Emirhan Burak Aydın’a göre en meşakkatlisi, başladığını bitirebilmek

Bant Mag. No:77’deki 8 yazarın zihnini kurcaladık dosyasında, yakın dönemde yeni ya da ilk kitabını paylaşmış bazı yazarların yaratım dünyalarını keşfe çıkalım istedik. Farklı hikâye anlatıcılarının yazma pratiklerini, bu meşakkatli işi sürdürürken tutundukları farklı motivasyonları, yaratım dünyalarını besleyenleri kurcalamak bizce çok anlamlı.

Emirhan Burak Aydın, Everest Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabı Her Kabilenin Bir Endişesi’nde rutinin farkında olup bu rutinden bile isteye sıyrılmayan, bazen de tekdüzelik ve klişelerle tortop hâle gelerek biriciğini seven kimselerle tanıştırmıştı bizleri. Aklımızdakileri sorduk, merakımızı cömertçe giderdi.

“Her halükârda yapmanızı kimsenin özellikle beklemediği bir şeyi yapıyorsunuz.”

Belirli bir yazma pratiğim yok. Yani bir pratik oluşturabilecek yaşta ve rahatlıkta değilim bence, yazarlığımda öyle bir mertebeye de erişmedim, aman aman akıllı, çalışkan, dört başı mamur bir entelektüel de sayılmam. Ama diyelim ki bir öyküyü bitirebildim, ona bir süre bakmıyor, daha sonra üstünden geçiyorum (bu işi daha iyi becerebilmem lazım biliyorum), sonra içime sinince (en azından sinsin diye uğraşmaktan bıkınca) eşime ya da dostuma okutuyorum, onlar da editörler, dayak atıyorlar sağ olsunlar. Sonra yine üstünde küçük küçük oynuyorum metnin. Dosya en sonunda bir kitap hâline gelirse ve birileri de büyük ihtimalle ikinci baskı yapmayacak bu eseri yayımlamak isterse uslu bir çocuk gibi editörümün önerilerinin yüzde seksenine uyuyorum, tam istediklerini yapmasam da sorunlu buldukları yerlerde başka bir şeyler deniyorum. Çoğunlukla her yazdığım şey de daha önce yapamadığım bir şeyi becermeye, daha başka bir yere gitmeye çalışıyorum. Mesela uzun zamandır, birinci tekil şahıs anlatıcıdan mümkün mertebe uzak durmaya uğraşıyor ve birbiriyle daha fazla konuşan, aralarında somut bağların olduğu bir öykü kitabı üzerinde çalışıyorum. Bunalım satmamaya uğraşıyorum.

Her Kabilenin Bir Endişesi yayımlanana kadar içinde ilk başta olan bazı öyküler çıktı, yerlerine daha yeni öyküler girdi. Özellikle bir şeyin etrafında dolaşan öyküler yazmaya uğraşmadım ama gayriihtiyari çekildim aile, adam gibi adamlık, kola, lider aşkımız, inancın hâlleri, şakalar, varlık ve yoksulluk gibi mevzulara. Beni yazmaya iten şey nedir bilmiyorum. Eskiden içine kapanık biri olduğum için yazıya yöneldiğimi düşünüyordum, şimdiyse yazmaya başladığım için mi içime kapandım emin değilim. 

Yazarken en keyif aldığım şey başladığım işi bitirebilmek. Yazının en meşakkatli tarafı bu olabilir: Mesela başladığınız öykü bitmeyince, diğer başladığınız bir başka öykü de bitemeyebilir. Ama belki de bazı şeylerin yarım kalması gerekiyordur hatta hiç yazılmaması. Bir de yazdığım öyküye isim bulmayı çok severim. Hiç yazmadığım eserlerin isimleriyle dolu kafam. Mesela kitabınızın yayımlanmasının artılarından biri de, “Abi, ben aslında kitaba Girdaba Soktum Kafamı adını vermek istiyordum ama beğenmedi arkadaşlar, en sonunda Kefen Falı Bakılır’da karar kıldık valla,” gibi laflar edebilmek.

Benim bir öyküden, romandan bencil bir okur olarak beklediğim şey, şaşırabilmek, gülüp ağlayabileceğim kadar kitabın içine düşebilmek. Hareketi, olay örgüsünü seviyorum. Kendi şahsına münhasır, biraz yamuk yumuk bir üslup hoşuma gidiyor. Türe yaslanan ama onu bozan öyküleri, romanları seviyorum. Sadece Türkiye’de yazılabilecek eserleri seviyorum. Bitmesi gerektiğini düşündüğünüz noktada bitmeyip sizi yarı yolda bırakır gibi biten ve daha sonra düşününce öykünün veya romanın öyle ilerleyip o biçimde bitmesinin kaçınılmaz olduğunu hissettiğim eserleri seviyorum.   

Aynı zamanda bir yayınevinde çalıştığım için metinle ilişkim biraz garip. Mesai dışında çeviri de yapıyorum. Gün içinde bu kadar çok metinle içli dışlı olmak yazma arzusunu öldürebiliyor. Mesai dışı çevirilerimi bitirirsem tekrar yazmaya dönerim diye umuyorum mesela bu aralar. Onun dışında her boka “Bunun bir öyküsü olur ha, bu şurada kullanılır” diye bakıyorum, çoğunun bir öyküsü olmuyor, orada kullanılmıyor ama öyle bir içgüdü de var yani. Yazar röportajları okumayı, izlemeyi seviyorum bu nedenle, yazma içgüdüsünü besleyen bir güç olabiliyorlar kimi zaman. Anonim bir hesabım var twitter’da, orada tartışmalara, siyasete, edebiyat insanlarının yakınmalarına, söylenmelerine sinsi sinsi bakıp kaçıyorum. O da yararlı oluyor, yaşama şevkimi öldürüyor falan, böylelikle ciddiye alamıyorum kendimi.

Kitabım yayımlanınca, aslında kitabımın yayımlamasının pek de mühim bir şey olmadığını ve ne kadar cahil olduğumu keşfettim. Kimse sizin anlatacağınız öyküyü, romanı heyecanla beklemiyor. Pek de önemli biri değilsiniz aslında. Yani ister özgüveniniz tavanda olsun ister mıy mıy bir tip olun, en kötü ihtimalle umursanmayacaksınız. Ama bir iddiaya sahip olmak da önemli, öyle her höt diyenden korkarsanız kim sizi ciddiye alsın? Karışık mevzular, emin değilim. Her halükârda yapmanızı kimsenin özellikle beklemediği bir şeyi yapıyorsunuz. Dünyanın neresinde olursanız olun, peşinden giderseniz hüsrana uğrama ihtimalinizin epey yüksek olduğu bir ilgi alanına sahipsiniz ve üstüne üstlük Türkiye’de yaşıyorsunuz. Ben keşke kallavi bir okur olabilsem mesela, belki o zaman yazıyla çiziyle uğraşmazdım. Yazmak, biraz cahil cesareti de sanki. Ne zaman bir roman veya öykü yazabileceğine tam anlamıyla nasıl emin olabilirsin ki? Kaç kitap okuduktan, nereleri gördükten sonra sayfa başına geçmeye layık oluyorsun? Neyse, bu duvara toslayıp durmaktan memnunsanız sorun yok, yalan değil alışıyor insan bir süre sonra. Belki o duvar da yıkılabilir bu arada, sarsabilirsiniz ülkeyi, tüm gerçekleri haykırırsınız yüzlerine ve anlarlar falan ama işin büyük kısmı o sert yüzeye çarpıp durmak galiba, bencilce yazmak, araştırmak, sadece kendin için yazabilmek ne güzel, değilse ve keyif almıyorsan, başka umutların varsa da kolay gelsin. O umutları gerçekleştirmek için, nasıl umutlarsa artık, epey bir kastırman, insan arasına karışman, çeşitli erk odaklarına sızabilmen, kalabalıkta etki yaratan bir kuvvet olman lazım herhalde. 

Yani yazmak zaten riskli bir şey. Her şeye rağmen, çoğu kişi bu uğraşınızı, mahreminizi dökeceğiniz “yüce sanatınızı” ciddiye almazken, siz edebiyatı ciddiye alabilecek misiniz? Bu yüzden, fikir aşamasında kalıp yazmayanlara şöyle diyeyim: Hayırlı olsun, kardeşim. Sıkma canını, yazmayıver yani, ne olacak, siktir et. Bir gün yazarsın belki. Aceleye gerek yok. O öyküyü bitirince, o dergide o öykün yayımlanınca, o editörle tanışınca, o isim seni orada burada övünce, o yayınevinden kitabın çıkınca yaşayacağını beklediğin bazı şeyler var biliyorum, onlar büyük ihtimalle olmayacak işte. Kimsenin sana övgü, ilgi, sevgi hatta nefret borcu yok. Sen borç ödemeye geldin bu dünyaya. Yani yazacaksan yol aşağı yukarı belli, eğ boynunu, usul usul yürü şimdi.

“8 yazarın zihnini kurcaladık” dosyasının tamamı Bant Mag. No:77’de okunabilir.