Tutamadığımız yaslar ve dönemediğimiz yerler: İki Kent Arasında Bir Bar Masasında

Yazı: Asya Yigit

“Dönüş Yunancada ‘nostos’ demek. Algos, keder anlamına geliyor. Yani nostalji, doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder.” (Milan Kundera – Bilmemek)

Anton Çehov’un Üç Kız Kardeş adlı oyunundan hareketle yeniden yazılan İki Kent Arasında Bir Bar Masasında, üç genç kadını Çehov’un metninin bıraktığı yerden dört yıl sonrasına götürüyor. Zeynep Kıymacı’nın kaleminden çıkan oyun, Kardelen Ezgi Yıldız’ın yönetmenliği ile İstanbul’daki bir bar masasına taşınıyor. Bilge Varol, İdil Özaydın ve Mine Nur Şen de harika performanslarıyla seyircisini yan masaya kulak vermeye çağırıyor. Oyunun en yakın temsiline buradan ulaşabilirsiniz.

Konu nedir?

“Belki bir gün döneriz. Ama hiç zamanı gelmiyor ki. Hiçbir zaman ‘yaşamaya tam da buradan başlarım’ diyemiyorsun.”

Bir barda, önümüzde biramızla pek alışkın olmadığımız bir izleme deneyimi sunan İki Kent Arasında Bir Bar Masasında, nostaljinin tekinsiz kıyılarında, İstanbul ve Ankara arasında gidip geliyor. Hepimizin bir kurtuluş yolu olarak gördüğü “Gitmek ama nereye?” sorusu etrafında dolanarak, “dönmenin olanaksızlığının neden olduğu bir hüznü” birlikte yaşamaya davet ediyor.

Nilay, Derya ve İpek… Uzun zamandır görüşmeyen üç kız kardeş. En küçük kız kardeş olan İpek’in doğum günü için bir barda toplanırlar. Ve tam da altı sene önce o gün babalarını kaybetmişlerdir. Geçmişin kapısını çalan bu buluşma; tutulamayan yasları, üstü çizilen hayalleri ve yaşanan hayal kırıklıklarını, bütün performansa yayılan yüzleşmeler ile gün yüzüne çıkarır. Bütün kavgalara, kahkahalara ve şarkılara eşlik eden bir soru ile: “Doğduğumuz kente dönebilir miyiz?”

İlk intiba?

“Belki şimdi Ankara’da olsak… Farklı olurdu.”

Umutların, acıların, hayallerin ve yasların sıkıştığı iki kent: İstanbul ve Ankara. Bu iki şehir arasında gidip gelenlerin tanıdık olduğu bir duygu, oyun boyunca hissediliyor. Ama bu iki kentin arasında sıkışmanın ötesine geçen bir şey daha var ki o da gitmekle bir şeylerin gerçekten değişip değişmeyeceği umudu, beklentisi. Gerçekten Ankara’ya gittiğimizde, İstanbul’da üstümüzde gezinen kara bulutlar dağılacak mı? Nostaljinin etimolojik araştırmasını yaptığı kitabında Milan Kundera buna “bilmemenin acısı” diyor. “Uzaktasın ve ben sana ne olduğunu bilmiyorum.”

En çok neyi sevdin?

Kız kardeşliği ve yüzleşmelerin beraberinde getirdiği hafiflemeyi. Tutulamayan yasların hayatımıza yerleştirdiği hayaletleri. Sırtımızda kocaman yüklere dönüşen söyleyemediklerimizin bir bar masasında ve hiç zorlamadan dile gelişini.

Oyuncular bu hafiflemeye yer yer seyirciyi de dâhil ediyor. Yumuşak bir tonda ilerleyen sohbete seyirci de katılıyor ve bu noktada o iki kent arasında hep beraber sıkışıp kalıyoruz. Oradan çıkışı veya gittiğimiz zaman kurtulacağımıza inandığımız o kenti hep birlikte düşlemeye başlıyoruz.

Oyun, modunu nasıl etkiledi?

Joan Didion, O Yılın Büyüsü’nde şöyle bir cümle kuruyor: “Kaybettiklerimiz için yas tuttuğumuzda, iyi ya da kötü kendimiz için de yas tutarız. Eskiden olduğumuz ve artık olmadığımız kişinin yasını tutarız.” Sanatın en büyük ve sihirli yanlarından biri akıl almaz bir hızla ilerleyen zamanı durdurarak, içinde olduğumuz zaman dilimini kavramamıza yardımcı olması sanırım. Oyundan sonra uzun bir süre bunu düşündüm, hepimiz yer yer ve çoğu zaman kendimiz için de yas tutuyoruz, aksi türlü yaşamı devam ettirmek ne kadar mümkün olur bilemiyorum. Olmak isteyip olamadıklarımızın, gitmek isteyip gidemediklerimizin, sürekli kaybettiğimiz kişilerle birlikte dönüştüğümüz yeni kişilerin… Nilay, Derya ve İpek, bir masasının etrafında birbirlerinin yasını tutuyor ve bize de kendi yaslarımızı tutmamız için sesleniyorlar.

Ambiyans / ortam / mekân / kurgu / dekor için neler söyleyebilirsin?

Farklı barlarda oynanan oyunun en önemli dekoru, etrafında toplandığımız masalar ve bira şişeleri. Her barda ayrı bir deneyim sunmanın yanında, seyirciyle aynı mesafede konumlanması da kurguyu daha güçlü bir zemine taşıyor. Arkada çalan, hepimizin tanıdık olduğu şarkıların da eşlik ettiği oyun, bu eşitler düzleminde seyirciyi sürekli oyuna dâhil ediyor.

Kimler sever?

Bu oyunun sadece İstanbul ve Ankara arasında sıkışan insanlara seslendiğini düşünmüyorum; aksine hepimizin hayatına dokunan bir yanı var. Çoğumuz İpek gibi yarın sabaha yedi yaşında, mutfaktan gelen bulaşık sesleriyle uyanmak isteriz.

“Belki de yeni bir fanus bulmalıyım kendime, bambaşka denizler… Bambaşka silahlar… Ama bunu ne zaman denesem, hep kötü bir rüyadan uyanmış gibi oluyorum. Hep korkarak uyanmış gibi… Keşke yarın sabah, yedi yaşında uyansam. Bu sefer gerçekten uyansam ama. Ankara’da.”

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…

“Döner misiniz bir gün, memlekete diyorum? Belki dönsek… O pencerenin önünden kalkabilirim.”

Nostaljinin hayatlarımızı ne derece dönüştürücü bir güce sahip olduğunu bilmiyorum ama emin olduğum bir şey varsa o da geçmişte sıkışıp kalmanın, yaşama kudretini hep düşüren bir etkisi olduğu. Bunun karşısında yas tutmanın geleceği şekillendiren ve inşa eden bir gücü var; iyileştiren ve yeniden kuran bir yerden.

Özlemini duyduğumuz her şeyin uzakta olduğu inancı, gitme eyleminin kendisini de dışarıda bırakıyor. Gideceğimiz yerin bilinmezliğine bir de o yerin neresi olduğu ekleniyor ve içten içe biliyoruz ne Moskova’ya gitmek ne de Ankara’ya dönmek Nilay’ı önünde oturup kalkamadığı pencerenin önünden kaldırabilecek.

Peki gitmek mi? Gitmekse nereye gitmek? Bunların cevabını bilmiyoruz, şimdilik üç kız kardeşle birlikte unuttukça kalınlaşan derimize dönüp bakıyor ve pastaya hep birlikte üflüyoruz.