Duygudurum: Kelly Reichardt, Yo La Tengo, “Old Joy”

Yazı: Utkan Çınar

“Hüzün, yıpranmış neşeden başka bir şey değildir.”

Yo La Tengo’nun Kelly Reichardt’ın muhteşem filmi Old Joy’a yaptığı aynı güzellikteki müzikler, neredeyse 20 yıl aradan sonra bir EP olarak tek başlarına yayımlandı. EP olmasının nedeni sadece altı şarkıya sahip olması. Film müziklerle bezenmiş değil; bilhassa sessiz anlarıyla daha vurucu belki. Ama o vuruculuğu artıran öğe de müzikler. Bu güzel haber vesilesiyle de Reichardt’ın filmini de analım istedik.


Sinemanın en güzel yanlarından biri; bazen filmlere objektif kaliteleri veya subjektif zevkinizden de fazla ruh hâlimize göre tepki vermemiz. Ne bileyim, depresif bir ânınızda dişlerin parıltısının gözünüzü aldığı bir romantik komedi izlemek istemeyebilirsiniz. Başka bir ânınızda çok iyi gelecek bir film olsa da… Ama bazı yönetmenler ve oyuncular vardır, duygu durumunuzdan azade bir şekilde yeni bir işlerini izlerken bir süre o sıkıldığınız varoluşunuzdan uzaklaşmanızı otomatik olarak sağlayabilir. Kelly Reichardt benim için o yönetmenlerden biri. Kelimelere dökmesi zor bir yakınlık hissediyorum onun filmlerini izlerken. Beni bildiğin hipnotize edebiliyor. 

Onunla ilk tanışmam da 2006 yılında festivalde izlediğim Old Joy ile olmuştu. Hoş zaten kendisi 1994’te küçük bütçeli River of Grass’i çektikten ancak 12 yıl sonra bu ikinci filmini bitirebilmişti. Referans da o aralar pek dinlediğim alt. country müziklerinin yıldızlarından, 2009’da sohbet edebilme şansı da bulduğum Will Oldham’ın (Bonnie Prince Billy) başrollerden biri olmasıydı. Hatta festival kitapçığındaki filmlere bakarken oyuncular arasında onu görünce konuya bakmadan filmi işaretlemiştim. “Ne dilediğine dikkat et” demişler!

Filmdeki müzikler daha önce Yo La Tengo’nun They Shoot, We Score isimli toplama albümde yayımlanmıştı aslında ama böyle kendi ayakları üzerinde durabilmeleri hissi güzel. Gitarist Ira Kaplan’ın kalın tellerde gezerek başlattığı beş şarkı (bir adet de alternatif versiyon) var elimizde. “Leaving Home” (evden ayrılış), “Getting Lost” (kayboluş), “Path to Springs” (kaplıca yolu), “Driving Home” (eve sürüş) ve “End Credits” (kapanış kredileri). Bu şarkı isimlerinden kafanızda filmde olan bitenle ilgili bir resim oluşuyor olmalı. 

Mark (Daniel London); bahçe içinde evi, hamile eşiyle yerleşik bir düzene geçmiş biriyken eski arkadaşı Kurt (Will Oldham) göçebe, arayışlardaki hayatına devam etmektedir. Kurt, Mark’a Oregon’daki Bagby Kaplıcaları’na gitmeyi teklif eder. Yolda kamp yapabilir ve ormanda vakit geçirebilirlerdir. Mark eşinden gergin bir izin alır ve teklifi kabul eder. Albümün hitiLeaving Home” onların şehri terk edişi sırasında arabadan dışarıya uzanan kameranın yakaladığı görüntülere eşlik eder. Hafif country-bluesvari sade melodiler ve zil sesleriyle girer, sonra iyimser bir ritim ve umut verici melodilerle devam ederiz. 

Eski dostlar kavuşmuş, doğada vakit geçireceklerdir. Mark sessizdir. Aslında kafa dinlemek için çıktığı bir yolculuk olduğunu hissettirir bana. Kurt ise rahat konuşabileceği arkadaşının yanında daha çenebazdır. Bunda yola çıkmadan yaptığı “sigara” alışverişinin de etkisinin olduğunu söylemeli. 

Getting Lost”, kaplıca yolunda kayboluşları sırasında çalan kısa ve gergin bir şarkıdır. Bu gerginlik iki eski arkadaşın arasında da film boyunca hissedilir zaten. Yiten gençlik, kaybolan bağ. Karşılıklı öykünmeler, içten içe başkasında olanı istemeler. Ayrıca kamp yaptıkları alanın çöplerle dolu oluşunu da severim. Reichardt bize güzel görüntüler göstermek için orada değildir. Gerçek şeyler göstermek için oradadır. 

Kurt görüşemedikleri için Mark’a serzenişte bulunur. Ama gururludur, kendini çabuk toparlar; “deli” olmadığını vurgular. Mark’ta ise daha düzenli bir hayata sahip olmanın getirdiği bir yukarıdan bakma hâli sezilir. 

Eve dönüşlerinin şarkısı “Driving Home”; açılışı yapan “Leaving Home”dan öğeler barındırır ama onun kadar hareketli bir parça değildir. Hem pozitif bir yandan da melankoliktir. İki dost bir araya gelebilmiş ve güzel doğada vakit geçirebilmişlerdir. Ama bir yandan bir değişim yaşamamış, iyisiyle kötüsüyle hayatlarının gerçeklerini kabul etmiş / etmek zorunda kalmışlardır. Geri dönüş yolunda arabadaki sessizlikleri bunu yansıtır âdeta. Olmayan beklentinin hayal kırıklığı gibi. Reichardt sessizliği hem bir gerilim hem de umut aracı olarak muazzam bir ustalıkla kullanıyor filmde. Yo La Tengo işte böyle bir filme müzik yapıyor.    

Finali ise ilk izlediğimde tam bir korku / gerilim filmi ânıydı benim için. Zaten geri dönüş zamanı geldiğinde, Kurt’ün eşyalarını toplarkenki huzursuz sessizliğinden anlamalıydım. Mark onu bıraktıktan sonra sokakta kendi kendine, ne yapacağını bilmez, bir planı olmayan biri gibi kararsız yürüyüşler yaparken yalnızlığının insanın bünyesinde soğuk terleme yarattığı sekans. Kameranın bile ondan uzaklaşmasıyla sinema tarihinin en etkileyici “yalnızlık” betimlemelerinden biri. Yalan yok, sarsılmıştım. Ama insan içten içe de bir sanat eserinden böyle etkilenebildiği için de göneniyor, değil mi? Bu, 20’li yaşlarının ortasında, hayat kararsızlığıyla boğuşur hâldeyken eski arkadaşların kararlı seçimler yapmasını dışarıdan izleyen biri olarak içime işlemişti. Tabii şimdiden bakınca aslında herkesin o zamanlar aynı durumda olduğunu da biliyorum. 

Filmde büyük ihtimalle 30’larının başında olan karakterler Mark ve Kurt’ün hayatlarımızın bir döneminde içimizde barındığını söyleyebiliriz belki. Film, herhangi bir zaman veya kuşak bağlamından bağımsız rahatça işleyebiliyor. Zaten o yüzden bu ânın evrenselliği ve sertliği eşsizdi. Hatta o kadar korkmuştum ki daha sonra başka bir yayın için Reichardt filmlerinden bahseden bir yazı yazarken sonraki tüm işlerini severek izlemiş, Old Joy’a geri dönmekten imtina etmiştim. Şimdi ise dönmekten mutluyum. Bunun için Yo La Tengo’ya teşekkür etmeli.

Old Joy ve Yo La Tengo’nun yaptığı müzikler, kanımca ABD’den çıkmış en güzel işlerden. Sizi korkutabilir bazı dediklerim ama siz yine de göz atmaktan kaçınmayın. Anlattığım hiçbir şey sürpriz de bozmuyor. Hiçbir şey olmasa; Reichardt’ın kendi köpeği olan ve bir sonraki filmi Wendy & Lucy’de de başrol oynayan Lucy’yi görmek ruhunuzu yükseltecektir.