Beraberken dinlediğimiz müzikler ve hissettiklerimiz çeşitlenebilir mi?: Hum
Röportaj: Ekin Sanaç
1990’lardan bu yana sanat, dijital medya ve eleştirel teori alanlarında yazan düşünür ve akademisyen McKenzie Wark, 2023’te yayımlanan Raving adlı son kitabında New York’un queer trans yeraltı rave sahnesi üzerinden bu sanat ve yaşam formunu, oto-kurmacanın nimetlerinden yararlanarak ve âdeta rave’in kendi dilini kullanarak parçalara ayırıyor.
“Bazen rave, beyni bedenin içinde eritir. Sıvı benlik, ses tarafından bastırılmak ve dürtülmek için görkemli bir diğer bedenin etkisiyle arzu yüklü bir çekirdeğin üzerinden buharlaşır.”
Kitaptan alıntılanan bu cümlecik, içerisinde müziğin (techno) beden üzerinde kurabildiği hâkimiyeti, zamanın ya da benliğin dışına çıkma imkânlarını veya müzik etrafında bir araya gelme arzusunun sihrini aynı anda taşıyor. Müziğin; zaman, mekân, imkân ve sihir bağlamında sunabildiklerini çeşitlendirme ve sınırları esnetme arayışına çıkmak için de ilham dolu bir nokta burası.
Mesela gitmeye alışkın olmadığımız (ya da müzik dinlemek için gitmeye alışkın olmadığımız) bir mekâna gitsek, DJ’in ambient ve benzer müziklerden yaptığı seçki etrafında, oturarak bir araya gelsek.
Dans etmeyen, sabitimsi duran bedenlerimizin; hissel ya da düşünsel anlamda çıkacağımız yolculukların taşıyacağı birtakım sihirler de keşfedebilir miyiz?
Birkaç kişi ya da onlarca kişi olarak bir araya geldiğimiz zaman dinlediğimiz müzikler çeşitlenebilir mi? Sinema salonunda film izlemeye oturmuşcasına müzik dinlemeye otursak, sıkılmadan o mekânda durmayı başarabilir miyiz? Müzik dinlerkenki dikkat aralığımız genişleyebilir mi? Rutinlerimizin kırılmasına karşı ne kadar dayanıklıyız ki biz?
Bu soruları araştıran ve üzerlerine derinlemesine düşünme fırsatı veren doğru iki insanla bir aradayız. Age Reform olarak da tanıdığımız Berk Çakmakçı ile Güns adıyla tanıdığımız Günseli Ferel, Hum adlı yeni oluşumlarını anlatmak için bizimleler.
Hum, müzik etrafında bir araya gelme, çalma ve dinleme biçimlerimize rekabet ve norm dışı yeni alanlar açma ihtiyacı ve arzusuyla yola çıktı. DJ’lerin ambient ve etrafında dallanıp budaklanan müzik seçkilerini, alışılmış müzik mekânları dışındaki yerlerde, özenli ve detaylı düşünülmüş bir kurguda çalacakları kürasyonlar yaratan Hum’ın ilk etkinliği 12 Ekim’de Eskişehir’de Eldem Sanat Alanı’nda yapıldı. Bir yandan da Soundcloud sayfalarını hem kendi miksleri hem de konuk ettikleri DJ’lere yaptırdıkları mikslerle hareketlendirmeye başladılar. Bu alanın etkinliklere bağlı kalmadan akmaya devam edeceğini anlıyoruz.
20 Aralık’ta İstanbul’da, Salt Galata’nın kütüphanesinde düzenleyecekleri ikinci etkinlikleri öncesinde Hum oluşumunu ikiliden dinledik.
Doğru referansları verebilmemiz adına kendinizi tanıtmanızı isteyebilir miyim?
Günseli: Yaklaşık 10 senedir müzik alanında faaliyet gösteriyorum. Radyolarla başladım ve DJ olarak devam ettim. Geçen sene Londra’ya taşındım ve ilk kez bir ara verdim müzik üretimine. O da bana bir düşünme alanı sağladı ve Hum fikri de o zaman şekillenmeye başladı. Şu an doktora yapıyorum müzik üzerine. Müzik ve duygulanım, dans müziği ortamları, beden üzerine bir araştırma yürütüyorum. Tekrar yeni fikirlerle, radyo ve DJ setlerle aktif olmaya başlıyorum bir senelik aradan sonra. Bir yandan da prodüktörlükle uğraşıyorum, deneysel elektronik işler üretmeye çalışıyorum.
Berk: Çok uzun zamandır farklı isimler altında yoğun bir şekilde müzikle ilgilenmiş biri olarak 5-6 senedir görsel işlere daha fazla vakit ayırmak zorunda kalıyorum. Eğitimim fotoğraf ve görsel sanat üzerine olduğu için müziği bir şekilde o pratiğin içine hep soktum. Aynı anda yürüttüm. Ama belli bir noktada da ayırmak zorunda kaldım. Meslek olarak alanım hep görsel işler üzerinden ilerledi ve o yüzden müziği ticari bir amaç gözetmeden yapmaya, güvenli bir alanda tutmaya devam ettim. Bir yandan da (Ekin sen de çok iyi biliyorsun) yıllar önce F91W oluşumu gibi kendi komünitelerimiz içinde etkinlikler düzenlemiş de biriyim. Çok uzun bir ara oldu benim için ama tekrar müziğe o zamanki gibi organizasyonel anlamda da dönmek beni heyecanlandıran bir şey. Müzik prodüksiyonu, remiksler, DJ’lik yapıyorum; tiyatro oyunlarına ses işleri üretiyorum vs. Ama frekansları çok sık değil bunların. Hum da çok yoğun olmadan sürdürülebilir geldiğinden benim için yeni bir heyecan kaynağı.
Günseli: “Dinlediğim müzikleri ağırlıklı olarak DJ setlerimde çalamadığımı görmek kafamda bir soru işareti oluşturmaya başladı ve keşfettiğim müzikleri setlerime nasıl geri getirebileceğimi düşünür oldum.”
Peki nasıl tanıştınız siz?
Berk: Online olarak birbirimizi bilip takip etmemize rağmen yüz yüze tanışmamız epey geç oldu.
Günseli: Berk’in bir setinde gidip onla tanıştım. Çok kısa bir tanışmaydı. Daha çok online muhabbetlerimiz olmuştu kısa kısa. En son haziran ayında Türkiye’ye geldiğimde hafta içi bir akşam Karga’da çalacağım setime farklı insanları davet edip yeni bir şey denemek istedim. Berk’i de davet ettim. Hum’a dair sohbetimiz de böyle ivmelendi.
Berk: Milli maç olan bir gündü. Kadıköy de Karga da boştu. Sohbet ederek müzik çaldık. Çok olabilen bir şey değil ya bu. Kabindeydik ama sanki evde müzik dinliyor gibiydik. Bir dans seti ve bir hafta sonu gecesi olsaydı bambaşka bir şey olurdu. Sette rahatça konuşmak ve etrafımızda üç beş arkadaşımızın olması bize konuşma fırsatı verdi. Hum’da hedeflediğimiz daha farklı bir müzik dinleme üzerine etkinliklerin azlığı konusu açıldı. Çok yakın bir zaman yani tam anlamda tanışıp, oturup bunları konuşmamız. Haziran 2024.
Berk: “Yaşadığım flashbackler arasında, Peyote’nin Peyote olduğu zamanlarda orada çalarken, hemen önümde duran insanların benim de duyabileceğim bir şekilde müziğimden ne kadar sıkıldığını çok yüksek sesle söyledikleri anlar var.”
Uzun zamandır parçası olduğunuz kulüp kültürü ve komüniteler içindeki konumlanmalarınız bağlamında müzik dinlemek için toplaşma, müzik etrafında bir araya gelme ihtiyacının (sizin için) nerelerden geldiğini, kişisel olarak dokunduğu yerleri biraz açabilir misiniz?
Günseli: COVID-19 pandemisi sonrası üç sene boyunca çok yoğun olarak profesyonel DJ’likle uğraştım. Londra’ya geldiğimde 10 aylık bir ara vermiş oldum ve Karga’da yaptığım o set, bu aradan sonraki ilk setimdi. Biraz da şüpheliydim açıkçası. Çünkü müziği dinlemek açısından da çalmak açısından da kendimi çok yorgun hissediyordum. Uzun zaman ağırlıklı olarak kulüp ortamında müzik çalmak, en az çalabildiğim şeylerin dinlemekten en çok keyif aldığım şeyler olduğunu fark etmeme yol açmıştı. Hep böyle değildi ama müzik dinleme pratiğimin DJ’lik deneyimlerimde zamanla gecenin atmosferini koruma, müziği belli bir yere çıkarıp orada tutma gibi çok daha performatif bir emeğe dönüştüğünü fark ettim. Buna saygım sonsuz. Hiç kolay bir iş değil ve harika şeyler yaratıyor. Ama benim için çok yorucuydu. Dinlediğim müzikleri ağırlıklı olarak DJ setlerimde çalamadığımı görmek kafamda bir soru işareti oluşturmaya başladı ve keşfettiğim müzikleri setlerime nasıl geri getirebileceğimi düşünür oldum. Genelde tek başımayken dinlediğim müzikleri beraber nasıl dinleyebiliriz? Başkaları da acaba bunu yaşıyor mu? Dinleyici olarak değil de çalan kişi olarak kaygım buydu. Benim setlerimi farklılaştıran şey de aralara normalde çalamadıklarımı entegre etmeye çalışmamdı aslında. Ama tam anlamıyla derinleşemiyordum çünkü klüp ortamı başka bir şey talep eden bir yer. Bazı bar ortamları da aynı şekilde başka şeyler talep eden yerler.
Berk: Günseli’nin setine konuk olduğum o gece ambient’ın geniş tanımın altına sokabileceğimiz şeyleri çalacağımdan emindim. Ama bunu aramızda hiç konuşmamıştık. (Ekin senin de aşina olduğun gibi) En başından itibaren benim yaptığım müzik zaten ambient’ın çerçevesinde konumlanan bir müzikti. Elime bir gitar alıp şarkı besteleyerek başlamadım müziğe. Ses, ambient üzerine; onun canlı performansları ve toplu dinlenebileceği ortamla üzerine düşünerek başladım.
Örneğin yaşadığım flashbackler arasında, Peyote’nin Peyote olduğu zamanlarda orada çalarken, hemen önümde duran insanların benim de duyabileceğim bir şekilde müziğimden ne kadar sıkıldığını çok yüksek sesle söyledikleri anlar var. O müziğin aslında o toplu dinleme ortamında nasıl zor var olabildiği, anlaşılmak için başka türlü sunulması gerektiği üzerine çok fazla deneyim yaşadım. Bir yandan her şeyin döngüsel yaşandığı; tu kaka ilan edilenlerin sonra çok revaçta olduğu, ardından tekrar düşürülüp tekrar göklere çıkarıldığı bir dönemsellikte yaşıyoruz gibi de hissediyorum. Bu durumu komik olarak adlandırmak istemiyorum ama komik de. Bazı insanlar ambient ve ona dirsek temasında duran olarak tanımladığımız bu müzikleri hep dinliyorlardı zaten. Belki bazı insanlar da pandeminin getirdiği yalnız dinleme deneyimiyle konvansiyonel dışı bu müzikleri günlük frekansta daha çok dinlemeye başladı. Ya bilinçli ya da bilinçsiz olarak daha çok yer kapladığını hissediyorum bu müziğin.
Aslında bu müziğin DJ’liğinin (tırnak içinde söylüyorum) yapılması çok da orijinal bir fikir değil bir süredir. Çünkü insanların buna ihtiyaç duyduğu artık biraz daha görünür. Festivallerde daha net yer ayrılıyor bu müziklere. Ayrıca sosyal medya ve teknoloji gibi pek çok etken de insanların mikrojanrlarda derinleşmesine olanak veriyor. Herkesin her şeyi aynı anda dinleyip tüketebiliyor olmasının ayrıntılı bir okuması yapılabilir ama içinde bulunduğumuz döneme dair de çok şey var bu janrın içinde. Janr deyince bir sınır da çekmek istemiyorum. Sadece kolaylık olsun diye bu kelimeyi kullanıyorum. Kısaca, konvansiyonel janr kalıplarının dışında kalan müziklerin de günlük tüketilmesi ve çok daha fazla insana ulaşması içinden geçtiğimiz döneme dair de çok fazla şey anlatıyor bence.
Hum’ın kurgusunda sadece toplu deneyimlemeye alışkın olmadığımız müzikler etrafında bir araya gelmek değil; farklı mekânlarda, farklı bedensel kurgularda, hatta farklı saatlerde ve farklı bir süreliğine bir araya gelmek de var. Müziğin dans etmeden, bedenlerin sabit olduğu bir kurguda deneyimlenmesi sizin için neler ifade ediyor?
Berk: Müziğin oturarak dinlenmesi belki başta biraz klişe geliyor kulağa ama bizim yaklaştığımız yer klasik anlamda oturarak dinlenecek müzikler olmasıyla ilgili değil. Dans müziği insanın bedenine odaklı bir sistem üzerinden ilerlerken, ambient ve çevresindeki bu müziklerle insan düşünsel ve hissel anlamda aktive olabiliyor. Bu yüzden de hareketi sınırlamak başka şeylerin önünü açabiliyor.
Bir yerde müzik dinlerken oturabilecek bir yer yoksa ve ayakta duruluyorsa bu durum bazı şeyleri dikte edebiliyor. Hareket hâlinde olmanı, içki içmeni, sohbet etmeni, gibi. Alışkın olduğumuz rutinler bunlar. Hum’da ise konser ya da sinema salonu dışında, alışık olunmayan bir yerde müziği oturarak deneyimlemek bu anlamda yeni bir etki yaratabiliyor. Abartılı bir ifade olacak ama dinleyiciyi bir nevi sudan çıkmış balığa çevirebiliyor. Daha doğrusu, çok yeni olmasa da onlara rutin olarak deneyimlemedikleri bir şeyleri sunabiliyor. Bu tercihler müziğe odaklanmayı kolaylaştırıyor bence. Dikkati dağıtanlar arkada kalıyor.
Saatsel olarak ise Hum etkinlikleri mutlaka 20.00 – 22.00 arasında olacak gibi bir netlik asla hissetmiyorum. Atıyorum, 03.00 – 05.00 arasında da olabilir. Ama mesela Hum’da çalan bir DJ oradan sonra gidip bir klüpte de çalabilir. Yani saatsel açıdan bir şeylerin önünü kesmeyen bir etkinlik olma kurgusu var. Başka bir şeye alternatif olacak bir etkinlik değil Hum. “Kulübe gitmeyin” asla demiyoruz. Kulübe gitmeden önce istersen gelip dinleyebilirsin, sonra da kulübe gidebilirsin diyoruz.
Günseli: Hâlihazırda çok fazla şeyin yaşandığı bir yerde kendine alan açmaya çalışan bir etkinlik değil Hum. Daha ziyade onun yanında durabilecek, destek olabilecek bir alan açmaya çalışıyoruz.
Berk: Karşıtlık kesinlikle yok.
Günseli: Aynı alanı da tutmaya çalışmıyor.
Berk: Rekabet yok yani.
Evet, bu en çok altı çizilesi konulardan biri belki de.
Günseli: Tanımlı tecrübeleri değiştirme ve farklı olana alan açmayı deniyoruz. Türkiye’de müzik dinlemeye gittiğimiz ve güvende hissettiğimiz yerlerde bence iki tane sınır var. Birincisi, mekânın müzik tecrübesi anlamında sınırlı olması. Bu kötü bir şey değil. Bir konser salonunda örneğin ses sistemi ya da sahnenin konumu konsere göre düzenlenmiş oluyor. Bizler de çalarken ona uyumlanıyoruz. Mekânsal olanaksızlıklar ya da o mekânı kuranların da bir şeylerden taviz vererek onu yaratmış olması çok tanımlıyor müzik tecrübesini. Bazen bir gidiyoruz ki mekân L şeklinde.
Berk: Aslında bir kulüp değil çünkü orası.
Günseli: Bu durumun kendine has tecrübeler yarattığı da bir gerçek. Yani tanımlılıklar işimize de yarayabiliyor. Ama bunlar çok ciddi sınırlar olduğu için acaba biraz bu sınırların dışına taşsak nasıl olurdu diye de düşünüyoruz.
Berk: “Mekânın dönüşmesi” ifadesi önemli çünkü bizim odaklandığımız müziklerin neredeyse hepsinin mekânsal bir karşılığı olabiliyor; bunlar mekânla aktive olabilen müzikler. Bu mekân, iki kulaklığın arası da ciddi büyük bir alandaki kocaman monitörlerin yarattığı bir mekân da olabilir. Mesela klasik rock müzik formasyonunda bir grubu dinlerken, kafanda davul şurada duruyor, gitarlar burada gibi çok belirli bir resim canlanabilir. Ama ambient-adjacent dediğimiz bu müzikler kendi alanını yaratan müzikler olabiliyor. Bu müzik, girdiği her mekânın şeklini alabilecek, her yere uyum sağlayabilecek bir açıklığa sahip.
Günseli: Çalan insanlar olarak kaygılarımızdan bahsettik. Ama dinleyicilere bir alan açma kaygısını da yaşadığımı söylemeliyim. Tanımlı mekânlara dinleyici olarak gittiğimizde nasıl bir şeyle karşılaşacağımız kendi içinde farklılaşsa da genellikle seni müziğin duygusuna uyumlanmaya, kendini kaptırmana yönlendiren mekânlar oluyor bunlar. Buradan hareketle acaba dinleyiciler de Hum etkinliklerinde kendilerini daha az tanımlı bir yerde hissedebilirler mi gibi bir kaygı yaşıyorum. Müzik dinlerken düşündükleri ve hissettikleri açısından kendilerine yeni rotalar yaratabilirler mi? Bazen bizim duygumuza ortak olur, bazen de akşam yapacağı yemeği düşünebilir. Kafasına takılan bir tartışmayı kendi içinde değerlendirebilir… Yani dinleyicinin düşünme pratiğini dönüştürmeye de alan açan bir tecrübe olabilir mi bu? Bazen müziği yakalıyor olmam bazen de bırakabilmem benim bir dinleyici olarak hoşuma giden bir şey. Bilmiyorum, Berk de katılır mı?
Berk: Ben bunu endişe ya da kaygı olarak tanımlamam galiba. Çünkü bu işin içinde farklı rollerde bulunmamın 20. yılına gelirken şöyle düşünüyorum ki aslında senin sunduğun şeye sen inanıyorsan, karşında da birilerini buluyorsun. Gelen kişi o etkinliği benim hayal ettiğim gibi yaşamıyor olabilir ve bunun hiçbir önemi yok. Herkes kendine orada bir yer bulabilir. Eğer çok kasıntı bir şey yapmıyorsan… Hum olarak da kasıntı bir şey yaptığımızı düşünmüyorum. Hum’ın kendi içinde bir brand olması durumu benim için çok önemli, evet. Yani Hum’ın çok sevdiğin bir grup ya da bir dergi gibi takip ettiğin bir şey hâline gelmesini hayal ediyorum. Kürasyonu da bu nedenle vurguluyoruz. Hum’da belirli temalar içinde filtrelerden geçmiş bir şeyleri dinlemeye gidiyorsun, rastgele bir şeyleri değil. Gittiğinde belli standartların korunacağını biliyor oluyorsun. Yani bir açık mikrofon gecesinde değiliz. Brand kavramından kastım bu. Gece dışarı çıktığımızda ses çok kötü olsa da alternatifi olmadığı için mekânlara gidebiliyrouz. Hum’da iyi bir ses duyabileceğinden emin olabilmesi lazım dinleyicinin. Işığın düşünülmüş ve etkinliğin temel parçalarından biri olması lazım. CDJ’i ve hoparlörü olan her yerde yaparız gibi bir durum yok. O yüzden de etkinlik sayısını az tutmak istiyoruz. Yoksa adına Hum deyip, Kadıköy’deki bütün mekânlarda yapılacak bir şeye de dönüşebilir. Karşılık bulur mu, hiç emin değilim… Yurt dışından takip ettiğimiz, çaldırmak istediğimiz insanlar da olabilir ileride. Yeri gelir, canlı bir şeyler de yer alabilir. Ben DJ’likte tutmaktan çok mutluyum bu arada. Bizim seçtiğimiz kişiler üzerinden onların seçkisiyle mikrokürasyonlara gidiyoruz böylece. Yani streaming, mixtape, playlisting dünyasının toplu deneyimlendiği bir alan oluyor. Aynı ritmi sürdürmek gibi kaygıların olmadığı, emprovizasyona açık setler çalınıyor. Böylece setler arasında farklılık yaratmak da çok zor olmuyor. Kimin çaldığına göre bambaşka etkinliklere dönüşebilir.
Günseli: Başkalarıyla beraberken dinleyemediğimiz müzikler o kadar fazla ki. Ambient ve çevresindeyiz biz şu an ama o alan bile o kadar geniş ki. Bunu görmek çok etkileyiciydi. Hiçbir müzikal sınırımız olmadığını zaten biliyorduk ama miksleri dinleyip çalınca tam olarak ortaya çıkmış oldu bu durum.
Günseli: “Bazen sadece odaklı ve güzel bir tecrübe yaşamak için sinemaya gidiyorum. Çünkü karanlık bir mekân ve ara verilmiyor. Oysa kontrol sadece bende olduğunda ve evdeyken tek sınırlama benim dikkat aralığım. Bu nedenle mesela telefon ışığının yanında oturan kişiyi rahatsız edecek olması aslında işe yarayan bir şey.”
Peki hani içinden geçtiğimiz şu dönemde kürasyon dediğimiz şeyin aslında hem farklı hem de önemli bir deneyim olduğunu hatırlamamız ve birbirimize hatırlatmamız gerekebildiğinin farkındalığıyla konuşuyoruz. Ve bütün o çoktan alışkın olduğumuz rutinlerin dışında, bedensel olarak nispeten sabit durarak müzik dinlemek; eşliğinde hissel ve düşünsel bir deneyim yaşamak da pratik gerektiren bir şey olabilir mi bizler için? Yani hop diye yapamıyor olabilir miyiz?
Berk: Mesela 1970’lerde olduğumuzu varsayalım. Bir David Bowie plağı alıyorsun, eve geliyorsun, kapını kapatıp onu pikaba koyup dinlediğin an, çok özel bir an. Ona vakit, para ve efor ayırman lazım. Kulaklığı takıp bedava düğmeye bastım, ne gelirse çalıyor’dan çok başka bir şey. Aslında neredeyse his o. Yani müzik dinlemekle benzer bir bağı yeniden kurmak. Yine kötülemek üzerinden girdiğim bir ikililik durumu değil bu elbette. Streaming’in de bize sağladığı bambaşka avantajlar var. Ama tek yöntemimiz o olduğunda bir şeyleri kaçırabiliyoruz ve ne kaçırdığımızın farkında olmayabiliyoruz. Tabii ki herkes evinde plağını koyup dinlemiyor. Vakti yok, parası yok. Yani öyle elitist bir yerden de ilerlemiyorum. Ama bir mekânda böyle bir fırsat sunuluyorsa evde Spotify’dan müzik dinlemekten çok farklı olduğu aşikâr ve ben bir dinleyici olarak buna heyecanlanırdım. Bir yandan senin söylediğin eforun tam tersi bir duruma da çıkıyoruz aslında. Orada hazır, düşünülmüş bir şey sunuluyor sana. Senin hiçbir şeyi düşünmene gerek yok. Aslında Spotify’ı açıp ne dinleyeceğim diye düşünmek de başka bir yorgunluk sebebi ya…
Çok doğru bu.
Berk: Ama bir yandan da evet, Hum etkinliklerinde bir dayanıklılık testi durumu da var. Çünkü hakikaten sıkılma ihtimalimiz çok yüksek. Bakalım öyle durmaya ne kadar dayanabiliyoruz? Acaba dikkat aralığımızı genişletmemiz mümkün mü?
Kesinlikle.
Günseli: Setleri hazırlarken olası kaygılarımızı konuşuyorduk. Dinleyicilerin odaklanma süresi ne kadar ki? Benim ne ki? Yani kendi dikkat aralığımı yüceltecek bir noktada da değilim.
Berk: Hiç değiliz canım. Alakamız yok.
Günseli: Berk bunları konuşurken bana, “Bu tarz bir etkinlik için odaklanma süresine kaygılanacaksak yapamayız” dedi ve çok haklıydı. Ama mekân ve ses düzeni, içerik, kürasyonu hazırlayarak dinleyicilerin odaklanmasına yardımcı bir şey sağlayabildiğimizi de düşünüyorum. Sadece müzik için de geçerli değil bu durum. Benim sinemadaki deneyimim de biraz böyle. Bazen sadece odaklı ve güzel bir tecrübe yaşamak için sinemaya gidiyorum. Çünkü karanlık bir mekân ve ara verilmiyor. Oysa kontrol sadece bende olduğunda ve evdeyken tek sınırlama benim dikkat aralığım. Bu nedenle mesela telefon ışığının yanında oturan kişiyi rahatsız edecek olması aslında işe yarayan bir şey.
Berk: Tek başına tükettiğin şeyleri başka insanların da aynı anda dinlediğini bilerek dinlemek de başka bir deneyim. Çaldığım bir şarkıyı evde yalnız dinlerken sıkılır mıyım acaba diye bilinçli olarak düşünmüyorum. Ama orada 50 kişiyle, 100 kişiyle dinlerken daha bilinçli bir şekilde düşünüyorsun bunu. Bu da çok zevkli çünkü toplu olarak dinlediğimiz müzikler çok sınırlı. Birkaç insan bir araya gelince ya da dışarı çıkınca dinlediklerimiz tür anlamında bir elin parmağını geçmeyecek kadar az. Sanatsal ses işleri dinlemeyi de dışında tutmak istiyoruz tabii. Hum, gündelik (casual) bir müzik dinleme etkinliği.
Anlamayacağın bilgisi ve mesafesiyle gidip deneyimleyeceğin bir şey değil. Tam tersine, gidip ne deneyimleyeceksen onu deneyimleyeceğin bir alan.
Berk: Aynen. Tam tersine.
Peki ilk etkinliğiniz sizin için nasıl bir deneyim oldu?
Berk: Önceden krokiler üzerinden kurguyu düşünsek de çok netleştirmeden, yerleşim kararlarını oraya gittiğimizde aldık. Eldeki olanaklarımızla nasıl bir şey ortaya çıkacağını bakmaya odaklandık ve hayallerimizi biraz sınırlandırdık. Hum etkinliklerinde sağlamaktan emin olduğumuz birkaç unsur var. Bunlardan biri; iki hoparlör değil de mümkünse dört hoparlör yer alması. Ama mesela Eskişehir’de dördüncü hoparlörün kablosu yetmediği için üç hoparlör kullandık. Neticede gayet güzel geçti etkinlik. Havanın soğuk olmasına rağmen insanlar iki saat boyunca durdular. Gelen tepkiler de iyiydi. Hayal ettiğimiz gibi farklı bir şey yaşatabildik gibi geliyor bana. Çalmak da zevkliydi. Kulüp DJ’Liğinden kalan bazı tortular da hissettim arada. Bu şarkıyı ne zaman geçsem? Hızlandırsam mı? gibi endişeler yaşadım.
Acaba dinleyicinin beklentisi karşılanıyor mu gerginliği, di mi?
Berk: Aynen. Şu an insanlar niye duruyor, diye düşündüm. E çünkü durmaları gerekiyor!
Günseli: İnsanlar ne durumda acaba? Giden var mı? Ben bir hareket yapmalı mıyım?..
Peki sonrasında dinleyicilerden gelen tepkilerden var mı paylaşmak istedikleriniz?
Berk: Mesela daha uzun olsaydı keşke diyenler oldu. Ben kendi adıma biraz acele ettim, çalmam gerekenden daha kısa çaldım. Bu da benim DJ olarak bu sistem içinde alışmam gereken bir şey olacak. Anladığım kadarıyla önceden düşündüğümüz sürenin uzun gelmesi gibi bir durum olmuyor ve bu hissin karşılığını almak bana iyi geldi. Günseli senin duyduğun şeyler oldu mu?
Günseli: Eskişehir’e tekrar gelseniz, böyle bir şeyle karşılaşmak çok güzeldi diyenler oldu. Üşüdük ama huzur bulduk diyen de oldu.
Erdem Sanat Alanı’nın ardından şimdi ikinci Hum etkinliği 20 Aralık’ta Salt Galata’da olacak…
Berk: Salt Galata’da kütüphanede konumlanacağız. Programı önümüzdeki günlerde duyuracağız. Hedefimiz iki ya da üç kişi çalsın. Bu etkinlikte üç saate yaklaşalım istiyorum. Sürekli durmak zorunda değilsin, çık git, sonra geri gel ya da yarısında gel. Çok da önemli değil. Net kaçırdığın bir şey yok çünkü. Akan bir nehrin neresinden yakalarsan durumu var.
Umuyorum ki sıradaki etkinliğinize, 20 Aralık’ta Salt Galata’ya geleceğim ve beni heyecanlandıran bir konu konfor alanımı bir anlamda zorlayacağını hissetmem. O an müzikle düşünmek takılmak dışında bir şey yapmayacak olmanın heyecanını yaşıyorum. Hayatta bir şeylerin duracak olmasının heyecanını. Acaba nerelere kaybolacağım? Konuştuğumuz gibi bedensel olarak değil, zihinsel olarak kaybolma deneyimini merak ediyorum. Karşıma zaten çıkanlar arasından bir şeyleri hissetmeye çalışmaktansa kaybolup belki de hiç aramadığım bir şeylerle karşılaşacak olmanın heyecanı. Bunun çok da kolay yaşayacağım bir şey olmaması da heyecanlandırıyor.
Berk: Çok güzel heyecanlar…
2025 için ne gibi hayal ya da planlarınız var?
Günseli: Görüşmeyi düşündüğümüz bazı mekânlar var. Kendi karakteri olan ve kürasyonu da o mekâna göre, belirli temalar etrafında yaparak ilerlemek istiyoruz. Niyetimiz düzenli aralıklarla ama çok sık olmadan etkinlik yapmak. Senede dört beş etkinlik olabilir. Sayısı değil, kürasyonu bizim için önemli.
Berk: Fark ettiğimiz bir şey de şu ki başka tür müzikler üzerine bu kadar fazla konuşmuyoruz aslında. Ambient ve çevresindeki müzikler, müziğin dışındaki konuları konuşmamıza da fırsat yaratıyor. Teknolojiyle ilgili, içinde bulunduğumuz dünya hâliyle ilgili, bireysel hislerimiz, mekânsal durumlarla ilgili, mekânın politiği, kimliğin politiğiyle ilgili çok fazla şey üzerine konuşabiliyoruz bu sayede. Normalde konuşmadığımız şeylerin sohbetini açma yolu da olur umarım Hum.
Berk: “Sürekli iyi hissedemeyiz. Hele de dünyanın bitmeye yakın olduğu böyle bir zamanda iyi hissetmek ne kadar da zor. Birlikte kötü hissetmeye de alışmamız lazım.”
Ben de şimdi notlarımı gözden geçirirken Hum’ın hayat bulmasını örneğin yaşadığımız pandemi deneyiminden kopuk ya da bağımsız düşünmemin mümkün olmadığını fark ediyorum. Siz de zaten en başta pandeminin bahsini geçirdiniz. Elbette bu söyleşide oturup uzun uzun pandemiyi konuşalım istemedim. Ama DJ’lik, gece toplanma ve çalışma alanları, kulüp kültürü ve deneyimlendiği mekânlar; ve özellikle LGBTİ+’ların (sadece buralarda da değil elbet, dünyanın pek çok köşesinde) bu süreç ve sonrasında yaşadıkları çok boyutlu deneyimlerin üzerine geldi Hum. Sizin bu çeşitlilik ve alan açma arayışına çıkmanızın bu süreçten bağımsız olduğunu düşünemiyor insan.
Berk: Değil. Hatta bağırarak konuşmasak da temelinde en baştan beri bu var.
Bir yandan pandemide alınan hasarın kapsamını tam olarak idrak edebildiğimizi ya da adını koyabildiğimizi sanmıyorum. Ama diğer yandan Hum’ı motive etmiş şey olduğunu da düşünüyorum.
Günseli: Kesinlikle. Pandemi öncesinde de vardı elbette ama özellikle pandemi sonrası tüm alanlarda yaşadığımız daralmalar bizi bence biraz birlikte müzik dinlemeye, eğlenmeye dair bir hayatta kalma moduna geçirdi. Ne varsa önemli değil, biz bir arada olalım, eğlenelim, yeter. Hayatta kalma teması çok baskın oldu. Dolayısıyla bu paniğimizi biraz azaltabilir miyiz? Telaşsız bir müzik hayal edebilir miyiz? Bu temalar da var kafamda. Her ne varsa ona çok tutunmak zorunda kaldığımız bir yerdeyiz. Ama belki biraz yeniden farklı şeyler konuşmaya da başlayabiliriz müzikle ilgili. Yapabilir miyiz? Deneyebilir miyiz? Bilmiyorum. Ama öyle bir alan denemesi olarak görüyorum Hum’ı.
Berk: Bir diğer konuştuğumuz konu da şuydu. Genellikle IDM [intelligent dance music], akıllı elektronik müzik gibi saçma tanımların çok erkek egemen bir dünya içinde, “Ben daha iyi bilirim!” gibi bir tavırla var olmasının da karşısındayız. Hayır. Herkes dinliyor bu müziği. Sadece siz dinlemiyorsunuz. Sadece siz yapmıyorsunuz. Her müzikte olduğu gibi bu müzikte de kapı bekçisi diyebileceğimiz, kurallara tutunan çok fazla insan, sanatçı, müzisyen, prodüktör vs. var.
Günseli: Daha akademik ses sanatları alanı için de söylenebilir aynı durum. Çoğu yerde hep var kapıları tutanlar ya da tutmaya çalışanlar.
Berk: Hayır. Öyle bir kapı yok arkadaşlar! Tuttuğunuz kapıyı sadece kendinize tutuyorsunuz. Boş yere orada dikiliyorsunuz. Biz kapının yanından geçip gidiyoruz zaten. Hiçbir önemi yok. Her yaptığın politik ya zaten. Artık bunu konuşmak bile saçma geliyor bana. Hum da tabii ki çok politik bir şey kendi içinde ve tabii ki çok fazla tutunduğu fikir var bu işin de. Günlük streslerimizden birkaç saatliğine uzaklaşıyoruz gibi bir şey değil. Hayır, o streslerinle yüzleş. Gerçekten kötü hissetmen gerekiyorsa hisset. Sürekli iyi hissedemeyiz. Hele de dünyanın bitmeye yakın olduğu böyle bir zamanda iyi hissetmek ne kadar da zor. Birlikte kötü hissetmeye de alışmamız lazım. Bir şeylerin kabulü, bir şeylerle yüzleşme ve o kötülüğün içinde yalnız olmadığını hissetme de yeterli olabiliyor bazen. Onu iyi bir yere dönüştürmeye gücün yetmeyebilir bazen. Evet, aynı sıkıntıya ben de dâhilim demek de bir dayanışma biçimi bence. Bu alanı da sağlayabilir Hum umarım.
McKenzie Wark’un son kitabı Raving’i okudum bir süre önce.
Günseli: Ben de yeni okudum! Dili çok güzel değil mi?
Çoook. Ve tam şu an bahsettikleriniz üzerine kitaptan bir kuple geldi aklıma. Bu harika kupleyi alıntılamak isterim: “Cennetin kapıları kilitli. Cennet özel mülk oldu çünkü. Ama biz arkadan dolanıp tellerin üzerinden içeri atlayabiliriz.” Hatta belki bu alıntı iyi de bir final yapıyor sohbetimize.
Günseli: Kesinlikle!
Berk: Hatta belki tek bir cennet yoktur. Herkes kendi cennetini yaratmak için de uğraşabilir.
Evet. Zaten kapısını tuttuğunuz o cennete ilgi duymuyoruz. Önemli bile değil özel mülkünüz olması.
*Bu röportaj, Bant Mag. Kasım-Aralık 2024 sayısında yayımlanmıştır.