göçmen işçilere yönelik şiddet içeren aşırı sağcı saldırılar gerçekleşmiştir.]
Film, açık bir çağrı niteliğinde: Politik mücadeleye devam edin, arşivleri araştırın, sorular sorun. Çünkü Mölln’ün tek başına başarısız olduğu düşünülmemeli. Muhtemelen başka yerlerde de benzer şeyler yaşandı. Bu yüzden filmi, aktivist emeğin bir zirvesi olarak görüyorum ve unutulmaması gerekiyor.