Hatırladıkça kalbimizi kıran 3 sahne

* Yazı filmlerin sürpriz gelişmelerini ele verebilir.

Yazı: duvarımdakiafişler

1. A Ghost Story, David Lowery, 2019

Senesinin en iyi yapımlarından biri olan A Ghost Story, ne bir ölümden sonrasının hikayesi olarak korkunç, ne de ortalıkta gezinen çarşaftan hayalet ile komik. Gerçeküstülüğünü ve absürtlüğünü birer romantik duygusallık unsuru olarak kullanmayı beceren film, ölüm olgusunu geride kalanların hüznü üzerinden değil, giden – daha doğrusu gidemeyen – ölü üzerinden anlatarak ters köşe yapıyor. Filmin, izleyicinin asla yaşamadığı bir durum (ölü olmak) üzerinden çaresizlik empatisi kurdurabilmesi sinemanın tüm güzelliklerini kullanarak hüznü göstermesi sebepli. – Şahane bir deli olan Gaspar Noe, aynı olguyu Enter The Void’de, üstelik bir de öznel kamera ile vermiş, ama empatiden çok uzak psikedelik bir mide bulantısı etkisi yaratmıştı.

Filmin zaman olgusunu gözle görülür bir hale getirmesine methiyeler düzüp bununla nasıl da üzdüğünü anlatacak başka hüzünlü sahneler mevcut olsa da bu liste için seçilen sahne, zamanda atlamalar yapmadan, zamanın kelime anlamını yine kelimelerle bir hüzün yumağı halinde anlatıyor.

Sahnede, kahramanımız hayalet, bir başka evdeki bir başka hayaleti fark ediyor. Benzer bir ev, benzer bir pencere ve benzer bir çarşaf. Müzik gergin. Gerginliğimiz şaşkınlığımızdan, öyle ki, bu çaresizliğin başka versiyonları olabileceğini düşünmek bile yeterince hüzünlü. Diğer evdeki diğer hayalet, çarşaf altından elini kaldırıyor: -Merhaba. Kahramanımız hayalet de aynısını yapıyor: -Merhaba. İki hayaletin konuşmalarını altyazı ile takip ediyoruz; kendilerince, bir şekilde anlaşıyor olmalılar. Altyazıda, çok basit, kısa bir diyalog:

-Birini bekliyorum.
-Kimi?
-Hatırlamıyorum.

Bu kısa diyalog sonunda, müzik hüzne dönüp, kamera evden yavaş yavaş uzaklaşırken, hayalet de hareket etmeden pencereden bakıyor. Seyiriciye de unutmak, kaybetmek, zamanın anlamı ve zamanın ağırlığı hakkında düşünmek kalıyor.

2. Ma vie de Courgette, Claude Barras, 2016

Çok basit ama bir o kadar da ağır bir hikayeyi, çocukların gözünden, çocuk sevimliliğinde bir görsellikle anlatan bu film, asla kendini unutturmayan, bir yandan da içinize oturan, sevimliliğine dönüp baksam mı yoksa hiç düşünmeyip hüznünü hatırlamasam mı dediğiniz bir animasyon.

Hikayenin en başından yani ailesinden ayrılmasından itibaren takip ettiğimiz “Courgette,” yetiştirme yurdundaki çocuklardan biri. Hepsi farklı sebeplerden burada olan ve burada oldukları için sevgi, aile, güven ve ev kelimelerini çok farklı tanımlayan 10 yaşlarındaki bu bir grup çocuk, renkli burunları ve onlar için gündelik, izleyenler için vurucu cümleleriyle hayatlarını seyirci ile paylaşıyorlar. Oscar adaylığı, Altın Küre ödülü ve Cannes’da ayakta alkışlanmışlığı olan filmin muhteşemliği de sakin tatlılığına hayatın koca yükünü yedirmesinde, böylece de çocukların dilinden bir yetişkin filmi yaratmasında saklı.

Her dakikasında her karaktere sarılmak istediğiniz bu filmden en hüzünlü sahneyi seçmek zor. En kalbe oynayanı ise şu olsa gerek: Camille, evlat edinildiği eve yerleştirildiği gün, kendisine ait, sevgiyle yerleştirilmiş odasına girdikten hemen sonra ağlamaya başlıyor. Ona iyi misin diye soruyorlar, o da “evet, çok iyiyim, neden ağladığımı bilmiyorum” diyor. Courgette ise “insan bazen mutlu olduğunda da ağlar” diyor Camille’e.

Sadece 10 yaşında, hüzünleri gözlerinden okunan çocukların, mutluluktan ağlamayı sonradan keşfetmek zorunda kalmaları ve bu ana tanık olmak… Filmin belki de en mutlu sahnesinin, en hüzünlüsü olması da Ma Vie de Courgette’in güzelliği.

3. Inside Llewyn Davis, Coen Biraderler, 2013

Senesinin en popüler Oscar adaylarından biri, bol ödüllü ve Cannes fatihi olan Inside Llewyn Davis – ya da kötü çevirisiyle Sen Şarkılarını Söyle – 60’lı yıllarda, müzik sahnesinde kendine bir yer edinmek için canla başla uğraşan bir tutunamayanın birkaç gününü, tutunma çabasını, gururunu, düşüşlerini, onun için endişelenenleri, onu umursamayanları, karşısına çıkan başka başka insanları, parasızlığı, evsizliği, soğuğu ve de müziği anlatıyor.

Film Coenlerin alemetifarikası kara mizahı müthiş bir melankoliyle sarmalayan, müziği de başrole alan bir harika. Ana karakter Llewyn için müzik yapmadığı bir hayat sadece “var olmak” yani anlamsızca yaşamak. Film boyunca, müziğini dinletmek ve müziğiyle para kazanır hale gelmek için uğraşıyor. Yaşamının anlamını müziğe, müziği ile sevilmeye bağlamış biri olduğundan da işler bir türlü istediği gibi gitmediğinde, hayatta tutunabileceği başka bir dal bulması oldukça zor, buna tepkisi de agresif.

Sadece birkaç güne yayılan hikaye boyunca Llewyn’in yolculuğunu, üşüye üşüye, ona kariyerinde yardımcı olabilecek bir ya da bir şeyi kovalamasını ve bir de akşamları uyuyacak bir yer aramasını izliyoruz. Sadece birkaç günde, Llewyn’in tüm hayatını, onu ve etrafındakileri tanımak mümkün. Bu biraz da çok uzun zamandır günlerinin hep aynı şekilde geçtiğini hissetmemizden kaynaklanıyor. Yine de, film izlediğinin bilincinde bir seyirci, hikayede varacak bir durak, bir çıkış noktası ve tüm iyi niyetiyle kazanılacak bir kariyer zaferi bekliyor. Filmin en hüzünlü sahnesinin son sahnesi olması da bu umutsuz beklentiden kaynaklanıyor.

Film, Llewyn’in performansı ile açılıyor. Sahneden inip mekanın sahibiyle sohbet eden Llewyn, ondan bir önceki geceki davranışı için özür diliyor. Mekan sahibinin tepkisinden, Llewyn’in sorun çıkartan ama bir sebeple hoşgörülen biri olduğunu anlıyoruz. Ardından tanımadığı birinin onu sorduğunu öğrenen Llewyn, arka sokakta, anladığımız kadarıyla bir önceki gece çıkardığı olay sebebiyle dayak yiyor. Sahne ertesi sabaha devam ediyor ve Llewyn’in bahsi geçen yolculuğunu izlemeye başlıyoruz. Filmin son dakikalarında ise Llewyn’i, her zaman yaptığı gibi geceyi rica minnet geçirdiği evden çıkarken görüyoruz. Hep yaptığı hareketleri tekrarlıyor, bir not bırakıyor, ceketini giyiyor ve gitarını alıp evden çıkıyor. Daha önce de gördüğümüz mekanda, sahneye çıkıp, filmin başında söylediği şarkısını söyleyip, sahneden inerken aynı espriyi yapıyor – Llewyn’in döngüsü. Ardından sahneden iniyor, mekan sahibinin yanına gidiyor ve aynı konuşmaları tekrar yapıyor. Seyirci, bu kez Llewyn’in bir önceki gecesini izledi, bu kez konuşulanların anlamını biliyor. Ve Llewyn yine arka sokağa çıkıyor ve bu kez nedenini bildiğimiz dayağı yiyor. Film de, ilk sahnenin tekrarı bu olayla bitiyor.

Bu şaşırtmacalı kurgu ile, en başından beri izlediğimiz olaylar adeta bir çember gibi birbirine bağlanmış oluyor. Anlıyoruz ki, umudumuz boş, Llewyn hiçbir yere gitmiyor, beklediğimiz kariyer zaferi kazanılmıyor. Tam da Jean’in yüzüne bağırdığı gibi, aynı şeyler, tekrar tekrar, Llewyn’in başına gelmeye devam ediyor. Ve sinemanın kurgu özelliği sayesinde bu büyük hüzün kucağımıza bırakılmış, kısır döngü gerçekten de, bize de, yaşatılmış oluyor.