İki yılın ardından: Antakya’da 6 Şubat

Yazı: Tuğçe Tezer - Fotoğraflar: Kazım Kızıl

Geçen yıl bu zamanlarda yazdığım bir yazı, 6 Şubat 2024’te Bant Mag.’da yayımlanmıştı. Yazının başlığını Uzun bir yılın ardından: 6 Şubat olarak belirlemiştim. Depremden sonra geçen bir yıl bazı açılardan hâlâ “dün gibi” hissedilse de bazı açılardan “geçmek bilmeyen” günlere karşılık geliyordu. O günden bugüne kadar söylenmeyen, yazılmayan o kadar az şey kaldı ki. 6 Şubat depremlerinin üzerinden bir yıl daha geçti ve bugün, ikinci yıl dönümüne birkaç gün kalmışken yazdığım bu yazıda Antakya’nın bir yıl önceki durumunu hatırlayacak ve geçtiğimiz yıldan bugüne kadar neler olduğunu ya da olmadığını beraber anlamaya çalışacağız. Bunun için, bazı kısımlarda geçtiğimiz yıl bugün yayımlanan yazıya başvuracağız. 

6 Şubat 2023 günü sabaha karşı saat 04.17’de, Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde 7,7 büyüklüğünde ve aynı gün öğleden sonra, yine Kahramanmaraş üslü 7,6 büyüklüğünde iki deprem meydana geldi. Depremde Gaziantep, Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya ve Adana başta olmak üzere çevre illerde büyük bir yıkım gerçekleşti. O günün üzerinden tam bir yıl geçmişken, geride bıraktığımız uzun bir yıla dönüp baktığımızda, o günden beri sorduğumuz ve bundan sonra hiç unutmamamız gereken soruların hâlâ geçerli olduğunu görüyoruz: “6 Şubat ve 20 Şubat’ta ne oldu? Öncesinde ve sonrasında olmaması gereken neler oldu, olması gereken neler olmadı?”  Bu yazıda 6 Şubat depremlerinin ardından geçen bir yıllık süreyi, depremle beraber en büyük yıkımın yaşandığı, 20 Şubat’ta art arda gerçekleşen Hatay merkezli depremlerle yıkımın iyice derinleştiği Hatay – Antakya üzerinden ele alarak; süreci anlamaya ve bundan sonrası için neler yapılabileceğini tartışmaya çalışacağız.

Bu satırların üzerinden bir yıl daha geçti ve deprem bölgesine farklı mesafelerden yaptığımız tanıklık, üzülerek fakat kendimden emin bir şekilde söylemeliyim ki bu soruları hâlâ ısrarla ve daha yüksek sesle sormamız gerektiğini gösteriyor: “6 Şubat ve 20 Şubat’ta ne oldu? Öncesinde ve sonrasında olmaması gereken neler oldu, olması gereken neler olmadı?”  

Deprem öncesinde Antakya’da nasıl bir hayat olduğunu hatırlayanlar için, son iki yıldır bölgeye yapılan ziyaretler, orada çekilen fotoğraf ve videolar, orada yaşamaya çalışanlarla yapılan sohbetlerde açığa çıkan yeni hayatın görünümleri, eski ve yeni arasındaki derin bir yarılmaya işaret ediyor. İlk yılda olduğu gibi bu yıl da ağırlıklı olarak depremin nasıl olup da bu kadar geniş bir coğrafyayı bu kadar derinden etkilediğini, dolayısıyla deprem öncesi dönemin planlama, yapılaşma, imar ve denetim süreçlerini anlamak, tartışmaların odağındaydı. Depreme hazırlıklı olmanın, bugünün teknolojisi ve teknik bilgileri sayesinde ne kadar mümkün olduğunu, buna rağmen 6 Şubat gölgesinde Antakya örneğinde gördüğümüz kadarıyla, bu hazırlık ihtimalinin nasıl ıskalandığını, iki yıl boyunca her yönüyle tartışmaya çalıştık. Hatay İRAP Raporu (2021) dâhil olmak üzere depremden önce yazılmış raporlar, hazırlanan depremsellik haritaları, olası deprem senaryoları, teknik meslek odalarının yapıları ve kenti güçlendirme çağrıları rafta kalırken; uygulama alanında defalarca tekrarlanan imar aflarını ve bir türlü başlayamayan kentsel dönüşüm uygulamaları görüyoruz.

Antakya’nın fiziki mekânının yüzde 85 oranında yıkıldığı ya da hasar gördüğü depremde, büyük can kayıpları gerçekleşiyor. Depremi takip eden günlerde ise, literatürde, geçmiş ve uluslararası örneklerde depremden sonra yapılması gerektiği bilinen uygulamalar da tıpkı depreme hazırlık süreçleri gibi, büyük ölçüde yokluğu üzerinden izleniyor. Depremden sonraki en fazla birkaç haftalık sürede kullanılması önerilen çadırların yanında, bir yılın sonunda Antakya’da bugün hâlâ konteynerler ve seralar, geçici barınma alanları olarak kullanılmaya devam ediyor. Hâlbuki depremi takip eden ilk birkaç haftadan sonra -en fazla üç dört ay kullanılmak üzere- konteyner alanlarının sosyal donatılar, eğitim ve sağlık tesisleri, kamusal mekânlar, erişim olanakları da gözetilerek hazırlanması, bu sürecin devamında ise konteynere kıyasla daha dayanıklı ve nitelikli kabul edilen prefabrik konut alanlarının oluşturulması gerekiyordu. Depremden sonra nitelikli, sağlıklı ve güvenli geçici barınma alanlarının, aynı zamanda temel sağlık, eğitim tesisi ve çalışma alanı ihtiyaçlarının sağlanmaması nedeniyle Antakya ve Hatay’ın depremden sonra hayatta kalan nüfusunun önemli bir bölümü Adana, Mersin, İzmir, Ankara ve Antalya’ya göç ediyor. Bir yıl geride kalırken, bu iç göçle Hatay’dan giden nüfusun geriye dönmesi için gerekli olan altyapının sağlanmış olduğundan bahsetmek, ne yazık ki mümkün değil. Geçici barınma alanları yerine deprem bölgesinde hemen yapılacağı beyan edilen -uzmanlar tarafından, zeminin güncel depremsellik durumu netleşmeden yapılmaması gerektiği belirtilen- kalıcı konutların ise henüz çok küçük bir kısmının inşa edilmiş olduğunu görüyoruz. Barınma alanları açısından içinde bulunduğumuz bu bütünsel problemli durum; bir kentin, burada işlediğimiz örnekte ise Hatay ve Antakya’nın esas bileşeni olan -deprem öncesi- sosyal ve kültürel yapının devamlılığına ilişkin büyük soru işaretlerine ve endişeye neden oluyor. 

Geçici barınma alanları ve geçici dönemin nitelikli koşullarının sağlanmasına dair bu problemli durum, ikinci yıl dönümüne geldiğimizde ne yazık ki hâlâ bir yıl önceki hâlinde. Üstelik geride kalan bir yıl içinde geçici barınma alanı olarak kullanılan çadır ve konteynerlerde defalarca yangın çıktı, bu nedenle can kayıpları oldu. Elektrik kesintileri -ve dolayısıyla ısınma, yemek yapma, sıcak suya erişim, aydınlanma ihtiyacındaki sorunlar- gündelik hayatın sıradan bir parçası hâline geldi. Eğitim ve sağlık tesisleri, sosyal donatı alanları, erişim olanakları, güvenlik… Bir kentsel yerleşmenin işleyişine dair tüm konularda büyük sorunlar, aksaklıklar, yakın gelecekte çözülmesi pek mümkün görünmeyen sorunlar söz konusu. 

Öte yandan Hatay bütününde ve Antakya’nın farklı bölgelerinde yapılan enkaz kaldırma çalışmaları, pek çok açıdan büyük eleştirilere konu oluyor. Yasalarla tanımlanmış, halk sağlığı ve doğanın sürdürülebilirliği açısından uyulması gerekli olan kurallar ve enkaz kaldırma, moloz taşıma ve moloz döküm alanı yer seçimi konularına ilişkin yöntemler, maalesef pratikte herhangi bir karşılık bulmuyor. Dolayısıyla Hatay’ın eşsiz coğrafyasının bileşenleri olan verimli tarım alanları, zeytinlikler, sahiller, hatta kuş cenneti, öte yandan geçici barınma alanlarının çevresi, moloz döküm sahalarına dönüşüyor. Bu sürecin halk sağlığına etkisi; havaya karışan asbest ve silika tozundan kaynaklanacağı belirtilen kanser hastalığı, yerinde ayrıştırma ve enkaz kaldırma süreçlerinde havaya ve su kaynaklarına karışan kimyasalların sağlığa negatif etkileri, akciğer sorunları olarak tanımlanıyor. Belirtilen doğal alanlar aynı zamanda, geçici barınma alanlarının da işgaliyle doğal niteliğini orta vadede kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyor. 

Geçen yıl bu zamanlar, Hatay ve Antakya’daki arkadaşlarımızla ilgili endişelerimizin temelinde, enkaz kaldırma süreçlerinin, kentin havasına karışan tozun, dumanın, suyuna karışan atık maddelerin neden olabileceği, kanser vakaları başta olmak üzere halk sağlığı sorunları vardı. Geride bıraktığımız bir yılda ise tam enkaz kaldırma çalışmaları büyük ölçüde tamamlandı, derken; Hatay’da yaşayanlar bu defa, Hatay’da “ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) gerekli değildir” kararıyla faaliyete geçen 60 ila 87 arasındaki taş ocağı, 22 beton santrali ve sayısını bilmediğimiz kadar mobil beton santralinin Antakya’nın, Hatay bütününün kentsel ve kırsal alanında havayı sürekli tozla kapladığı, depremden sonra hafriyat kamyonlarının ve iş makinelerinin sürekli ve hızlı hareketiyle otomobiller ve yayalar tarafından kullanılması zaten oldukça zor olan yolların bu defa beton mikserlerinden dökülen çimentolarla kaplandığı, neredeyse başınızı çevirdiğiniz her yerde bir inşaat şantiyesinin olduğu bir süreçle karşı karşıya kaldı. 

Antakya’nın, dünyanın kültür mirası açısından büyük bir önem taşıyan tarihi merkezinde enkaz kaldırma süreçleri, yine pek çok çevreden büyük eleştirilere konu oluyor. Geçmişi asırlar öncesine dayanan organik konut dokusunun, anıt eserlerle birlikte sivil yapıların güzel bir kompozisyonu olan tarihi kent dokusunun bir bütün olarak korunmasına ilişkin sivil toplumdan yükselen talep, idari kurumlarda pek karşılık bulmuyor. Tarihi bölgesi, kentsel sit alanı ve arkeolojik sit alanından oluşan Antakya eski kent merkezinin depremden sonraki süreçte özenle, hız baskısı olmadan ve yerel uzmanların, zanaatkârların sürekli dahliyle ele alınmasına ilişkin talepler de çok defa dile getirilse de süreçte pek etkili olamıyor. Afet Bölgesi Kazı Başkanlığı’nın tarihi merkezde yürütmekte olduğu enkaz kaldırma süreci, tarihi dokunun bütünselliğinin bozulması, dokuda oluşan büyük boşluklar, tescilsiz yapıların, hatta bazen tescilli yapıların bile -geleneksel dokuya uygun mimari nitelikte olsa dahi- niteliksiz yapı muamelesi görmesi, uzmanların malzemesiyle birlikte yerinde korunarak onarabileceğini düşündüğü pek çok tescilli yapının parselinden kaldırılarak, kültürel miras enkaz ayrıştırma alanına taşınması, bu taşınma sırasındaki belgelemenin, daha sonra bu yapıların kendi malzemesiyle “yeniden inşa” edilmesi için gerekli olduğu belirtilen özenle yapılmaması gibi nedenlerle oldukça eleştiriliyor. Gerekli belgelerin temin edilmesi hâlinde yerinde korunması ya da tarihi merkez için yapılacak Koruma Amaçlı İmar Planı revizyonunda korunmak üzere önerilmesinin mümkün olabileceği belirtilen yapılara ilişkin dokümanlara ise Antakya Kentsel Sit Girişimi başta olmak üzere koruma uzmanları ve yerel uzmanlar başta olmak üzere farklı çevrelerin yaptığı çağrılara rağmen ulaşmak pek mümkün olmuyor. Bu durum, akademik çalışmalar ve pratik uygulamalar başta olmak üzere, bugün artık bir yıldır “deprem bölgesi” olarak andığımız alana dair daha önce yapılmış çalışmaların belki de “gerçek hayatta” ilk defa faydalı olacağı bir durumda, Antakya’nın somut kültür mirasının depremden sonra iyileşmesi ve onarılması sürecinde bir desteği olmamasıyla, bu tarihi sorumluluğun ıskalanmasıyla sonuçlanıyor. Resmî kurumlarla daha önceki proje ve uygulama süreçlerinde kurulamamış olan akademi, resmî kurum, özel sektör arası güvene dayalı kurumsal ilişkinin yokluğu da bu süreçteki koordinasyon sorunlarını derinleştiriyor. Tarihi kentte günden güne artan boşluklar ise depremden önce gündelik hayatının büyük bir kısmını burada geçirmekte olan yerel halkın kent hafızasında büyük boşluklar oluşması riskini beraberinde getiriyor. Kentin hem tarihi hem de modern merkezinde somut boşluklar arttıkça, yokluğu daha çok hissedilen güvensizlik ve belirsizlik, endişeyi giderek daha da artırıyor.

Antakya tarihi ve kentsel sit alanı bugün bir taraftan büyük boşlukların, yanmayan sokak lambalarının, yaşamını zorlu koşullar altında orada sürdürmeye devam eden insanların sürekli yaşadığı güvenlik sorunlarının mekânıyken, bir taraftan da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın anıt eserler ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın Uzun Çarşı ve Kurtuluş Caddesi’nde başlattığı çalışmalar nedeniyle bir şantiye görünümünün mekânı oluyor. Antakya Koruma Amaçlı İmar Planı Revizyonu tamamlanarak önce Haziran 2024’te, gelen itirazların değerlendirilmesinin ardından Ocak 2025’te askıya çıkıyor. Özellikle işlev değişiklikleri ve olası mülkiyet kayıpları, yerel halkta büyük endişeler oluşmasına yol açıyor. Bu sırada 2024 yılının Temmuz, Eylül ve Kasım aylarında Antakyalılar ve Antakya severlerle yaptığımız Antakya Yürünebilir Tarih Turları ise, Antakya’nın kent hafızasının sürekli ve burada, yerinde kalmanın, Antakya’nın sokaklarını dayanışmayla beraber adımlamanın, buradaki anıları paylaşmanın iyileştirici etkisine işaret ediyor. Antakya hafızasını canlı tutmaya çalışan pek çok girişim, Antakyalıların bu kentle kurduğu aidiyet ve sahiplenme ilişkisinin, deprem yıkımları ve enkaz kaldırma çalışmalarında oluşan boşluklara rağmen sıkı bir şekilde korunmasına dair ısrar ve inancı perçinliyor. 

Antakya’da iki yılın sonunda deprem sonrası kalıcı konutların farklı yöntemlerle yapıldığını görüyoruz. Ağırlıklı olarak kent çeperlerinde (fakat yer seçiminin hangi kriterlere göre yapıldığını bilmediğimiz) TOKİ konutlarının inşa süreçleri hızla ilerlese de tünel kalıp sistemiyle, kentsel altyapı, kullanılan malzemeler, işçilik, denetim ve kent bütünüyle entegrasyon sorunlarını gündeme getiriyor. Bu konutların dağılımının “hak sahipliği” süreçlerini takiben kurayla yapılması, mahalle ve komşuluk ilişkilerinin büyük bir önem taşıdığı Antakya gündelik hayatının devamlılığı açısından büyük soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Üstelik konutların tek tip ve oldukça kompakt şekilde geliştirilmesi, Antakya’nın konut kültürü ve yaşam alışkanlıklarıyla oldukça uyumsuz görünüyor. Atatürk Caddesi’nde ilerleyen pilot konut alanı uygulamaları da, konut ve yaşam alışkanlıkları açısından yerel halkta soru işaretlerine yol açarken, buradaki hak sahipliğinin neye göre belirleneceği konusu belirsizliğini koruyor. Depremden sonra halkın kendisi için bir yaşam alanı oluşturmak adına -koşullar nedeniyle herhangi bir mühendislik ve mimarlık hizmeti almadan- yaptığı ve kırsal alanda yoğunlaşan konutlar ise ilerleyen dönemlerde afetler açısından yeni riskleri beraberinde getiriyor. ÇŞİDB’nın ilanıyla tüm deprem bölgesinde başlayan “yerinde dönüşüm” süreçleri ise gerek maliyeti, gerekse uygulamanın burada depremden önce yapılmış imar planlarına göre yapılması ve denetim sorunları nedeniyle, Antakya’nın gelecekte olası afetlere karşı kırılganlığını artırıyor.

Planlama sürecinde iki yıla yaklaşan zaman diliminde birçok faaliyet olsa da 2023’ün Mart ayında başlayan Hatay Master Planı’nın süreci ve geçerliliği belirsizliğini koruyor. Antakya Koruma Amaçlı İmar Planı Revizyonu’nun yapıldığı 307,6 hektar büyüklüğündeki alan 5 Nisan 2023 tarihinden beri 6306 sayılı yasa kapsamında “riskli alan” statüsünde iken, Asi Nehri’nin batısında kalan 207,6 hektar büyüklüğündeki alan 2023’ün Kasım ayından itibaren “rezerv alan” statüsünü taşıyor. Fakat Antakya ve Hatay’da “rezerv alan” ilanları, hangi kriterlere ve teknik analizlere göre olduğu belirsizliğini korumakla beraber, günden güne çoğalıyor ve daha geniş bir alanı kaplıyor. Depremden önce yapılmış ve onaylanmış olan imar planları, meslek odalarının tüm itirazlarına rağmen, Hatay Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyeleri tarafından oy birliğiyle kabul edilerek, “yerinde dönüşüm” süreçlerinin “yasal” zeminini oluşturuyor.

Antakya ve Hatay’ın depremden sonra onarılması sürecindeki yasal durum ve planlama alanında ise maalesef deprem sonrası sürecin belirsizliğinin başka bir yüzüyle karşı karşıyayız. Planlama, uygulama ve yapı denetiminde bütünsellikten uzak bir yaklaşım sergilenmesinin, depremin yıkıcı etkilerini derinleştirdiği ortadayken; depremden sonra izlediğimiz süreçte de ne yazık ki yerel halkta ve konuyla ilgilenen uzmanlarda, gelecekteki olası depremlerdeki yıkım ve hasarı artırması endişesine neden olan çok parçalı bir yaklaşım söz konusu. 

Bir yıl önceki yasal zemin ve planlama durumunu tanımlayan bu satırlar ise bugün, Antakya’nın afetlere karşı kırılganlığını artıracağı ne yazık ki artık net bir şekilde görünen geçerliliğini koruyor. Afet bölgesinde mutlaka yapılması gereken “afetlere dirençli, dayanıklı, adaptif” ve bütünsel, engelsiz planlamanın, stratejik mekânsal planlama yaklaşımının yerine; tümüyle parçalanmış bir planlama, uygulama ve denetim süreci izleniyor. Rezerv alan, riskli alan, geçici el koyma, acele kamulaştırma, geçici kamulaştırma kararları, yerel halkın depremden sonra iyileşme ve yaşamını yeniden inşa etme sürecini, sürekli artan bir endişeyle giderek daha belirsiz hâle getiriyor. 

Burada yaşamını sürdürmeye çalışan yerel halkın ve depremden sonra eğitim, sağlık, çalışma başta olmak üzere farklı nedenlerle başka yerlere göç etmiş ve Antakya’da yaşam “normal”e döndüğünde buraya geri dönmeyi bekleyen nüfus ise farklı zorluklarla aynı anda mücadele etmeye çalışıyor. Deprem sonrası geçici dönemin nitelikli koşulları sağlanmadan, doğrudan yapımına başlanan kalıcı konutlar, önümüzdeki sürecin zamansal ve yöntemsel olarak belirsizliği nedeniyle, yerel halkta haklı bir endişeye yol açıyor. Depremden sonra, önce enkaz kaldırma ve moloz dökümü, ardından geçici barınma alanlarının oluşturulması ve geldiğimiz aşamada taş ocakları, beton santralleri, kalıcı konutlar ve servis alanlarının inşa edilmesi için gözden çıkarılan tarım alanları ve zeytinlikler, yerel halkın “çalışarak, üreterek iyileşme” umudunu günden güne azaltıyor. Doğu Akdeniz ve Anadolu’nun en verimli tarımsal üretim alanlarının bugünkü hâli, verimin günden güne düştüğü ya da üretimin olanaksız hâle geldiği bir görünüme geliyor. Çalışma alanlarının yanı sıra eğitim ve sağlık koşullarında da pek bir iyileşme olmazken, madde bağımlılığı ve giderek artan güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kalan çocuklar ve gençler için “geleceksizlik endişesi” günden güne yükseliyor. İki yılı geride bıraktığımız bu günlerde, henüz depremdeki kayıplarının yasını tutmak için bile imkân bulamamış olan yerel halkta ruhsal rehabilitasyon olanaklarının son derece kısıtlı olması, sürekli değişen acil gündemler nedeniyle sivil toplum alanının Antakya’yı ve Hatay’ı giderek daha az odağına alması nedeniyle, bizi gelecekte bu açıdan daha büyük sorunların beklediğini haber veriyor. Depremden önce de oldukça zor bir yaşam süren engelli nüfusa, depremle beraber ampute hâle gelmiş olan nüfus da ekleniyor ve kentin şu anda herhangi bir bedensel engeli olmayan insanlar için dahi oldukça zorlu olan koşulları, mevcut engelli nüfusun kentsel yaşama katılımını gün geçtikçe daha olanaksız kılıyor. Depremde yakınlarını kaybetmiş olan ailelerin dayanışma ve adalet mücadelesi için bir araya gelerek kurduğu Adalet Peşinde Aileleri; yası adalete, umuda çevirmek için mücadelesini yılmadan sürdürüyor ve hepimizin desteğine, dayanışmasına her gün daha fazla ihtiyaç duyuyor.

Yazının devamı ise, geçen yıl bugünlerde yazdığım yazıyla tümüyle aynı. Sebebi açık; Antakya’da depremden sonraki iki yılda, Antakya’da yaşamını sürdürmeye çalışanlar açısından hayat bütün zorluklarıyla, üstelik artan sorunlarla devam ediyor. İki yıla yaklaşan zorlu afet sonrası yaşam koşullarının yorgunluğu, endişesi ise halkın dayanma gücünü günden güne azaltıyor. Şüphesiz, umut hep var. Umuda tutunmak, umudu çoğaltmak için bir araya gelmek dışında bir seçeneğimiz ise hâlâ yok. Bunun için, depremi 6 Şubat 2023 tarihinde yaşamış olan halkın yalnız olmadığını, orada hayatın normale dönmesinin hepimizin meselesi olduğunu fark etmenin, birbirimize anlatmanın ve birbirimizden güç alarak, onları yalnız bırakmamanın tam zamanı. Henüz Antakya’ya, Hatay’a ve deprem bölgesine nasıl faydalı olacağını bulamamış olanlar için naçizane bir önerimi de burada paylaşmak istiyorum:

“Eğer Antakya’nın depremden sonra iyileşmesi için bir şey yapmak isterseniz, öncelikle gidip onu görebilirsiniz. Çünkü duyduğunuz, gördüğünüz gibi değil. Sonra, bu hayatta ne yapmayı biliyorsanız, neye imkânınız varsa, destek olabilecek kimi tanıyorsanız ve ne yapmak istiyorsanız; emin olun, orada hepsine ihtiyaç var.”

Çok katmanlı bir kent olan Antakya’nın, depremden sonra her katman ve bileşeniyle ilişkili süreçlerinin büyük sorunlara karşılık geldiğini izlediğimiz bir zamandayız. Hâlâ içinde olduğumuz bu geçici dönemde yerel halkın Antakya’da güvenli, sağlıklı, konforlu koşullarda barınabilmesi, çalışabilmesi, okula ve hastaneye gidebilmesi, sosyalleşebilmesinin sağlanmasıyla birlikte mutlaka ihtiyacımız olan diğer adım, depremden sonra kurulmuş olan platformların ve yerel halkın farklı kesimlerini temsil etme kapasitesi olan oluşumların, başka bir deyişle “yerel halk”ı oluşturan her bir bireyin bir asgari müşterekte buluşması; bu sayede yerel halkın, süreçte ortak tavır alabilen bir aktör hâline gelebilmesi. Antakya’nın iyileşmesi sürecinde kendisini hangi alanda konumlandırdığından bağımsız olarak, bu süreçte Antakya’ya ve Antakyalılara faydalı olmak isteyen tüm oluşumların, aktör ve kurumların uzlaşabileceğini (ya da uzlaşması gerektiğini) düşündüğüm asgari müşterek için önerilerim şöyle: 

*Antakya’nın depremden sonra iyileşmesinin, burada hayatın tekrar başlamasının birinci öncelik olarak kabul edilmesi.
*Depremden önce Antakya’da yaşayan nüfusun (mülk sahibi, kiracı, çalışan …) burada kalabileceği koşulların (geçici barınma alanları, gündelik ihtiyaçlar, çalışma alanları, kentsel servisler, erişim olanakları…) sağlanması.
*Depremden sonraki (enkaz kaldırma, geçici barınma alanlarının sağlanması, inşa dâhil olmak üzere) iyileşme sürecinin işleyişinde halk sağlığının ve doğal alanların korunmasının esas alınması.
*Antakya’nın somut ve somut olmayan tarihi ve kültürel mirasının, tarihi dokunun bütünselliğinin, üretim kültürünün korunarak iyileştirilmesi.
*Deprem sonrası planlama ve mimarlık faaliyetlerinin bütünsel planlama, “dirençli kent” ve “engelsiz kent” ilkeleriyle uyumlu ilerlemesi.
*Deprem sonrası planlama ve imar faaliyetleriyle yasal değişikliklerin, deprem bölgesinde mülkiyet değişimi ve mülksüzleştirme süreçlerine neden olmaması.

Antakya için ortak bir gelecek hayalinde ve yerel halkın deprem sonrası süreçte ortak tavır alabilen bir aktör hâline gelmesi gereksiniminde (ve dolayısıyla asgari müşterekte) uzlaştıktan sonra; biz “uzaktakiler”e, yani senelerdir Antakya’yla ilişkisini sürdürmekte olanlara ya da depremden beri Antakya’ya endişeyle, bazen çaresizlik hissi ama her zaman faydalı olma isteğiyle bakanlara düşen role dair düşüncelerimi kısaca ifade etmeliyim. Antakya’nın yerel halkını anlama ve onlara destek olma ihtiyaç ve çabasının bizi, yani “uzaktakiler”i, kolektif biçimde hareket ederek yereli güçlendirme ihtiyacına sevk etmesi gerektiğini düşünüyorum. 

Resmî ve resmî olmayan kurumlar, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve bağımsız aktörlerin, depremden sonra “yereli güçlendirme” amacının etrafında birleştiği yerde, artık sürecin esas adımlarını atmaya başlayabileceğiz. Süreci birlikte tasarlayacağız ve sürecin uluslararası, ulusal ve yerel ölçekte tüm ilgili aktör ve kurumları, yerelin gündelik hayatını ve Antakya’yı onarmak üzere optimum müdahale ve hareket biçimini, rolünü bu çerçevede belirleyecek. Bu aşamada hepimizin; akademi, sivil toplum kuruluşları, özel sektör, merkezî ve yerel yönetim kurumlarının temsilcilerine, bu sürecin sonunda “sular durulduğunda” deprem bölgesinde, Hatay’da, Antakya’da ne olmasını beklediğimizi kendimize sormamız gerektiğini düşünüyorum. Ve şüphesiz, eğer gelen cevap “yerel halkıyla beraber iyileşmiş bir Antakya, Hatay” ise elini taşın altına koyması gerektiğini. 

Depremin ikinci yıl dönümü gelmişken; Antakya’da, Hatay’da, ulusal ve uluslararası ölçekte pek çok yıl dönümü etkinliğinin yapıldığını farklı mecralarda izliyoruz. Fakat özellikle uzakta olanlara oradaki durumu ve 6 Şubat’ı hatırlatan, herkesi Antakyalıların yasına ve anmasına, orada olmaksızın saygıyla katılmaya davet eden kısa bir videoyu ve podcast’i burada paylaşmak istiyorum. Bunun mümkün olan en çok yerde yayılmasının; Antakyalılara yalnız olmadıklarını, iyileşeceklerini hissettireceğine, bize ise bu yasa ve umuda ortak olabilme imkânı vereceği için iyi geleceğine inanıyorum. 


Antakya’da, 6 Şubat’ın yıl dönümünde müşterek anma daveti

Asi Nehri’nin kenarında, görmüş geçirmiş bir zeytin ağacının etrafındayız.

Refahın ve bolluğun, kutsallığın, adaletin, sağlığın, bilgeliğin ve yeniden doğuşun sembolü bu kadim ağacı çepeçevre sarıyoruz. Birinin elinde buhur, birinin elinde mum, birinin elinde nergis… Nehrin esintisiyle buhurun kokusu, buğulu bir dumanla kalabalığın üstünü kaplayan bir buluta dönüşüyor. Mumun soluk ışığı buğulu buluta karışıyor. Nergisler sarısıyla, beyazıyla parıldıyor.

Yorgun ve yaralı yüzlerde, omuz veren kalabalığın hissettirdiği umudun belli belirsiz parlaklığı var. Geride kalan bir yılın yorgunluğuyla güçsüz, etrafındaki kalabalığın varlığıyla dünyadaki herkesten güçlü. Depremde hayatta kalmanın yüklediği sayısız duygunun içinde, gidenlere duyulan özlem de var, hayatta kalmış olmanın suçluluğu da, hayatta olmanın sevinci de.

6 Şubat’ın üstünden geçen iki yılda, Antakya’da henüz hiçbir şey yoluna girmedi. Yeterli geçici barınma alanı yok; eğitim, sağlık tesisleri yetersiz; sosyal rehabilitasyon ve toplanma alanları yetersiz; kent hiç olmadığı kadar güvensiz. Temiz su yok, yeterli gıda yok, bazen nefes almayı önleyen bir toz bulutuyla kaplanan Antakya’da göz gözü görmüyor.

Ama Doğu Akdeniz’in yorgun incisi Antakya, tarihi boyunca en az yedi defa tümüyle yıkılıp, aynı yerde yeniden doğdu. Yerel halkıyla, çok kültürlü ve hoşgörülü nüfusuyla, misafirperver ev sahipliğiyle, doğası, mimarisi, zanaatiyle. Memleketi, ailesi, geçmişi, evi Antakya olanlar, Antakya kültürünün kendisi olanlar iyileşecek. Deprem ve sonraki yıkımlardan etkilenenler; doğayı, kültür mirasını, sağlığını korumaya çalışanlar iyileşecek. 

Şu anda yaralı, güçsüz ve çok yorgun görünseler de Antakya’yı tarih boyunca her yıkımdan sonra yeniden kuran Antakyalılar ve Antakya mutlaka iyileşecek. 

Yeter ki sen de bir ışık yak, bir dua et, bir mum yak, elinde buhurla ya da nergislerle Asi nehrinin kenarına, zeytin ağacının yanına, yanımıza gel. 6 Şubat’ta yitirdiklerimizin yasını beraber tutalım, gidenleri beraber analım. Önce yasımız, sonra umudumuz ortaklaşsın. 

#YalnızDeğilsinİyileşeceksin