Graffiti, New York ve polis şiddeti üzerine: Jean-Michel Basquiat’nın 1983 tarihli resminin hikâyesi

“Suç işlemeye eğilimlilik öyle faydalıydı ki; bu eğilimin olmadığı bir toplum kadar aptalca ve tehlikeli bir şey hayal edilemiyordu. Suç işleme eğilimi yoksa polis de yoktur. Polisin varlığını, polis denetimini toplum için kabul edilir kılan şey suç işleme eğilimi olan kişiden duyulan korku değilse nedir? Olağanüstü büyük bir kazançtan söz ediyorsunuz. Pek yakın bir dönemde ortaya çıkan, bunca rahatsız edici polis kurumu ancak bu sayede aklanabilir. Bizim silah taşıma hakkımız yokken, bize kimlik soran, kapımızın önünde aylak aylak dolaşan üniformalı, silahlı bu insanların aramızdaki varlığını kabul ediyorsak, suç işleme eğilimindeki bu kişiler olmasaydı bu nasıl mümkün olabilirdi?”

-İktidarın Gözü, J.-J. Brochier ile söyleşi, Michel Foucault

Geçtiğimiz yıl New York’taki Guggenheim Museum’da Chaédria LaBouvier küratörlüğünde açılan sergide, içeri girer girmez sarsıcı etkisiyle izleyiciyi durduran bir resim duvara asıldı. Jean-Michel Basquiat’nın The Death of Michael Stewart, nam-ı diğer Defacement tablosu. Basquiat’nın bu resminin ardında, üzerinden yıllar geçse de anlatılmaya devam edilmesi gereken bir hikâye gizli. 

80’ler tüm cazibesiyle henüz başlamıştı, graffiti sanatçıları New York sokaklarını renklendiriyor; resim, müzik ve sanata dair ne varsa hip hop kültüründen etkileniyordu. Şiddete karşı barışçıl bir çözüm olarak büyük şehirlerdeki müzikseverler arasında gittikçe yaygınlaşan break dans; sokak savaşlarının sonunu getirmeye başlıyor, daha özgür ama daha barışçıl olmak ve kendini dünyaya anlatmak her zamankinden daha önemli bir hale geliyordu. Bir yanda iktidar politikaları ötekileştirmeye, açık hedef haline getirmeye, yerinde saymaya devam ederken… Ancak sanatçıların bilmediği bir detay vardı; graffiti toplumu açıkça tehdit eden bir tehlikeydi, tıpkı diğer tüm sanat eserleri gibi… Eğer siyahsanız ve elinizde sprey boyalar varsa, işte bu o dönemin ABD’sinde intihara kalkışmakla aynı şeydi. 15 Ekim 1983’te New York’lu sanatçı Michael Stewart devriye polisleri tarafından tren istasyonunun duvarlarına graffiti yaparken yakalandı. Tanıkların söylediğine göre, istasyondan çıkar çıkmaz polisler tarafından öldüresiye dövülen Stewart ayakta duramayacak duruma gelmişti. Sonraları mahkemede polisten kaçmaya çalışırken düştüğü öne sürülse de, ardında yatan gerçeği kavrayabilmek bugün hiç de zor değil. Maalesef Stewart, 13 gün hastanede dirense de, aldığı yaralar ve beyin hasarı yüzünden henüz 25 yaşında hayatını kaybetti. 

Basquiat ve Stewart çok yakın arkadaşlar olmasalar da aynı sanat çevresinde bulunuyorlardı. Kendisi gibi “siyah”, graffiti sever bu yaratıcı genç sanatçının polis katline kurban gitmesi, Basquiat’yı derinden sarstı ve “O, ben olabilirdim” diyerek öfkesini duvarlara püskürttü. 

Defacement, Basquiat’nın polis şiddetine ve ayrımcılığa dair tek eseri değil ancak yakınları, bunun sanatçının en kişisel eseri olduğunu söylemekten hiç çekinmiyor. Basquiat’nın Stewart ile kurduğu empati, bugün de Minnesota’da başlayan bir direnişin fitilini ateşleyen öfkeyle aynı yerde duruyor. Sanat bir araya getiriyor, karşı duruyor ve hatırlatıyor. 

İktidarın hayatlarımız üzerindeki tahakkümünü incelemeye koyulursak, kocaman karanlık bir ormanda çürümüş bir ağacın köklerini takip ederken buluruz kendimizi. O, ardına sığındığı bütün yapay kurumlarla yasaklamaya, bastırmaya, sınırlandırmaya, öldürmeye programlanmış bir böcek gibi nefes alan tüm güzelliklere sızarak; yaşamaya dair ne varsa çürütmeye çabalar.

Yazı: Asena Büyük