Sonunu getirdiğimiz dünyayı izlemek: Ekolojik yıkıma bakan filmler

Yazı: Beyza Yıldırım - Kolaj: Cemre Öztürk

Odağına ekolojik yıkımı alan politik gerilim filmi Evil Does Not Exist, 1 Aralık’ta vizyona girdi. Ryūsuke Hamaguchi, bir dağ kasabasında yaşayan bir ailenin evine ve yıllardır yaşadığı doğaya zarar verecek endüstriyel bir çomak ile karşılaşmasını anlatıyor bu kez. 

Ekolojik yıkım, sinema âleminde farklı açılarıyla ele alınmaya devam ediyor. 1989’dan bu yana farklı ülkelerden yönetmenlerin bu konuyu mesele ettiği filmlere, Evil Does Not Exist vesilesiyle bir bakış atıyoruz.

İnsan insanın kurdudur

Le Temps du loup / Time of the Wolf (2003)
Yönetmen: Michael Haneke

İnsanın birbirine muhtaç olduğu yerde kıtlık olursa ne olur? Kaos. Sanki fırtınaların koptuğu bir iklimde incecik kıyafetler giymişim gibi ürperti duyduğum filmin açılış sahnesiyle birlikte çatışma ortamı oluşuyor. Sessiz sakin gerilimi çok iyi yaratan Michael Haneke, insan ilişkilerinin doğaya ve çevreye bağımlılığını gösteriyor bu sefer. Bir kıyamet sonrası Fransa’sı: Temiz su bulunamıyor, hayvanlar yakılıyor, alev sürekli besleniyor, ev yok, bireysellik yok. Doğanın sunduğu şeyler bir uzvumuz sanki ve onlar olmadan hareket edemiyor, yaşayamıyoruz. Güven duyulan evin tekinsiz hâle gelişi ve sisli sokakların yer-yön duygusunu kaybettiren etkisi bir yok oluşun başlangıcı gibi. Medeniyetin kaybolduğu yerde kurallar da yıkılıyor. Merceğimiz Laurent ailesi üzerinde. Eşini kaybeden bir anne ile iki çocuğu bir anda, kendilerini hayatta kalma mücadelesi içinde buluyor. Haneke, izleyiciyi öyle bir yere konumlandırmış ki olayları sessizce bir pencere kenarından izliyor gibiyiz. 

Ontolojik yok oluş mümkündür

Posetitel Muzeya / A Visitor of a Museum (1989)
Yönetmen: Konstantin Lopushanskiy

Çölde sınırsız kum, denizde sonsuz tuzlu su, atmosferde bitmeyen oksijen varlığına kendimizi kaptırmışız. Varlığı sorgulamayı hatırlatan küçük anlar olsa da… Alev almış gibi görünen deniz ve çöplük içindeki engebe, şiirsel bir bakışla ele alınmış. Bu evrende genetik bozuma uğramış insanlar ötekileştirilmiş, deniz yedi günde çekiliyor, doğa bir müze hâline gelmiş. Yıllık tatilinde bu müzeyi görmeye gelen ziyaretçi ise hayatını tehlikeye attığı bu yolculukta ontolojik sorgulamalara yöneliyor ve en sonunda Tanrıya sığınmaktan başka çaresi kalmıyor. Doğanın tahribatı kimisi için bir illüzyon. Herkesin felakete bakış açısı farklı. Hatta belki bazı felaketler, gerçeklik hâline gelebilecek kadar normal. Bir atık sahasında yaşayan insanların televizyondan maç takip etmek gibi alışkanlıkları devam ettirmesi beklenmeyebilir. İnsanların doğayı yok ettiği gibi doğa da insanları yok etmeye devam ediyor. Lopushansky, masalsı bir atmosferde birçok soru sorduruyor. İnsanlığa yönelttiği bazı suçlamalar hiç de asılsız değil. Sonunu getirdiği dünyayı izleme isteği, insana özgü bir şey. 

Vahşi doğanın nezaketle dışavurumu

Mononoke-hime / Princess Mononoke (1997)
Yönetmen: Hayao Miyazaki

Miyazaki’nin ilmek ilmek yarattığı evrenlerin salt iyi ve kötüsünün olmadığı, bunları çatışmalar üzerine değil uzlaşmalar üzerine kurduğu filmografisinde Princess Mononoke’nin özel bir yeri var. Çocukluğun masumiyeti doğa karşısındaki kırılganlığın en uyumlu formu. Sezilebilir dünyanın ipuçlarını en kolay doğada arayabileceğimizi hatırlatıyor. Bir domuzun saldırısıyla başlayan yolculuk, lanetli bir demir parçasını çözmeye çalışarak devam ediyor. Bu demir tabii ki endüstrinin bir modellemesi. Doğanın nefes alan ve canlı yanı, kutsal görülen bir şey. İnsanlara karşı nefretini kazanması da bu canlılığın bir parçası. Her ne kadar bu nefretin işaret ettiği insanlık olsa da doğa-endüstri-insan çatışması uzlaşmacı bir tavırla yakalanıyor. Doğanın kudreti karşısında insanın boynu bükülmüş; elinde bazı zayıf araçlar ve silahlar var. Kendini savunmanın gücü, her şeye karşı korumacı bir tavra bürünüyor. Bu da gelişimin bir parçası elbette. Fakat insanın en savunmacı olduğu çatışma, evine bir zarar gelince başlıyor. Neredeyse her şeyin başlangıç ve bitiş noktası bu.

Hepimiz aynı trenin yolcusuyuz

Snowpiercer (2013)
Yönetmen: Bong Joon-ho

Post apokaliptik atmosfere karla kaplı bir evrende gözümüzü açıyoruz. Bu sefer insanlar doğanın dengesiyle oynamış, araçsal aklı kullanarak kendi yaratımı olan dengesizliğe bir çözüm getirmeye çalışırken çuvallamış. Hiç istemese de teknolojinin bazı felaketlere sebep olabileceğine inandırmaya çalışan bir film var. Duyularımızın algılayamadığı bir hızla değişen dünyanın yıkımına, doyumsuz insanın zihninden çıkan fikirler sebep oluyor. Bir süreçle meydana gelen iklim krizi elbette bir çırpıda çözülmüyor ve yine hayatta kalma dürtüleriyle hareket eden bir grup insan, bir trene sığınıyor. Bu trenin de birçok alegorik alt metni olduğu gibi en akılda kalanı, sınıfsal bir eşitsizlik. Treni ikiye bölen bu dengesizlik, filmin görsel temasına da yansımış. Platon’un mağarasından anımsadığımız algısal yozlaşma ve yönelim, trendeki insanlar için de geçerli. Başka bir yaşamın mümkün olmadığına inandırıldığında herkes, en iyisinin bu olduğunu varsayıyor.

Dün nasıldı?

The Day After Tomorrow (2004)
Yönetmen: Roland Emmerich

Hasta olduğunu ve birkaç günlük ömrü kaldığını duyan insanın yaşayacağı bireysel yıkım, dünyanın buzul çağına yakalandığı haberiyle toplumsal bir meseleye dönüşüyor. Belki de her şey, yağmurdan korunmak için başını sokacağın bir tenteyle başlıyordur… Herkesin kafasında bazı felaket senaryoları var; yerkürenin sular altında kalması da bunlardan biri. Biraz faniliği hatırlatmaya yönelik kullanılan “yarın’’ vurgusunun amacı, planların bir ehemmiyetinin olmaması. Ekolojik yıkımı bir nevi insanlığın çırpınışı olarak gözlemlemek mümkün. Kurtarılmaya muhtaç bir ülkenin varlığını yalın hâliyle ortaya koymak da. Film, bunları bazı klişe kodlarla ele alsa ve her şeyi coğrafi açıdan sınırlı tutsa da bahsettiği şey küresel. Elindeki imkânlar dâhilinde sinematik bir deneyim yaşatma arzusu da var. Maddiyatın geçersizliğine ve değersizliğine sık sık değiniyor. Tüm bunlar içinde bazı kalıpsal tersine dönüşler ve ilahi adaletler, yapay görünmekten kurtulamıyor pek.

Yerini yitiren, tekrar yerleşemez

The Road (2009)
Yönetmen: John Hillcoat

İsmiyle müsemma bu yol filminde, isimsiz karakterlerin çaresizliğini ve mücadelesini anlamaya çalışıyoruz. Bir nükleer savaşın ortasındayız; her yer puslu. Bir baba ve oğulun insanlığını kaybetmemek adına çıkmak zorunda olduğu bir yolculuk bu. Distopik filmlerde tekrar eden o örüntü: Hayatta kalabilmenin kural tanımazlıkla ilişkisi. Bastırılması öğütlenen ve toplumsal konumu belirleyen bu içgüdüleri çıkarmak, ancak dış dünyanın kontrolsüzlüğüyle mümkün. Peki ne oldu da dünya bu hâle geldi? En kötüsü bu muydu yoksa hayatta kaldığımız için şükretmeli miyiz? Veya eşini kaybetmiş bir babanın kendi kişisel felaketi nedir? Çoğu zaman içimizde olup biten her şey bizimle ilgili değil, dış dünyaya bağımlıyız. Bu psikolojik ve fiziksel değişimi, özellikle baba karakterinde gözlemliyoruz. Baba, anılarında gelgitler yaşıyor ve bundan güç alıyor. Yersiz yurtsuzluğun hem insan hem de doğa üzerindeki bir tezahürü sayılabilir bu yolculuk. 

Doğaya yenik düşen bilim

Twister (1996) 
Yönetmen: Jan de Bont

Doğanın tahmin edilemez, öngörülemez ve müdahale edilemez yanıyla bir yüzleşme daha. Kurulu düzenin ve sonsuza dek yaşama isteğinin doğa tarafından yıkıma uğramayacağına kendini kaptıran insanlığa bakıyoruz. Bir fırtına araştırma ekibi aniden ve tekrarlanan doğa olaylarını incelemeye başlıyor. “Ava giden avlanır’’ misali hayatlarını tehlikeye attıkları bu girişimde kasırgaya yakalanan ekip, doğa karşısında yenik düşen bilimi akla getiriyor. Tekrar edilen stereotipler ve araya belki çiğ bir şekilde yerleştirilen romantik ilişkiler sanki salt “doğal afet’’ filmi gibi hissettiriyor zaman zaman.