Evcilik Günleri: Erdem Akdoğan’dan ev kavramını sorgulayan bir deneme

“Merhaba, ben Erdem. Geçtiğimiz kasım ayında neden olduğunu bilmediğim bir Güney Amerika seyahatine çıkmışken bugünlerde Bolivya’da karantina günlerimi geçiriyorum. Bu süreçte, çıktığım yolculuğu anlamlandırmak adına kafama takılan konular üzerine bir şeyler yazıp bazen de başka yazarların yazılarını alıp çektiğim fotoğraflar ile eşleştiriyorum. Bunun için bir Instagram sayfası da açtım.”

İnsanın evi neresidir?

Google Maps’den bakıldığında W harfine benzeyen, ara ara kendimizi outdoor giyim firmalarının moda haftasındaymış gibi hissettiğimiz Torres del Paine yürüyüş rotasını tamamlamış, on yıllık yolculuğu sonrasında artık Penelope’nin yanına Ithaca’ya dönmek üzere olan Odysseus ile benzer bir ruh hali içerisinde, Puerto Natales’e dönüş otobüsünü bekliyorduk.

Torres del Paine’de, “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik ile olmaz. Bu yolculukta tırmanışlar olmalı, bazılarından sonra inişler olan, bazılarından sonra ise karakterlerimiz “artık bitmiş olmalı” diye düşündüğü anda daha dik bir yol ile karşılarına dikilen tırmanışlar. Hem karakterlerimiz de değişip dönüşmeli, burada anlatılan zavallı karganın kurnaz tilki kandırıkçılığı ile peyniri ağzından düşürdüğü basit bir fabl değil, Breaking Bad ya da Fargo’nun birinci sezonu benzeri modern bir anlatı.” cümlesinin gölgesi altında günler geçirmiştik. Bu yolculukta karşılık beklemeksizin bizi ağırlayan bir calypso, ateş başında marshmallow pişirip birbirimize bilmeceler sorduğumuz bir cyclops veya singer/songwriter kimlikleri ile ön plana çıkan sofar sirenleri yoktu belki yanımızda ama Yunan mitolojisine armağan varlıkları ile bizi yalnız bırakmayan dostlarımız vardı. Kimi zamanlar, “Bakın çocuklar oraya gitmeyin, son on yıldır oraya giden kimse geri dönmedi!” dercesine bizimle zıtlaşan, kimi zamanlarda ise ilk hedefimiz Akdenizmişçesine, özgürlük, vatan ve kardeşlik gibi soyut kavramların aşkıyla bizi gazlayan ikizler burcu bir rüzgar, her canımız sıkıldığında yakındaki buzuldan beraberinde taşıdığı sevgi ve selam dolu damlacıklar ile bizi teklifsiz öpücükler içerisinde bırakan bir yağmur ve benetton reklamından fırlamış kadar çeşitli, her karşılaştığımızda bizden “hola!”larını eksik etmeyen bir insan kalabalığı beraberinde öyle bir geçer zaman ki dercesine gelip de geçivermişti günler.

Şimdi artık dönüş otobüsüne binmişken, belki sırt çantalarımızı taşımak zorunda olmayışımızdan, belki de “into the wild” maceramız sona ermek üzereyken artık rahatlıkla pizza yiyebileceğimizden dolayı sırtımızdan büyük bir yük kalkmış gibi hissediyorduk. Eve dönüyorduk! Peki ama, kalbimiz hiçbir zaman Puerto Natales’te atmamışken, Puerto Natales bizim ne doğduğumuz ne de doyduğumuz yer değilken ve hatta kaldığımız hostel de en ucuzundan, pek öyle özlenecek bir yeri olmayan basit bir bekleme mekanı iken nereden çıkmıştı bu hissiyat, neden kendimizi karşılaştığımız ilk anda evsahibimiz Jason’ın boynuna atlayacakmış kadar heyecanlı hissediyorduk?

Hikâye sona ermiş ve emeği geçenlere saygı mahiyetinde isimler dökülürken otobüsün arkasından, ev kavramı tek dişi kalmış medeniyet tarihi boyunca üzerine giydirilmiş soyut giysilerin büyük bir kısmını çıkarmış, iç çamaşırları ile kalakalmıştı karşımızda ve işte o anda ev kavramı ileride duvarlarına resimler çizeceğimiz bir mağaradan, bir sığınaktan fazlası değildi.