Evcilik Günleri: Tevfik Kanoğlu bugün dışarı çıkmak istedi, çıkamadı

Salgın sürecinde yaptığınız çeşitli üretimlerinize dair çağrımız sürüyor. Detaylara buradan ulaşabilirsiniz. Tevfik Kanoğlu sizle, eskisi gibi dışarı çıkmaya duyduğu özlemi anlatan bir yazısını paylaştı. 

Tevfik Kanoğlu: “Ankara’da yaşıyorum. 24 yaşındayım. Etilen’de ve Ek dergi’de birkaç yazım mevcut. Salgın günlerinde kendimle pek fazla yüzleşme fırsatım oldu ancak benim için değişen pek az şey var, salgından önce de bir çeşit tecrit yaşantısı sürüyor sayılırdım. İçimde yaşam neşesiyle yeryüzü tiksintisi arasında huzursuz bir duygu dolaşıyor şu sıralar. Denizin tuzlu kokusuyla kanalizasyon gürültüsü arasında. Grafik sanatlar ve resme olan ilgimin de garip bir biçimde arttığı günler ayrıca. Bugün dışarı çıkmak isteyip de çıkamayışımı belgelendiren bir yazı, buyrun aşağıda.”

Bugün dışarı çıkmak istedim, çıkamadım

Yine aynı şeyi yaptım. Dün geceden kendimi hazırlamama rağmen, sözümde durmadım. Yani hiç bir şey yapmadım. Firuze detaylı yumuşak örgülü pikeyi koltuğumun altına sıkıştırıp leylak rengi şişkin yastığın kadife kılıfına yaslandım. Bu tür donuk eylemler beni yatıştırıyor. Dinsel obsesifim bir de kadifeyi çok seviyorum. Çok bunaldığımda beni yatıştırıyor. Pertürbe edilmiş yazı karakterlerini yıldızlı bir gökte seyretmek, hiç gidilemeyecek bir kuzey afrika şehrinin metruk otelinde, oda perdesinin tuzlu tuzlu salınışını izlemeyi hayal etmek de öyle.

Çıktığım yolculuklar genelde kapı önünde bitiyor. Grove Street’den hallice olan mahallemin baharda başlayıp yazda dev bir cehennem çıtırtısına dönüşen kalabalığı buna sebep. Çocukluğumdan beri görüp bir türlü içselleştiremediğim tüm bu insanlar, kılıksız polo yakalılar; karın altı yağları alıp başını yürümüşler, bir fikrin girdabında boğulmuş; bir ideolojinin yakasına tutunmuş tüm bu verimsiz, kuru gürültücü kalabalık 24 senemi elimden aldı. Bir çok kez onlardan kurtulmayı denedim, Tiksinti romanının öfkeli El Salvadorlu yazarı gibi ben de etrafımdakilere kinlendim, onları merhametle bir çok defa içselleştirmeyi denememe karşılık, binlerce yıl gibi uzun geçen bazı zor gecelerde tiksintim körüklendi.

Geldiğim yerde gördüğüm şey, tek suçlunun kendim olduğu. Uzak beldelere yapmayı düşündüğüm seyahatleri kafamın içinde tutmayıp doğanın nüvesiyle bütünleşebilseydim, bir yaşama sevincim olacaktı. Balzac romanlarıyla büyüdüm, çiçekleri seyretmeyi; turuncu topraklar üzerine açmış kırlarda, çay tarlarının silüetinin taradığı bıçkın denizlere bakmayı, ısırgan otlarıyla bacaklarımı yaralamayı sevdim. Aklımı kaybedecek gibi olduğumda hep bugünlere gittim. Kafatasının içinde bir fısıltıyla uyandırılmaya çalışılan o en büyük tasanın bile bir et çiziği kadar olduğu anıların buğusuna.

Hareket edememenin esaret verici tatsızlığını, hiç bilmediğim kent sokaklarını yürüyerek tek başıma kırmayı denedim. Şimdi biraz güzel cümleler kurabiliyorsam, sebebi o günlerde romanlar ve yürüyüşlerle kışkırttığım zevklerimdir. Oyunlu, hiç bir amaç duygusu olmayan; çoğu kez bir dut, akasya ve çınar gölgesinde anlamsız bir yorgunlukla biten yürüyüşler. Endişenin binbir türlüsü. Hummalı gibi titremeye tutularak, şakaklarda bilinmedik bir heyecanın zonklamasıyla ağırlaşmak. Buna rağmen, çölde gecelemiş gibi kuru bir ağızla güneşe rağmen yürümek ki omurlarda ince iğneler dolaşıyor; ter ve yanma hissine eşlik eden psikosomatik ağrılar.

Tekrar yapabileyim, geçmişe erişebileyim diye çıkacaktım bugün, olmadı. Negatif ihtimaller ağır bastı. Belki birazdan çıkardım. Sanki şu salgın muhabbeti hiç yokmuş gibi metroya atlarım. Rastgele bir yerde inerim. İflah olmaz amaçsızlığım ve artık iyiden iyiye baldırlarımı sıkan siyah pantolonumla turlarım. Ya da binmem metroya, yan yüzünde sarmaşık uzanmış bir binanın pastel rengi duvarlarında dünden kalan yağmurun nemli özsuyu izlerine bakarım. Çocukken eşyaları ilk defa keşfetmenin, senden daha büyük bir dünyanın maskotu olmanın amaçsız neşesiyle. Ya da bahçesini beğendiğim, oturmak istediğim; güzel yaşlanmış bir Kurtuluş apartmanına dalarım. Merdiven aralıklarını seyrederim, yabancısı olunan şeylere duyulan tedirgin ilgiyle. Ya da arka bahçesine geçerim kötü yaşlanmış bir binanın, yol üzerinde. Hayata karşı bir türlü galip gelememiş olma hissinin burukluğuyla, çalılar çıtırtılar arasında burun çekerim. Sokaklar arasında ağlamaklı olduğum olur da çekilecek yer bulamam, belki bu sefer bulurum.

İlk flörtlerin yaşandığı Büyülüfener’e çıkar, hiç bir şeyin gerçek olmadığı duygusuyla geri dönerim. Belki biraz beklerim. Sakarya ile İzmir’i bağlayan tüp geçidin önceki kadar kalabalık olmayışı, anılarımı bozan bir unsur olarak kursağıma oturur. Bugün yeryüzü tiksintisini bir kenara atar, geçmişime acırım. Belki de ben geçmişe takılıp kalmanın, bir türlü iyileşememenin, bugüne uğramış dejeneratif bir yankısıyım.

Herkesten kendine sığınmak işte böyle günlerde çekilmez oluyor. Bilmem havaların gene biraz güzel olmasından mı nedir, hiç bir şey hissetmiyorum. Sümük, gözdeki nem; suratımı dekore eden biçimsel birer unsur gibi yalnızca. Herkesten kendine sığınma isteğinin tam onaylanmamış fikri, işte böyle günlerde çöp karıştırıcı bir yalnızlık hissiyle uğruyor, aslında nerede olduğunu, esasen pek de bir şey yapmadığını gösteriyor sana.

Herkesten kendime sığınmak istedim ki tek tesellim yazı yazabilmek olsun. Kuşaklar geçecek belki ben bir daha aşık olmayacağım, bu beni tedirgin eder. Onsekizler büyüyüp 32 olacak, birden kendini çoğaltıp betonları sarmış, bahçelerde uzamış otlar gibi beni şaşırtacak. Ben hep aynı kalacağım. 32’imde ne olacağım, umarım olmayacağım. Bütün o yaşlıların aslında çocuk olduğu, bütün agresif hazların çocukken pek az bilinç dahilinde olduğu, bütün o gençliğin derece derece, bir yaprak yaşlanması gibi solacağı gerçeği ve bu amaçsızlıkta, toprağın doğurduğu bir şey olarak durakalmak.

Resim: Bacon, Seated Man, 1984